Ha-mim’in geçen hafta sonu (20. 08. 2022) yapılan Şualar dersinde (https://www.youtube.com/watch?v=cmI6dCo_Fz0), İkinci Şua’nın okunmasına ve müzakeresine devam edildi. Özellikle aşağıdaki paragrafla ilgili olarak, -her zamanki gibi-, değerli tefekkürler ortaya konuldu. Paragraf şu:
“Amma kemâlin sırr-ı vahdete işareti ise, yine Risale-i Nur’da çok parlak burhanlarıyla beyan edilmiştir. Gayet muhtasar bir meâli şudur ki: Semavat ve arzın hilkatı, bilbedahe gayet kemâlde bir kudret-i mutlakayı ister. Belki, her bir zîhayatın acaip cihazatı dahi kemâl-i mutlakta bir kudreti iktiza eder. Ve aczden münezzeh ve kayıttan müberrâ bir kudret-i mutlakadaki kemâl ise, elbette vahdeti istilzam eder. Yoksa, kemâline nakîse ve ıtlakına kayıt konmak ve nihayetsizliğine nihayet vermek ve en kavî bir kudreti en zayıf bir acze sukut ettirmek ve nihayetsiz bir kudrete, nihayetsiz olduğu bir vakitte, bir mütenâhi ile nihayet vermek lâzım gelecek. Bu ise, beş vecihle muhâl içinde muhâldir…” (Şualar, İstanbul 2020, s. 18)
Öncesi ve sonrası itibariyle kainatın Yaratıcının “vahdet”ine şahitlik eden “vecih”lerin anlatıldığı bahsin bu bölümünde “kemâlde olmanın”, başka bir ifadeyle “mükemmellik vasfına sahip olmanın” vahdete nasıl işaret ettiğine değiniliyor. Ha-mim’deki usulü dikkate aldığımızda biz, “Yaratıcı mükemmeldir, sonsuz kemâl niteliklerine sahiptir, o halde O birdir” gibi bir yol izlemiyoruz. Önce göklere ve yere bakıyor, yaratılıştaki mükemmelliği görüyor, aklî muhakememizle bu mükemmelliğin varlıkların kendisinden kaynaklanamayacağını teslim ediyor, bir Yaratıcının bulunmasının zorunluluğuna ulaşıyoruz. Sonra da yine aklî muhakememizle evrendeki bu mükemmelliğin Yaratıcının kemâline yani mükemmelliğine yani sonsuzluğuna işaret ettiğini onaylıyoruz. Tıpkı büyük bir binanın küçücük bir tuğlasını, sahip olması gereken özelliklerle donatarak, o binanın tümünün planını bilen bir ustanın bulunması ve onu yerli yerine koyması gerektiğini tasdik etmek gibi. Değilse, tuğlaların zaman içerisinde kendilerini geliştirerek hep birlikte bu binanın bir düzenle oluştuğunu iddia etmek normal bir insan için mümkün değildir. En küçük bir varlığı bile incelediğimiz zaman, evren çapında gözlemlediğimiz düzenin mükemmel bir ahenk içinde yer alması için ancak tüm alemi kapsayan bir bilgi ve güç sahibi olmak gerekir ki, o varlığı o bulunduğu yerde gerekli tüm özellikleriyle donatarak var edip yerleştirebilsin. Sonra da Yaratıcının mükemmelliği yani mutlakiyeti Onun ilminin sonsuzluğunu, iradesinin, kudretinin vs. sonsuzluğunu gerektirir; bu sonsuzluk da zorunlu olarak Yaratıcının “vahdet”ini yani mutlak birliğini gösterir, diyoruz.
Nitekim metin, ilk cümlesinde göklerin ve yerin yani evrenin yaratılışının “mutlak bir Kudreti” gerektirdiğini ifade ediyor. Gerçekten fiziki alem makro planda rakamları zorlayacak bir büyüklüğe sahip olduğu gibi tarifsiz bir düzen ve ihtişama sahip görünüyor. Yine metinde ifade olunduğu gibi her bir canlı da sahip olduğu cihazlar itibariyle yani mikro planda yine akılları hayrete sevk edecek bir yaratılışa sahip görünüyor. Bu vakıa zorunlu olarak sadece bir Yaratıcı kudretin varlığını değil, o kudretin aynı zamanda mutlak yani sınırsız ve sonsuz olması gerektiğini gösteriyor. Bu ise o sınır tanımayan ve sonsuz olması aklen zorunlu olan Mutlak Kudretin “vahdet”inin yani birliğinin ifadesi demek oluyor. Zira sonsuz bir tek olur, birden fazla olamaz.
Derste gerek doğrudan metinle ilgili gerekse metnin çağrıştırdığı diğer bazı konularla ilgili olarak kıymetli müzakereler paylaşıldı. Bir müzakereci şunları söyledi: “Metin, çok basit bir noktadan bakıyor. Fakat usul olarak dikkatimizi önemli bir noktaya çekiyor. Muhakeme çok basit, anlaşılması öyle zor, mantık dersi almış olmayı gerektiren bir muhakeme değil. Her normal insanın, -eğitim görsün, görmesin fark etmez-, takip edebileceği ve ikna olabileceği bir muhakeme var burada. Bunu basit ve açık bir şekilde ifade etmek gerekirse, ben bir deneme yapıyorum. Bu varlıklara bakıyorum, varlıkların var oluş biçimlerine dikkat ediyorum. ‘Bunların varlık nedenini ben nasıl izah edebilirim’ diyorum. Bunu dediğimde, eğer kainat cinsinden, kainatın içerisindeki bir özellikten veya bir parçasından bahsederek mesela atomlar şöyle hareket etmiş, hücreler böyle hareket etmiş diyerek, hani ‘parçalanıyor’, diyorlar, ‘ikiye bölünüyor’ diyorlar, ‘iç güdü var’ diyorlar ya. Hani moderatör arkadaş dedi ya, ‘tırnağımız büyüyor, kesiyoruz, yine büyüyor kesiyoruz ama parmağımız büyümüyor’ diye. Sonra binlerce yıldır insanlar tırnaklarını kesiyorlar ama DNA’da bir değişiklik olmuyor. Yani ‘ben büyüyorum ama insanlar da kesiyorlar ben artık büyümeyeyim, yeni duruma adapte olayım’ diye bir durum gerçekleşmiyor. Peki bunları nasıl izah edersin? İşte bunun izahı için, kainatın tümünü bu düzen içerisinde kim var ettiyse, o, öyle bir varlık olacak ki, o varlığın ne eksikliği olacak, ne yetmezliği olacak, ne acizliği olacak, ne yorgunluğu olacak… Peki ‘gördün mü?’ denirse, derim ki, ‘yaptığı işi gördüm kardeşim, kendisini görmeme gerek yok ki’. Ben bir yerde bir sanat eseri gördüğümde, ‘bunu bir sanatkar yaptı’ dediğim zaman ‘gördün mü’ diye soran adamı tedavi olması için tımarhaneye gönderirler. Metin, yapılan işten yapıcısının mutlaka sonsuz özelliklere sahip olup, kainat cinsinden yani sanat eserinin kendi cinsinden olmaması, çok farklı, hiç de alakası olmayan bir varlık olması gerektiğini anlatıyor. ‘Sırr-ı vahdet’ ifadesindeki ‘sır’ dediği çok gizemli, bilinmeyen şey anlamında değil. Burada ‘sır’ demesi, ‘dikkat etmek lazım, dikkat edince anlaşılır’ demek. Yeter ki, insan düşünsün. Yeter ki, din deyince aklına cami gelmesin. Turistlerin ziyaret ettiği Sultan Ahmet Camii en haşmetli cami falan diye dini bundan ibaret görmesin. Veya birisi bir ofiste oturmuş, orada ‘ben dini temsil eden müftüyüm, vaizim’ falan diyor ya, bunlar aklına gelmesin. Dinin temeli böyle bir varlık anlayışına dayanır. İnsanlara bunları sunmak lazım. Yoksa insanlar dinden korktular ve ümitlerini kestiler.”
Katılımcılardan birisinin şöyle bir sorusu oldu, chatten yazdığı: “Metinde ‘zamandan ve mekandan münezzeh bir Yaratıcıdan bahsediliyor. Bir kimse böyle bir Yaratıcının bulunduğuna iman etmezse ‘kaos vardır’ diyemez mi? Çünkü Yaratıcısız bir şekilde baktığında varlıklar oluşup duruyor, zigotlar bebek oluyor, bir sürü canlılar oluşuyor ve ölüyor. Bütün bunların birisi tarafından yapıldığını düşünmezsem, bu bende kaos olur sanırım.” Önceki müzakereci tekrar söz alarak şunları paylaştı: “Bu soru güzel görünüyor ama içerisinde bir çelişki taşıyor. Bir kimse eğer Yaratıcıya inanmazsa ‘kaos’ diyecek, ‘kendi kendine oldu’ diyecek. Bir şey diyecek. Bir izah getirecek. Çünkü insan varlığı sorgulayan bir kapasitede var edilmiş. İnsan demek sorgulayan varlık demektir. Sorgulamayana insan denir mi bilemem. ‘Nereden geldi’ diye soruyor, ‘nasıl oldu’ diye soruyor. O kapasite bizim varlığımızda, fabrika ayarlarımızda var. İnkar edemeyiz. Vakıamız bu. İnanmayanlar da bir sebep söylüyorlar. Demek ki insan bir sebep arıyor. Eğer sebep olarak kainata, varlığa bakar da ‘bu varlık nasıl oldu da var oldu’ noktasında varlığın kendi yaptığı tanıklığı, şahitliği dikkate almayıp ‘din diye bir şey var, bunu Allah taptı diyor; görmedim etmedim, ben bunlarla uğraşmam’ deyip de ‘ben varlığı kendi içinde anlatacağım’ derse, bir şey uyduracak, bir şey söyleyecek, mesela kaos diyecek. İnsan muhakemesi şunu gerektiriyor: Kaos dediğin şey nedir, tanımla arkadaş. Veya ‘kendi kendine oldu’ diyorsun. ‘Kendi kendine oldu’ dediğin şey nedir, bir şey kendi kendine olabilir mi? Böyle bir özelliğe sahip mi? Bu özelliği gördün mü, eşyanın kendisinde? İşte bebek büyüyor. Bir kimse ‘anne karnında zigot kendi kendine büyüyor’ demesi için elinde delil olacak. Zigotu oluşturan malzemede tercih etme iradesi, tercihini uygulayacak gücü, nasıl bir sonuca doğru hatasız bir şekilde gelişeceğini bilmesi ve sonuca hedeflenerek bir insan oluşumunu gerçekleştirecek merhameti var mı? Yok.”
“Biz, biliyorsunuz, ‘delil yok, delil göremiyoruz’ deyince onlar da diyorlar ki, ‘sen Allah’ı göster’. Hayır, ben Allah demedim. Ben diyorum ki, ‘şu varlık nasıl var oldu? Şu özelliklere sahip şu varlık nasıl hayat buldu? Ne aklına gelirse zigot de, karınca de, deve de, güneş de, yıldız de fark etmez. Bu nasıl var oldu? Hem bir varlığın başka duruma geçmesi için irade lazım, ilim lazım. O şeyin en uygun yere yerleşmesi için o atomun her parçacığının bunları belli esaslara oturtması lazım. Yani o yapının bütünüyle çalışması için bir tuğlanın en uygun yere konması gerektiği gibi ‘sen de şuraya yerleşeceksin’ demesi lazım. Yani bütünlüğün bozulmaması için, yapmış olduğum plana uysun, diyecek bir usta lazım; şuurlu bir varlık lazım. Peki senin ‘kaos’ dediğin şeyde böyle bir irade var mı, böyle bir bilinç var mı? ‘Tanımlama bakalım’. Ben diyorum ki, böyle birisi olması lazım, yoksa ben zigotun büyümesini izah edemem. Neye göre büyüyor? Hangi plan ve programa göre büyüyor? Bu plan ve programı kaos dediğin şeyle, rastlantı dediğin şeyle açıklayabilir misin? Bunlar o şeyin varlık kaynağı olabilir mi? Bunu sorguladıktan sonra bakıyorum ki bir zigotun bir günlük büyümesinde hangi değişiklikler oluyor, -bırakalım bir günlük hareketliliği, bütün hücrelerdeki hareketliliği-, biyologlar şöyle diyorlar ya, ‘bir hücrede bir saniyede 6.000 kimyevi reaksiyon oluyor.’ Bunların hepsinin mükemmel bir şekilde olması gerekiyor. Nedir bunların aslı, esası? Parçacıklar. Parçacıkların aslı, esası nedir? Yani maddedir ya madde gibi görünen bir şeydir. Aklı, bilinci var mı? Hayır, öyle bir özelliği yok. Tamam, Allah’a inanma veya inanmama söz konusu değil başta. Bunları organize eden, yani evrende, evrenin varlığında gördüğüm o mükemmel düzene uygun bir şekilde pozisyon vererek varlığını devamlı sürdürebilecek olan bir kaynağı kainat içinde görmüyorum. Öyle bir özelliğe sahip ne bir atom ne bir parçacık yok, kimse gösteremiyor! O zaman bu kainatın tümünün kainat cinsinden olmayan bir varlık tarafından, şuurlu-bilinçli birisi tarafından var ediliyor olması lazım sonucu ortaya çıkıyor. Ben de bu kainatı gözlemleyerek böyle bir sonuca ulaşıyorum. İnkar edersem kendimin gerçekliği ile çelişmiş olurum. İşte bundan sonradır ki ben diyorum, ‘zamandan mekandan münezzeh olması gereken’, evrenin cinsinden olmayan ve fakat tüm evrenin birden varlık kaynağı olan yani ‘mutlak’ olan birisinin olması lazım.”
“Bir arkadaş ‘kaos varsa düzen nasıl olur ki’ diyor. Bence bunu söylemekten önce ‘kaosu tarif et’ demek lazım. Kaosta varlık kaynağı olma özelliği var mı? Bazı kişilerin varlığı izah etmek için uydurdukları kavramı kabul etmek, sonra da bunun üzerine argüman geliştirmek bence mantıkî hatadır. Öyle bir şey var mı önce, demek lazım, var mı ki üzerine konuşalım. Ta ki, ‘düzen varsa kaos nasıl var olur’ diyelim. Adamın birisi oturmuş, sırf kendisini ikna etmek için, Kaostan Doğan Düzen diye hacimli bir kitap yazmış. O zaman adam şöyle yapacak, böyle yapacak, kitabına uyduracak. ‘Ya, işte bak, oluyor işte’ diyecek. Oluyor da nasıl oluyor? Bu oluşumun kaynağı ne? Esas buradan başladıktan sonra, ‘Bir yaratıcı olması lazım’, diyorum. ‘Bu Yaratıcı kainat cinsinden olamaz’ diyorum. Ondan sonra ‘bu kainatın yaratıcısı böyle yapmış diyorum’ rahat ediyorum Niye? İzah ediyorum. Her hangi bir varlığa baktığımda, mesela bir ağaç yaprağına baktığımda, ‘bu yaprağın özellikleri yaprağın atomlarından, parçacıklarından veya çekirdek gibi parçacıklara yerleştirilen DNA’dan kaynaklanıyor olamaz’ diyorum kendime. Çünkü böyle bir özellik yok onlarda. Demek bunu, kainatın tümünü kendi içinde uyumlu bir düzen dahilinde kim var ettiyse, bu yaprağı da, bu yaprağın hücresini de, atomunu da, büyümesini de, yaşlanmasını da O yapmış olabilir’ diyorum. Başka bir açıklama yolu yok, gösteren varsa buyursun. Gösteremez!”
“Birisi kaos dediği zaman kainatın içinden bir şeyi söylüyor. Yok, bunu kast etmiyor da, ‘kainat dışında bir heyula var, o bunları yapıyor’ dediği zaman, kainat cinsinden olmayan bir şeyden bahsetti, kainat cinsinden olmadığı için ancak ‘mutlak’ yani kainat ile sınırlanamayan ‘mutlak’ yani mutlak özelliklere sahip olması zorunlu olan birisi olur ki ‘hoş geldin, aynı şeyden bahsediyoruz’ demektir. Sen kaos diyorsun, ben Allah diyorum. Kainat cinsinden olmayan diye bahsedince tamam. Zaten Kur’an’ın gayba iman dediği budur. Hangi dilde nasıl ifade olunursa olsun Kur’an’ın Allah dediği, ‘kainat cinsinden olmayan, tanımlanamayan, mutlak özelliklere sahip olması zorunlu olan, kainatın veya kainattaki her hangi bir varlığın ancak Onun tarafından yapılabileceği sonucuna ulaştığın Kaynaktır. İman da böyle bir Kaynağın olmasının zorunlu olduğu sonucuna ulaşıp bunu onaylamanın adıdır.”
“Evet, toplumda bazıları bununla meşgul. Bizim tavrımız, ‘bir Allah var, O bütün bunları yaptı, O mutlaktır’ demek değildir. Ya? Bu kainat sanki bir ayna gibi, sanat eseri. Kendisine bakıyorsun camı değil de içine yansıyanı görüyorsun. Hah işte, buna gayba iman denir. Ama aynaya yansıyan aynanın içinde yok. Dışarıda ayna ile hiçbir ortak özelliği olmayan bir ışık kaynağı var. Bu bir metafordur, metaforlar yaratık cinsinden olduğundan bunu sonsuzla çarpmak gerekir. Yani bu metaforda demek ki kainat ayna gibi bir sanat eseri. Nasıl ki içinde yansıyan parıltılar, onun dışında olan bir sanatkar tarafından yapıldığını gösteriyorsa, öyleyse kainat da bir ayna gibi, -sırlı bir ayna, yani bir tarafı yansıtmayan bir madde ile kapatılmış, kaba bir cam gibi- ama hep kendisinin sanatkarını gösteren bir sanat eseri. Kainat da sanatkarını gösteriyor. Nerede bu sanatkar? Aynanın içinde değil. Olamaz! Ayna ile aynı cinsten de olmayan, çünkü olsaydı o da aynanın bir parçası gibi özelliklere sahip olurdu ki, ancak dışarıdan gelen bir ışık kaynağına muhtaç olurdu. Yani aynadaki ışık kaynağı değil, o ışığa muhtaç bir başka ayna. Aynayı oluşturan parçacıkları da kendilerinde yansıyan özelliklerin, -onlar nelerse-, varlık kaynağı olamaz. Ayna kendisine yansıyan ışığın kaynağı olamaz. Bu insan mantığının zorunlu olarak ulaştığı sonuçtur. Aynada yansıyan ışık aynadan olamaz Ya? Ayna cinsinden olmayan başka bir Kaynaktan gelmesi zorunludur. İşte akıl bunu makul hatta zaruri görür. İman da zaten aklî muhakemenin sonucunda gerçekleşen bir onaylamadır. İman gerçekten senin aklî muhakemenle kainatı açıklarken ulaştığın sonuçtur.” İman, tevhid, vahdet ve ehadiyete dair olan bu dersler yer yer tekrar gibi gözükmekle beraber, hem iman konularına yaklaşırken takip edilmesi gereken usulün hem de temel konuların güçlenmesine ve pekiştirilmesine vesile olduğu için, -kendi adıma-, çok kıymetli görünüyor. Allah razı olsun.