Ha-mim’de, geçtiğimiz hafta sonu yapılan (20. 08. 2023) Mektubat dersinde Yirminci Mektup’un okunmasına ve mütalaasına devam edildi. Bu mektubun Birinci Makamı’nda yer alan “Sekizinci Kelime” başlıklı aşağıdaki metin müzakerelere konu edildi:
“Sekizinci Kelime: “ve hüve hayyün lâ yemût”. Yani, bütün kâinatın mevcudatında görünen ve vesile-i muhabbet olan kemal ve hüsün ve ihsanın hadsiz bir derece fevkinde bir cemal ve kemal ve ihsanın sahibi ve bütün mahbuplara bedel, birtek cilve-i cemâli kâfi gelen bir Mâbud-u Lemyezel, bir Mahbub-u Lâyezâlin ezelî ve ebedî bir hayat-ı daimesi var ki, şaibe-i zeval ve fenâdan münezzeh ve avârız-ı naks ve kusurdan müberrâdır. İşte şu kelime, cin ve inse ve bütün zîşuura ve ehl-i muhabbet ve aşka ilân eder ki: Sizlere müjde! Mahbuplarınızdan nihayetsiz firakların yaralarını tedavi edip merhem süren bir Mahbub-u Bâkîniz var. Madem O var ve bâkidir; başkaları ne olursa olsun, merak çekmeyiniz. Belki o mahbuplarda sebeb-i muhabbetiniz olan hüsün ve ihsan, fazl ve kemal, o Mahbub-u Bâkînin cilve-i cemâl-i bâkisinden çok perdelerden geçip, gayet zayıf bir gölgenin gölgesidir. Onların zevalleri sizleri incitmesin. Çünkü onlar bir nevi aynalardır. Aynaların değişmesi, şâşaa-i cemâlin cilvesini tazeleştirir, güzelleştirir. Madem O var, her şey var” (Mektubat, İstanbul 2020, s. 221).
Görüldüğü gibi metin temel mesajı itibariyle Yaratıcının “ezelî ve ebedî bir hayat-ı daimî”si olduğuna dikkat çekiyor. Bunu ifade ederken de ilginç ara mesajları dile getiriyor; Yaratıcının mevcudatta görünen ve muhabbet vesilesi olan kemal, güzellik ve ihsanın hadsiz derecede üstünde bir cemal, kemal ve ihsan sahibi olduğuna, Onun sevilen bütün şeylere bedel bir tek “cilve-i cemali”nin kafi geldiğine, Zâtının her türlü eksiklik ve zevalden uzak olduğuna değiniyor. Devamında ise bu cümleciğin insanlara şöyle müjdeler verdiğinin altını çiziyor: Sevdiğiniz şeylerin yok olup gitmesine karşılık bundan doğan yaraları tedavi edecek bâkî bir Mahbubunuz var. Sevdiğiniz şeylerdeki güzellikler ve ihsanlar esasında Onun cemalinin küçük cilvelerinden ibarettir; dolayısıyla bunların kayıplardan dolayı acı çekmeyiniz. Çünkü onlar bir nevi ayna hükmündedir. Aynaların değişmesi Onun cemalinin cilvelerini tazeleştirip güzelleştirir. Madem ki her güzellik ve iyiliğin kaynağı olarak O var, o halde kaybettiğinizi sandığımız şeyleri O, fazlasıyla verecektir.
Moderatör, müellifin Risale-i Nur’un genelinde imanî konuları kainattan yola çıkarak temellendiren bir usûlle aklî bakımdan gerekçelendirdiğini, daha sonra bunların netice ve meyvelerinden bahsettiğini belirterek, -özetle- şunları dile getirdi: “Burada müellif tam tersi bir usûl takip ederek önce ‘cümle-i tevhîdiyye’deki kelimelerin insana bu dünyada iken verdiği meyveleri anlatıyor, sonra İkinci Makam’da bu kelimeleri gerekçelendiren açıklamalar yapıyor. Mesela Miraç Risalesi’nde önce uzunca üç ana başlık halinde Miraç hakikatini temellendiriyor, dördüncü olarak miracın meyvelerinden söz ediyor. Bunun usûl olarak bize verdiği bir mesaj olması lazım. Sanki şöyle diyor müellif: ‘Sırf gerekçeli izahlara bakıp orada kalma, bunları ben mesela, ‘inkarcı kimselere söyleyerek kendimi tatmin ederim, doğru yolda olduğumu kanıtlarım’ demekle yetinme. Bunları kendine mal et, bunlara kendinin ihtiyacı olduğunun farkına var’. Esasında müellif Risalelerde muhataplara göre hatta her muhatabın türlü hallerine göre iç içe usûller takip ediyor. Mesela -vaktiyle okuduğum bir makalede dikkatimi çekmişti-, müellif 32. Sözün Birinci Mevkıf’ınde katı bir maddeciyi esas alarak veya o yönümüze yönelik olarak zerreden başlayarak bütün varlık aleminin şirki reddedip her şeyi Mutlak bir Yaratıcıya bağladığını ifade ediyorken, aynı Söz’ün Üçüncü Mevkıf’inde konuyu insanın merkezî bir duygusuna getirerek ‘muhabbet’e vurgu yapıyor, insanın muhabbetsiz yaşamayacağını söyleyip duygu eğitimi veriyor.”
Moderatörün dikkat çektiği başka bir konu şu idi: “Metin Yaratıcının ezeli ve ebedi bir hayat-ı daimîsi olduğunu söylüyor. Benim bunun mahiyetini bilmem mümkün değil. Ama Onun bâkî olduğunu bilmem mümkün ve benim için de önemli olan bu! En basit örneği ile, ben birisi ile bir iş ortaklığı kuracak olsam, eğer onun bir süre sonra, söz gelimi, bırakıp Çin’e göçeceğini bilsem, böyle birisi ile niye ortaklık kurayım, derim. -Temsilde kusur olmasın-, metin diyor ki, ‘Yaratıcın bâkîdir, ölümsüzdür, fena ve zevale gitmekten münezzehtir. Üstelik burada gördüğün ve sevdiğin şeylerdeki güzellik ve iyilikler de Onun sonsuz güzellik ve iyiliğinin birçok perdeden geçmiş halidir. O halde sevdiğin ve değer verdiğin şeylerin yok olmasından dolayı endişe etme, elinden çıkanlara üzülme, kaynağı bâkîdir. O bâkî olduğu için, burada sana verdiği güzellikleri orada sana ebedi haliyle verir, verecektir’. Demek ki burada ben, söz gelimi, annemi çok seviyorsam, onun ölümüne üzülmemeliyim, fakat sevgisine alıştığım annemden ayrılık insana bir hüzün verir, Yaratıcım bana ayrılığı sevmeyen bir duygu verdiği için üzülürüm. Çünkü annemi yaratan, beni yaratan, beni annemi sevecek şekilde yaratan Yaratıcı bâkîdir ve tüm güzelliklerin ve iyiliklerin kaynağıdır, orada beni bundan mahrum etmeyecektir”.
Başka bir müzakereci sözü usûl bahsine getirerek şunları söyledi: Şimdiye kadar Risale-i Nur’un iman esaslarını izahtaki usûlünün varlık aleminden hareket ederek aklî bakımdan temellendirme olduğunu biliyor ve konuşuyorduk. Evet, temel usûl bu! Esasında bu usûl Kur’an’ın takip ettiği usûldür. İnsanı ikna eden, peşin hükümden uzak kılan, imanda tahkike ulaştıran sağlıklı usûl budur! Ama bunun yanında muhataplara veya muhatabın farklı zamanlardaki durumlarına uygun olan usûl de vardır. Okuduğumuz parça bunun örneğini teşkil ediyor. Burada -biraz karikaturize edersek-, metin önce insana kendisini tanıması için bir çağrıda bulunuyor: ‘Senin şöyle şöyle soruların, duyguların var mı, gel konuşalım arkadaş’ diyor. Sen de ‘Evet, var’ diyorsun. Devam ediyor: ‘Peki, bu sorularının cevabını, beklentilerinin tatmin kaynağını kainattan bulabiliyor musun?’ diyor. Sen ‘Bulamıyorum’ diyorsun. Ardından metin, ‘Madem sen böyle soruları soracak, beklentilerinin tatmini isteyecek şekilde varsın, öyleyse sendeki bütün duygularının taleplerini karşılayacak, sorularının cevabını verecek birisi olmalı’ diyor, ‘Sen bunu kabul edersen senin duyguların tatmin olacaktır, içinde yaşadığın kainat da anlamlı hale gelecektir’ diyor.”
Müzakereci şöyle devam etti: “Metnin sonundaki ‘Madem O var, her şey var’ cümlesi Risale-i Nur’daki temel usûlî prensiple çelişiyor gibi görünüyor. Çünkü Risale-i Nur’daki temel usûlî prensip tam tersi olup ‘Madem kainat var, o halde O var’ der; ‘Madem kainat var, o halde ahiret var’… der. Buradaki usûl ise bunun tersi gibi görünüyorsa da aslında başka önemli bir usûlî prensibe işaret ediyor. Şu: İnsan önce kendini tanımalı, kendi duygularını tahlil etmeli, duygularının taleplerini gözden geçirmeli, sonra kendi insanî gerçeğinden hareket ederek bu duygularının ihtiyaçlarını karşılayacak kaynağı bulmalı, böylece ulaştığı sonuçları içselleştirerek sağlıklı bir hayat inşa etmelidir. Yani duygularından yola çıkarak ‘Beni bu duygularla var eden bir kaynak olmalı ve bu kaynak benim duygularımı tatmin etmeli’ demelidir. Beni bu duygularla var eden kaynak tabiat yahut tabiat kanunları olamaz. Çünkü ne tabiatın ne de tabiattaki kanunların benim bu duygularımı bilecek, tanıyacak ve cevap verecek özellikleri yok. Zaten müellif bu Mektup’un İkinci Makamı’nda bunu temellendiriyor.”
“Öyle anlaşılıyor ki, -benim de birçok tecrübem bu konuda şahittir-, kendini tanımayan, kendisini tahlil etmemiş olan bir kimseye istediğiniz kadar aklî deliller getirin, mantıkî gerekçeler sunun, ‘bu kainatın bir Yaratıcısı olması lazım’ deyin, karşınıza ya ‘ehh, bir Yaratıcı var da, bu dinin sunduğu Yaratıcı değil’ diyen, ya ‘bu doğadır, doğa kanunlarıdır’ deyip geçiştiren şahıslar çıkacaktır. Müellif burada doğru bir uluhiyet anlayışına ulaşmamış bir kimse, bir Yaratıcı fikrine varsa bile bu inancının onun hayatına nur taşımadığını, pratik hayatında ona huzur katmadığını ve duygularını doyurmadığını ifade ediyor. Bu noktada nasıl bir yol izleyeceğimizin işaretini veriyor. Daha açık ifade etmek gerekirse, insanın önce oturup kendisini, duygularını, özelliklerini adam akıllı sorgulaması gerekiyor. Aynanın karşısına geçip ‘ben kimim, şu bedenî varlığımın ötesindeki duygularım nedir, istek ve özlemlerim nedir?’ diye çok yönlü analize tabi tutmalıdır. Bunu yapmadığımız ve ‘bir Allah var’ deyip geçiştirdiğimiz zaman dünyevilikten kurtulamayız”.
Dersin devam eden bölümlerinde hem metnin anlaşılmasına hem usûl konusuna dair istifadeli müzakereler devam etti. Ben şahsen gerek Kur’an’ın gerekse Risale-i Nur’un takip ettiği esas usûlün önemini bir kez daha anlarken aynı zamanda kişi, hal ve durumlara göre doğrudan Yaratıcının mesajlarından yola çıkarak açıklamalara da ihtiyaç olduğunu, bunların birbirini nakzetmediğini ama her iki metotta da kesişen noktanın “insan gerçeği” olduğunu, insanın peşin hükümden uzak kalarak hakikatlere ulaşmada ve özellikle onu hayatının her alanına yansıtmada insanın kendisini, duygularını ciddi şekilde tahlile tabi tutmasının zorunlu olduğunu anladım.
Allah razı olsun.