Ders Notları

İslamî Olmayan Yönetimlerde İslamî Tavır Nasıl Olmalı?

İslamî Olmayan Yönetimlerde İslamî Tavır Nasıl Olmalı? | Ha-Mim

Ha-mim’de geçtiğimiz hafta sonu yapılan (09. 03. 2025) Lahikalar dersinde, Kastamonu Lahikası’ndan 161. Mektup ile 162. Mektubun bir kısmı okunup müzakere edildi. Ben ilk mektup ve bu vesile ile gündeme gelen kıymetli tefekkürleri ilgili kayda havale edip (https://www.youtube.com/watch?v=LztlfhOx2HE) ikinci mektubun haşiyesi ile ilgili müzakerelere işaret etmek istiyorum. Söz konusu mektup şöyle başlıyor:

“Evvelâ: Bu mübarek Ramazan-ı Şerifteki dualar, ihlası bulmak şartıyla, inşaallah makbuldür. Fakat maatteessüf, ekseriyetçe Risale-i Nur şakirtlerinin nazarlarını dünyaya çevirmek ve huzur-u kalbi bozmak için, bazı taarruzlar yüzünden o ihlas, o huzur-u tam bir derece zedelenir. Merak etmeyiniz, her şeyi Cenab-ı Hakka havale edip öyle taarruzlara ehemmiyet vermeyin. Âtıf’a da yazınız, merak etmesin ve müteessir olmasın. O da bir kaza-i ilâhîdir. İnşaallah, Sava Hafız Mehmed’in hadisesi gibi, Risale-i Nur’un lehine dönecektir…” Takdimcinin de işaret ettiği üzere Mektup baş kısmında, duanın kabulü açısından onun ihlasla yapılmasının önemine dikkat çekiyor. Ardından Nur talebelerine bazı saldırılar olduğunu, bu saldırılar dolayısıyla nazarları dünyaya çevirmenin “huzur-ı kalbi” bozabileceğine ve ihlası zedeleyebileceğine işaret ederek dikkatli olunması uyarısında bulunuyor. Paragrafın sonunda ise şu haşiyeye yer veriliyor:

“Âtıf’a muâraza eden ve hücum eden tarikatçı müftü ve taassuplu vâiz ve hoca ve ehl-i tarikat, ehemmiyetli ehl-i ilim ve tarikat, bu muarazada, en son perdesini rejim hesabına ve tarafgirliğine ve himayesine dayanıp, Âtıf’ın müdafaa ettiği sünnet-i seniye mesleğine taarruz suretine girdiğini ve Risale-i Nur’a muâraza eden, bilerek veya bilmeyerek zındıkaya yardım ettiğine bir delil, bu defa adliyece benden sordular ki: “Kürt Âtıf rejim aleyhine çalışıyor. Demek onun muârızları rejime dayandılar.” Ben de dedim: Rejimi reddetmek ne vazifemizdir, ne de kuvvetimiz var. Ve ne de düşünüyoruz ve ne de Risale-i Nur izin veriyor. Fakat biz kabul etmiyoruz, amel etmiyoruz, istemiyoruz. Red başka, kabul etmemek başkadır, amel etmemek daha başkadır. Hazret-i Ömer’in (ra) taht-ı hükmünde, kanun-u adalet-i şer’iyesini reddetmeyen ve ilişmeyen Yahudilere, Nasârâya ilişmiyordular. Demek, kabul etmemek, tasdik etmemek, idarece bir cünha, bir suç teşkil etmiyor ki, o çeşit muhalifler ve münkirler, en kuvvetli padişahların idaresi ve siyaseti altında bulunmuşlar. İşte, bu nokta-i nazardan, Risale-i Nur’un şakirtlerinden en müthiş bir muhalif, rejim müessesesini tel’in de etse, bilfiil idareye ilişmese, onun mefkûresine kanunen ilişilmez. Hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fikir, onları tebrie eder.” (Kastamonu Lahikası, İstanbul 2020 [YAN], s. 211, Mektup no: 162)

Moderatörün de değindiği üzere metin, müellifin talebelerinden Atıf’a ve onunla birlikte Risale-i Nur’a bazı tarikat çevreleri ile saplantılı hocaların rejim adına karşı çıktıkları, oysa Risale-i Nur mesleğinin sünnet-i seniyye yolu olduğu, ne ve kim adına karşı çıkarsa çıksınlar, karşı çıkanların bu tutumlarının aslında dinsizliğe yardım hükmüne geçtiği ifade ediliyor. Dolayısıyla rejim taraftarlığı adına Risale-i Nur’a karşı çıkan bu dinî muhitlerin çabalarının -bilerek veya bilmeyerek- dine değil dinsizliğe yaradığı vurgulanıyor. Arkasından müellif mevcut rejime yani laik rejime yönelik şu değerlendirmeyi yapıyor: “Rejimi reddetmek ne vazifemizdir, ne de kuvvetimiz var. Ve ne de düşünüyoruz ve ne de Risale-i Nur izin veriyor. Fakat biz kabul etmiyoruz, amel etmiyoruz, istemiyoruz. Red başka, kabul etmemek başkadır, amel etmemek daha başkadır.” Arkasından da tarihi uygulamaya dikkat çekerek, Hz. Ömer döneminde onun şer’i idaresini reddetmeyen ve ilişmeyen Yahudi ve Hıristiyanlara ilişilmediği hatırlatılıyor. Bu açıdan Risale-i Nur talebelerinden en müthiş bir muhalifinin rejimi tel’ini söz konusu olsa bile, bilfiil idareye ilişmezse onun fikrine kanunen ilişilmemesi gerektiği, zira bunun inanç ve fikir hürriyeti çerçevesinde yer aldığı belirtiliyor. 

Bir müzakereci şunu paylaştı: “Anladığım kadarıyla bu ifadeler İslam dışı rejime karşı tavrımızın ne olması gerektiğini dile getiriyor. Birinci derecede önemli olan fiili bir isyan söz konusu olmamalı. Bir başkaldırı, silahlı bir karşı çıkış olmamalı. Fakat rejimi benimseme de söz konusu değil. Seküler rejimi ve dayatmalarını kabul etmemek gerekiyor. Sanki bir tür ‘sivil itaatsizlik’ kavramını hatırlatıyor, bu ifadeler diye anlıyorum.”

Ardından başka bir müzakereci şunları söyledi: “Metindeki ‘…ne vazifemizdir’ kaydı gerçekleştirilen iman hizmetinin her şeyin üstünde olduğunu, bu hizmetin yani bu mesleğin bununla fiilen uğraşmaya müsait olmadığını belirtiyor. Güzel, bunlar anlaşılıyor. Üzerinde tefekkür etmek gerekiyor. Burada benim en çok dikkatimi çeken ifade ‘amel etmiyoruz’ ifadesi. Az çok dini hassasiyeti olan kime sorsanız İslam dışı olan rejimin kabul edilmemesi gerektiği noktasında fikir ortaya koyar. Daha açık ifade etmek gerekirse, kabul etmeme noktasında müslümanlar arasında en azından sözle büyük ölçüde ittifakın bulunduğu söylenebilir. ‘Ben laikliği, seküler sistemi kabul etmiyorum’ diyenler çok olabilir. ‘Amel etmeme’ kaydına gelince, bence en çok göz ardı edilen husus bu! Gerçekten ‘amel etmeme’ konusunda yeterince duyarlılık gösteriyor muyuz? Alternatifler düşünüyor muyuz? Amel etmemek için sağlam bir direnç ortaya koyuyor muyuz? Yoksa ‘şartlar böyle, ne yapalım’ deyip geçiştiriyor muyuz? Seküler sistemin kurumlarını savunmada, taraftar olmada ne kadar bilinçlilik gösterebiliyoruz? Mesela, eğitim kurumlarında okutulan bilim dallarının seküler temellere dayandırıldığının ne kadar farkındayız? Böylesi bir eğitim sistemine karşı inanç esaslarına dayalı alternatif bir eğitim sistemi oluşturmak için hiç teşebbüsümüz var mı? Yoksa bilim dallarını seküler esaslara göre öğrenmek ve fakat buna ilaveten Arapça öğrenmeyi alternatif eğitim zannedecek kadar gerçeklerden habersiz mi yaşıyoruz? Kanaatimce bu noktalarda ciddi tefekkürlere, muhasebelere ihtiyaç var. Aynı şekilde, bugün yaşadığımız dünyada medeniyetin bize dayatmaları var. Bunların kabul edilebilir olanları var, kaçınılması gerekli olanları var. Kaçınılması gerekli olanlar konusunda yeterince dikkatli miyiz? Yoksa ‘uydum kalabalığa’ psikolojisi ile mi hareket ediyoruz? Bu ve benzeri sorular çok önemli geliyor bana.”

‘Amel etmeme’ kaydına gelince, bence en çok göz ardı edilen husus bu! Gerçekten ‘amel etmeme’ konusunda yeterince duyarlılık gösteriyor muyuz? Alternatifler düşünüyor muyuz? Amel etmemek için sağlam bir direnç ortaya koyuyor muyuz? Yoksa ‘şartlar böyle, ne yapalım’ deyip geçiştiriyor muyuz? Seküler sistemin kurumlarını savunmada, taraftar olmada ne kadar bilinçlilik gösterebiliyoruz? Mesela, eğitim kurumlarında okutulan bilim dallarının seküler temellere dayandırıldığının ne kadar farkındayız? Böylesi bir eğitim sistemine karşı inanç esaslarına dayalı alternatif bir eğitim sistemi oluşturmak için hiç teşebbüsümüz var mı? Yoksa bilim dallarını seküler esaslara göre öğrenmek ve fakat buna ilaveten Arapça öğrenmeyi alternatif eğitim zannedecek kadar gerçeklerden habersiz mi yaşıyoruz? Kanaatimce bu noktalarda ciddi tefekkürlere, muhasebelere ihtiyaç var.

Başka bir müzakereci de söz alarak şunları dile getirdi: “İslam’a inanan bir mümin İslamî değerlerle uyuşmayan bir rejim ile, -tarif gereği-, barışık yaşayamaz, yaşamamalıdır. Ama birilerinin iddia ettiği gibi dahilde kuvvet uygulamaya varan bir başkaldırıya da yönelmez, yönelmemelidir, çünkü İslam’ın prensipleri buna izin vermez. Müellif tam bu vasat noktayı, bu hakikatli noktayı ifade ediyor. Burada, -biraz önce konuşan müzakerecinin belirttiği gibi ‘amel etmeme’ kaydı önemli. Ben bu kaydın yanında ‘kabul etmeme’ kaydının da çok önemli olduğunu düşünüyorum. Neden bir mümin -adına ne denirse densin- gayr-ı İslamî bir rejimi kabul edemez, etmemelidir? Çünkü benimsediği hakikatler bunu gerektirir. Bir mümine göre bu kainatın Yaratıcısı, -varlıkların açıkça gösterdiği üzere-, aynı zamanda adalet, rahmet, hikmet… sahibidir. Onun fiziki alemde gözlemlediğimiz adet ve uygulamalarında, diğer bir ifadeyle ‘kevnî şeriat’ında açıkça bu özellikleri görüyoruz. Aynı bu Kudretin insana sözlü konuşması olan Kur’an ayetlerinde de, diğer bir ifadeyle dinî şeriatte de adalet, rahmet, hikmet özelliklerinin bulunması gerektiği mantıkî bir sonuçtur. Gerçekten üzerinde düşündüğümüzde bunun böyle olduğunu fark ediyoruz. Dolayısıyla vahyî hükümleri bir kenara koyarak ‘yeni rejim’ adı altında seküler, din dışı, başka inanç ve kültürlerden alınan hukuki düzenlemeleri benimsemek Allah’a ve Onun dinine imana aykırıdır. Dolayısıyla bir mümin seküler bir hukuku, din dışı bir rejimi inancı gereği kabul edemez, etmemelidir. Ancak bu, metinde çok net ifade edildiği üzere silahlı kuvvet oluşturmayı ve fiili mücadelede bulunmayı gerektirmez ve hatta reddeder.”

Daha sonra başka bir müzakereci de şunları kaydetti: “Bu konunun tarihi temelleri çok eskilere dayanıyor. Yani bir mümin şer’î uygulamaya aykırı olan bir idari yapıya karşı nasıl tavır almalıdır? Sanıyorum konu, bu yönüyle çok tartışılmış ve farklı görüşler ortaya konulmuş. Aynı konu vaktiyle Türkiye’de dinî çevrelerde de çok tartışıldı. Birbirine zıt pek çok söz söylendi, değerlendirmeler yapıldı. Görebildiğim kadarıyla bu konular artık rafa kalkmış gibi görünüyor bugünlerde. Seküler rejim devlet mekanizmalarından adeta Müslümanların gönül dünyasına da sızmış gibi bir durum var. Bunun olumlu bir gelişme mi yoksa olumsuz bir gelişme mi olduğu meydanda.”

Bunun üzerine bir önceki müzakereci tekrar söz alarak şunları söyledi: “İfade edildiği gibi konunun çok yönü var. Tarihi yönü var, siyasi yönü var, mezheplerin görüşlerine bakan yönü var, pratik yönü var vs. Bunlar özel incelemeyi ve bilgilenmeyi gerektiriyor. Ama okunan metin ve Ha-mim dersleri açısından konunun çok önemli bir boyutuna işaret etmek gerekiyor. Şeriat deyince ne anlaşılıyor? Şer’i idare tabiri ne demektir? Şer’i hükümler nelerdir? Hangileri, hangi oranda tarihidir, hangileri evrenseldir? Bunları çok iyi tahlil etmek lazım. Yapılan bazı saha çalışmaları var. Bunlar çok ilginç sonuçlar ortaya çıkardı. Mesela kendisini ortalama düzeyde ‘dindar’ sayan kimseler ‘Şer’i bir idari sistem gelmesini ister misiniz?’ sorusuna muhatap olduklarında, belli oranda katılımcı ‘hayır’ diye cevap veriyor. Halbuki nazari olarak kendilerini dindar görenler ile bu soruya evet diyenlerin oranının birbirine yakın şekilde seyretmesi gerekiyor. Peki farklılık nereden kaynaklanıyor, diye düşünüldüğünde birçok sebebin söz konusu olduğu anlaşılıyor. Bunlardan birisi kendisini dindar sayanların dindarlıklarının yeterince ‘tahkiki iman’ temeline oturmamış olması. Başka bir neden şer’i hükümlerin ‘makâsıd’ının yeterince bilinmemesi. Daha açık bir ifadeyle insanlar, mesela had cezalarında nasıl caydırıcılık boyutunun bulunduğunu, dolayısıyla toplumsal huzur, güven ve adalet açısından bunların ne kadar önemli olduğunu bilmiyorlar. Yine mesela hanımlar için tesettür emrinin ne kadar insan fıtratıyla uyumlu olduğunu es geçiyorlar, yine mesela, miras taksiminin arkasında varislerin birbirleriyle kaynaşmasını sağlayan ne kadar adilane ve rahmet dolu sırlar bulunduğunu hesaba katmıyorlar. Bir başka önemli neden ise şeriat yahut İslamî uygulamalar denildiğinde insanların çoğunun aklına belli dönemlerde, belli fakihlerin kendi toplumsal şartlarını dikkate alarak belirttikleri hükümler geliyor. İnsanlar kendi sosyal gerçeklikleriyle bu hükümleri kıyasladıklarında ciddi tereddütler ortaya çıkıyor. Bu tür tereddütleri gidermenin bir yolu da bu alanda ciddi çalışmalar yapmak. Bu bağlamda insanlara insaniyetlerine uygun, toplumsal realiteleriyle uyumlu yorumlara dayalı sağlıklı, şefkatli tablolar çizmek gerekiyor. Aksi halde insanlar özellikle genç kuşak dine yaklaşacağı yerde dinden uzaklaşıyor bu tür hükümlerle. Mesela ailede kadın ve erkeğin konumu, kadın-erkek ilişkileri üzerine Şeriat ne söylüyor, diye sorulduğunda birçok insanın aklına olumsuz fikirler gelebiliyor. Oysa Ha-mim’de “Sorular-Cevaplar” dersinde ortaya konulduğu üzere, şer’i hükümleri yaratılışın, vahyin, sünnetin ve insaniyetin maksatları açısından değerlendirmek, Kur’an ve sünnetin ruhuna uygun şekilde anlamak, vahiy ve nebevi uygulamalara ters düşmemek şartıyla güncel yorumlara tabi tutmak gerekiyor. Böyle bir şeriat anlayışı ve uygulaması ortaya konulduğunda, ben eminim ki, inanç açısından sorunlu olanlar bile şer’i hükümlerdeki adalet, rahmet, hikmet, barış boyutlarını görecek ve ciddi taraftarlık gösterecektir. Ayrıca az önce işaret ettiğim çalışmalarla ilgili olarak şu da insan aklına geliyor. Mesela insanlara ‘Şer’î bir idareye layık inançlıların çoğunluğu oluşturduğu bir toplum şeriat kurallarına göre yönetilmeli midir? diye sorulsaydı acaba aynı sonuç mu çıkardı? Yani bu tür çalışmalarda sorulan soruların hangi maksada göre düzenlendiğine dikkat etmek gerekir. Şunu da unutmamak gerekir ki, kişilerin şeriat yönetimine hazır olmadığı bir topluma şeriat yönetimini uygulamak şer’î bir tutum değildir.”

Ders gerek metindeki açık, anlaşılır ve vurgulu ifadelerin tekrar tekrar gündeme gelmesi ile gerekse istifadeli müzakerelerle devam etti. Allah razı olsun.

Yazar hakkında

İlyas Üzüm

Dünyalıyım. Güneş Sistemi sokağında oturuyorum. Yaşadığım Samanyolu galaksisi şehrini bile gezemedim. Yolda mıyım, emin değilim ama "yolda olmak, yolcu olmak" istiyorum; zaman ve varlığın sonsuz yolculuğunda.

Yorum yazın