Ha-mim’de geçtiğimiz hafta sonu (09.01.2022) yapılan derste, 24. Söz’ün Üçüncü Dalının “Beşinci Asıl” ve “Altıncı Asıl” ara başlıklı kısımları okunup müzakere edildi. Her zaman olduğu gibi dersin bütününü ilgili kayıtlara havale edip (https://www.youtube.com/watch?v=5wMs2V5ujfc) burada, Beşinci Asıl ile ilgili olarak gerçekleşen müzakerelerden bazılarına değinmek istiyorum.
“Beşinci Asıl: ‘inne fî ümmetî muhaddesûn’ yani ‘mülhemûn’ sırrınca, bazı ehl-i keşif ve ehl-i velâyet olan muhaddisîn-i muhaddesûn ilhamlarıyla gelen bazı maânî, hadis telâkki edilmiş. Halbuki ilham-ı evliya, bazı ârızalarla hata olabilir. İşte, bu neviden bir kısım hilâf-ı hakikat çıkabilir.”
Moderatör, burada zikrolunan “muhaddesûn”un hemen devamındaki ibarede açıklandığı üzere “mülhemûn” yani ilhama mazhar olan kimseler olarak açıklandığını belirtti: “Ders öncesi baktığımda, muhaddesûndan söz eden hadisler bulunduğunu gördüm. Mesela bir hadiste Resul-i Ekrem (asm) şöyle buyuruyor. “Sizden önceki toplumlarda muhaddesûn vardı. Eğer ümmetimden böyle birisi olsa idi, bu Ömer olurdu”. Metinde yer alan rivayette de isim zikretmeksizin Resulullah (asm) ümmeti arasında ilhama mazhar olan muhaddesûn bulunduğunu beyan ediyor. Demek ki hadislerin bize aktarılmasında rolü bulunan kimseler arasında da böyle şahsiyetler var, onların bazı sözleri, bir şekilde hadislere karışmış. Müellif bu konuda dikkatli olmak gerektiğini dile getiriyor diye anlaşılıyor.”
Başka bir müzakereci şunları söyledi: “Metin açıkça, ilhama mazhar olan bazı kişilerin akıllarına gelen mânâların hadis metinlerine intikal ettiğini, onların bu mânâlarında çeşitli sebeplerden dolayı hatalar olabileceğini ifade ediyor: “Paragrafın son cümlesinde geçen ‘hilaf-ı hakikat’ terkibi bana ilginç geldi. Demek ki hadislerin, -muhaddesûnun karıştırmadığı gerçek metninde-, bir ‘hakikat’i var; işte o hakikatte her hangi bir problem olmaz, diye anlıyorum.”
Diğer bir müzakereci de tefekkürünü şöyle paylaştı: “Metnin son cümleciğinde geçen ‘hilaf-ı hakikat’ terkibi, gelecekle ilgili olan hadislerde, ‘vakıaya uymayan, gerçekleşmeyen’ olay ya da durumlar diye anlaşılıyor. Bu da ‘mülhemûn’un hadis metnine yaptıkları eklemelerinden kaynaklanıyor. Genel anlamda elbette hadislerin bir ‘hakikat’i vardır ve olmalıdır; o da anlayabildiğim kadarıyla, Resul-i Ekrem (asm)’ın risalet göreviyle doğrudan ilgili olan kısmı ifade eder. Bu haktır, gerçektir, Kur’an’la örtüşür, kainata dair verilerle örtüşür. Hani, Ha-mim derslerinde sık sık gündeme getirilir ya, iman esaslarını temellendiren ‘dört küllî burhan’ diye. İşte Resulullah’ın risalet görevini yerine getirirken ilahî mesajı uygulama örnekleri bunlardan birisidir. Onun hayatında gözlemlediklerini ve genellikle sözlerini nakledenlerin yaptıkları rivayetlerde ifadesini bulan hakikat, diğer ‘üç küllî burhan’ ile gelen hakikatleri te’yit eder, onlarla örtüşür. Aralarında çelişki olmaz. Öte yandan metinde işaret edildiği üzere, -en azından-, bazı evliya da muhaddesûndan olan kimselerin ilhamları hatadan uzak olamayabiliyor. Zira müellifin başka yerlerde açıkladığı üzere, vahiy ile ilham arasında önemli farklılıklar var. Vahiy vasıtalı, ilham vasıtasızdır. Vahyi melek getirir, ilham bir şekilde insanın içine doğar. Vahiy korunaklıdır, hatadan uzaktır; ilham ise çeşitli sebeplerle hatalara açık boyut taşıyabilir. Müellif, bu bağlamda Resulullah’ın beyanları ile evliya ilhamı arasında fark olduğunu, ikincisinin hatalardan salim olmadığını belirtiyor, diye anlıyorum.”
Diğer bir müzakereci de şunları dile getirdi: “Biraz önce gündeme gelen ‘dört unsur’ meselesi önemli. Yani kainat, insan fıtratı, Kur’an ve Resulullah’ın örnekliğinin birbiriyle ittifak etmesi veya birbiriyle uygunluğu. Bu konu Ha-mim derslerinde devamlı gündeme gelir, geliyor. Bence gelmeli ve gelmeye devam etmeli de. Fakat dikkat etmek gerekiyor. Gerek Kur’an’dan gerekse Resulullah’tan nakledilen örnekler o zamanın şartlarında, o zamanın insanlarının kapasitesi dikkate alınarak ifade edilen açıklamalardır. Bu ‘dörtlü temellendirme’yi gündeme getirdiğimizde bu prensibi hesaba katmayı ihmal etmemeliyiz. Eğer bu prensibi ihmal eder ve ‘Kuran ayetleri ve hadisler kainatla uyumlu’ dersek, ‘Vakıada böyle bir şey olmaz kardeşim, bu değişmiş’ diyenleri haklı gibi gösterecek tablolarla karşılaşabiliriz. Oysa ayetlerde ve hadislerde yer alan açıklamaların örnekler olduğunu, bir şablon olarak kullanılması gerektiğini unutmamamız lazım. Sonuç olarak, gerek Kur’an okumalarında gerekse hadis nakillerinde daima dikkat edilmesi gereken bir noktadır bu, diye anlıyorum.”
Bana son derece önemli gelen bu müzakere, bahsi geçen “dörtlü temellendirme” ile ilgili olarak sonradan düşündüğümde, başka prensipleri de hatırlattı. Mesela “kainatla uyumlu olmak” derken bununla kainatın yaratılış düzenini çalışan fen bilimlerinin verilerinin kast edildiği açık. Burada iki prensip aklımdan geçti; a) bu verilerin deney ve gözleme dayalı sağlıklı veriler olması lazım, başka bir ifadeyle nazariye yani teori özelliği taşımaması lazım, b) bilimsel veri diye ortaya konulan açıklamaların, -çoğu defa yapıldığı üzere-, çalışmayı yapan kişinin peşin hükümle sanki düzenin Yaratıcısı yokmuş gibi bir dünya görüşüne dayalı olarak sunulmamış olması lazım. Aynı şekilde “Kur’an’la uyumlu olması lazım” derken de yine aklımdan bazı prensipler geçti. Mesela; a) Kur’an’ın ana maksadının kainat hakkında bilgi vermek değil, kainatın Yaratıcısı hakkında bilgi vermek olduğunu aklımda tutmam lazım, b) Kur’an ayetlerini zahirî, literal bir okumaya tabi tutmamam gerektiğini, zira her dilde olduğu gibi Arapça’da da teşbih, temsil, istiare, mecaz kinaye gibi edebî sanatların bulunduğunu dikkate almam lazım. Keza “Hadislerin kainata dair verilerle uyumu” konusunda da; a) müzakerede dikkat çekildiği gibi o günkü insanların bilgi ve anlayışları göz önünde bulundurarak açıklama yapıldığını, b) hadis nakillerinin bize intikalinde, uzmanların farkında olduğu özel durumların da bulunduğunu bilmem lazım. Aynı şekilde “vicdan” yahut “fıtrat” konusunda da selim fıtrattan yahut şartlanmamış fıtrattan bahsedildiğini, diğer bir tabirle şartlanmış, ön yargılara teslim olmuş yahut bir şekilde inatlaşmak gibi faktörlerle bozulmuş bir fıtrattan bahsedilmediğini unutmamam lazım…
Diğer taraftan bir müzakereci kimilerince itiraz gerekçesi yapılan uzun hadis metinlerinin zaptı ile ilgili olarak da şöyle söyledi: “Evet, bir müzakerede değinildiği üzere insanlar Resulullah’ı dinliyorlardı. Hem de can kulağıyla! Ve o günkü şartlarda dinlediklerini zihinlerine kaydediyorlardı. Ben bugünkü şartlarda kayda alınması gereken en ufak bir şeyi bile zihnime almak yerine fotoğrafını çekiyorum. Mesela bir cümle gördüm bir yerde, onu ezberlemek yerine fotoğrafını çekip genellikle telefonuma koyuyorum. Gerektiğinde oradan bakıyorum. Ezberleme eğitimi bu çağda çok zayıf. Daha önce yazı çıktığı için yazılarak muhafaza etme tercih ediliyordu. Yazı çıkmadan önce insanlar hafızalarını kullandıkları için kaydetme kabiliyetleri, eminim daha gelişmiş durumda idi. Yazının çıkması kısmen insanların hafızasını zayıflattı. Şimdi ise bambaşka bir tablo var. Artık her şeyi kayda olmak çok kolay. Onun için kendi zamanımızı baz alarak hafızaya alma ihtiyacı azaldığından, zannediyoruz ki, iki sayfalık üç sayfalık hadis nakilleri için -ki, böyle hadis nakiller var-, ‘bu uzun hadisi bir kişi nasıl ezberleyecek, olacak iş değil’ diyoruz. Şunu unutmamak lazım ki, o zamanın insanlarının ne okuması vardı ne yazması. Ezberlemek suretiyle hafızalarına nakşetmeyi gelenek olarak alışkanlık haline getirmişlerdi. Bu da, çok sayıda hadis nakledenleri garipsemek ve ‘böyle uzun hadisleri şu kişi nasıl nakledecek’ şeklindeki şüphelere nispeten de olsa cevap teşkil edebilecek hususlardan birisidir.” Her zaman olduğu gibi sıcak, samimi ve feyiz dolu bu dersleri düzenleyen, teknik alt yapısını kuran, aktif yahut dinleyici olarak katılan herkese dua ve teşekkür ediyorum. Allah razı olsun…