Ders Notları

Kendimizin Onayladığı Gerçekleri “Yaşayan Dil” ile Sunmak

Kendimizin Onayladığı Gerçekleri “Yaşayan Dil” ile Sunmak | Ha-Mim

Ha-mim’in geçtiğimiz hafta sonu (14. 08. 2022) yapılan Şualar dersinde (https://www.youtube.com/watch?v=3W1z6UxoP0I), İkinci Şua’nın İkinci Makamının okunmasına ve müzakeresine devam edildi. “Tevhid, vahdaniyet ve vahdet” hakkında temellendirmelerin yapıldığı bu bahisle ilgili olarak aşağıdaki paragraf değerli müzakerelere konu edildi:

“Amma, Kibriyâ ve azamet ve celâlin vahdete şehadetleri ise, o dahi Risale-i Nur’da parlak burhanlarıyla beyan edilmiş. Burada gayet muhtasar bir meâline işaret edilecek. Meselâ, nasıl ki, güneşin azamet-i nuru ve kibriyâ-yı ziyası, perdesiz ve yakınında bulunan başka zayıf nurlara hiçbir cihetle ihtiyaç bırakmadığı ve tesir vermediği gibi, öyle de, kudret-i İlâhiyenin azamet ve kibriyası dahi, ayrı hiçbir kuvvete, hiçbir kudrete ihtiyaç bırakmadığı gibi, onlara hiçbir icadı, hiçbir hakikî tesiri vermez. Ve bilhassa kâinattaki bütün makâsıd-ı Rabbaniyenin temerküz ettiği yeri ve medarları olan zîhayat ve zîşuurları başkalara havalesi kàbil değil. Hem hilkat-ı insaniyenin ve hadsiz enva-ı nimetin icadındaki gayelerin tezahür ettiği yerleri, menşeleri olan zîhayatların cüz’iyatındaki ahval ve semeratı ve neticeleri başka ellere havalenin hiçbir cihet-i imkânı yoktur. Meselâ, bir zîhayat, cüzî bir şifası veya bir rızkı veya bir hidayeti için Cenâb-ı Haktan başkasına hakikî minnettar olmak ve başkasına perestişkârâne medih ve senâ etmek, rububiyetin azametine dokunur ve ulûhiyetin kibriyasına ilişir ve mâbudiyet-i mutlakanın haysiyetine dokundurur, celâlini müteessir eder. (Şualar, İstanbul 2020, s. 17)

Parça ile ilgili olarak moderatör ve diğer katılımcıların yorumları ile, bende bilahare oluşan çağrışımlar çerçevesinde şunları paylaşmak mümkün: Metinde geçen kibriya, azamet ve celâl kelimeleri yakın anlamlı olarak büyüklük, yücelik, ululuk anlamına geliyor. Güneşin ışığı ve ısısı dünyada gördüğümüz ışık kaynaklarına oranla gerçekten “azamet-ı nura” sahip. Mesela dış yüzeyindeki sıcaklık 5500 derece, çekirdeğin sıcaklığı ise 15.6 milyon derece olduğunu söylüyor uzmanları. Böyle bir ısı ve ışık kaynağı, dünyada, söz gelimi, bir mum ışığının, bir lambanın, bir jeneratörün verdiği enerji ile elbette kıyaslanamaz. Güneşten gelen o muazzam aydınlık karşısında bunların hiçbirisinin değeri olamaz. Güneş ışığının tam olarak geldiği gündüz vaktinin ortasında yanan bir mumun ya da bir lambanın ışığı yok hükmünde kalır. Daha açık bir ifade ile güneşin ışığı bunların varlığını ilana izin vermez, ihtiyaç bırakmaz, tesir icra etmelerini mümkün kılmaz.

Müellif metinde, güneşin “azamet-i nuru”na ve “kibriya-yı ziyası”na göndermede bulunduktan sonra sözü Kudret-i İlahiyenin azamet ve kibriyasına getirerek, bunun da hiçbir kuvvete, hiçbir kudrete ihtiyaç bırakmayacağını, hiçbir varlığa etkenlik vermeyeceğini dile getiriyor. Bu izah tarzı, bakıldığında, meselenin akla yaklaştırılması için yapılan bir kıyaslama niteliği taşıyor. Öte yandan güneş ve benzeri varlıklar için söylenen azamet, kibriya ve celâl gibi sıfatlar nisbî büyüklüğü ifade ederken, Yaratıcının Kudreti için söz konusu olan kibriya, azamet ve celâl ise fizikî anlamda daha ileri seviyede bir büyüklüğü değil, -mantıkî bir çıkarım olarak-, sonsuz bir kudreti ifade ediyor. Dolayısıyla, nasıl ki nispî büyüklüğüyle birlikte güneş başka zayıf ışıklara ihtiyaç bırakmıyor, onlara etkenlik vermiyorsa, -tarif gereği-, sonsuz kibriya ve azamet sahibi olan İlahî Kudret de büyük-küçük, önemli-önemsiz, geride-ileride hiçbir varlığa icad özelliği vermez, etkenlik rolü biçmez, ihtiyaç da duymaz.

Yine metinde ifadesini bulduğu üzere, böyle sonsuz bir Kudret, “makâsıd-ı Rabbaniyenin temerküz ettiği” şu kadar çeşitteki hayat sahibi varlıkların, keza şuur sahibi varlıkların var olmalarını, hayat bulmalarını, hayatlarının devamı için her çeşit ihtiyaçlarının teminini başka kaynaklara bırakmaz, başka mercilere izafesine müsaade etmez, gerek de yoktur. Kendisi Mutlak olması gerektiğine göre her hangi bir yardımcıya ihtiyaç duymasını düşünmek mantıken bir çelişkidir. Varlıkların her çeşidinin, her çeşidinin her bir ferdinin, her ferdinin her bir ihtiyacının karşılanmasını sağlar, sağlıyor. O halde “azamet ve kibriya” prensipleriyle aleme baktığımızda büyük-küçük, canlı-cansız, tür-fert ayırımı söz konusu olmaksızın her şeyin, Ezeli Kudretin birliğine, sonsuzluğuna, mutlaklığına şahitlik ettiği anlaşılıyor.

Metnin içeriği ile ilgili olarak bu tür yorumlardan başka bir müzakereci de metnin dili ile ilgili olarak şunları söyledi: “Metnin muhtevasıyla ilgili olarak önemli noktalara dikkat çekildi. Ben de kullanılan dile dikkat ettim. Kullanılan dilde ilginç bir söylem tarzı var. Risale-i Nur’u okuyanlar veya sık sık Risalelere referansta bulunanlar bu dile alıştıkları için onlara normal geliyor, kulaklarını tırmalamıyor. Benim de tırmalamıyor. Fakat dışarıdan bakanlar bu dili garipseyebilir ya da garipseyebiliyor. Mesela metinde, “Nasıl ki güneşin azameti ve nuru ve kibriya-yı ziyası, perdesiz ve yakında bulunan başka zayıf nurlara hiçbir cihetle ihtiyaç bırakmadığı ve tesir vermediği…” cümlesi ve devamındaki cümlede “…vermez” ifadesinden hareketle, ‘kime vereceğim, elimde bir mal mı var ki vermekten bahsediliyor’ diyebilir. Oysa burada anlatılan hususu bugün Türkçede söylenme usulüne uygun şekilde dile getirmek lazım. Zira biz burada, Ha-mim çalışmalarında sadece konuları anlama eğitiminde değil aynı zamanda onları muhtaçlarla, arzu edenlerle paylaşma eğitimi içinde de bulunuyoruz. Aklımızı ikna eden, duygularımızı tatmin eden izahları yani bize ‘evet bu gerçektir’ dedirten açıklamaları başka insanlara da ulaştırma gayreti içinde olmamız gerekiyor.”

“Şimdi insanlara bakıyoruz, bazıları ‘doğa’ diyor, bazıları ‘doğa kanunları’ diyor, yahut ‘tesadüf’ diyor ya, bu kişilere bize mal olmuş hakikatleri nasıl takdim edebileceğimizi hesaba katmalıyız. Mesela Risale metinlerinde, ‘başkasına müsaade etmez ona sahip olmasını, başkasının karışmasına izin vermez’ şeklinde ifadeler var. Dışarıdan bakan birisi ‘etmezse etmesin, bana ne bundan?’ diyebilir. Biz konuyu anlıyoruz, ikna oluyoruz, anlayışımız bizde kalıyor, memnunuz, tamam da bunları başkalarıyla nasıl paylaşacağız? Eğer aynı dili kullanarak, ‘başkasının karışmasına müsaade eder mi, başkasına verir mi’ dediğimizde insanlar bize garip bakabilir, ‘ne diyor bu insan’ diyebilir. ‘Bir azamet sahibi başkasına müsaade eder mi’ deyince, ‘kim müsaade edecek canım, kainatın bir yaratıcısı var, duyuyoruz, biliyoruz, din de böyle söylüyor zaten’ diyebilir. ‘Bilmiyorum’ diyenler de var. Yahut ‘Ben de kabul ediyorum’ deyip geçiştirenler var. Şimdi bu insanlara bir mesaj ulaştırmak istiyorsak, ‘bu azamet sahibi başkasının müdahalesine müsaade etmez’ gibi söylemleri toplumda alışılmış olan ifade tarzına dönüştürmek lazım. Maksadımız; önce biz ikna olacağız, sonra ikna olduğumuz hakikatleri muhtaç olanlara, kulak verenlere, gözünü açanlara, sorgulayanlara, paylaşmak için bize imkan verenlere aktarma peşinde olacağız. İşte o zaman bunları o insanlara nasıl takdim edeceğim’ sorusu gündeme gelecek.”

Risale-i Nur müellifinin de Kur’an’dan anladıklarını kendinde tecrübe ettikten sonra zamanın insanlarının anlayacağı en sade dil ile sunduğunu görüyoruz. Dikkatli bir şekilde Kur’an terimlerini hem kullanıp hem de açıklayarak okuyucularının Kur’an ile tanışmalarına aracı olmak için kasıtlı bir amaç güttüğünü fark ediyoruz. Bizim de bu metinleri anlama, mutlu olma gayretine girip, anlayıp, onayladığımız kadarıyla çevremizdeki insanlara yardımcı olmak maksadıyla onların alışık olduğu dil, söylem ve örneklerle onlara ulaştırmamız insaniyetimizin gereğidir.

“Burada bizim maksadımız aynı zamanda bu takdim tarzını öğrenmek olmalı. Yani bu kainat, kainatın her bir parçası, her bir varlığı, bunlara varlık veren sonsuz bir kaynak olması gerektiğini gösteriyorsa, bunu anladıktan sonra gelip de bir başka parçadaki her hangi bir özelliğin, -ki bu da muazzam bir özelliktir-, onu ben bir başka şekilde izah edebilir miyim? Yani kainatın tüm yaratıcısının dışında, O yaratıcıdan başka bir kaynak bulup da onunla izah edebilir miyim, dememiz lazım. Mesela insanlar ‘oluşuyor’ diyor, ‘gelişiyor’ diyor, ‘evrimleşiyor’ diyor, ‘doğadır’ diyor, ‘doğa kanunudur’ diyor. Acaba bunlar neyi ifade eder? Böyle, -olması gereken-, sonsuz Kudreti bu izah tarzları içine yerleştirip, ‘demek ki şu izah yani sonsuz kudret dışında, şöyle doğa denilen şeyle izah edebilirim’ derse bu mümkün mü? demek lazım. Gerçekten sen doğa diyerek ne diyorsun? Neyi kast ediyorsun ki, ‘işte bu özelliğin varlık kaynağı budur’ diyebilelim. Moderatörün ifade ettiği gibi, diyelim ki bir parçacık gelip oraya çarpıyor, buraya çarpıyor; -çünkü Yaratıcının mutlak oluşuna inanmayanlar var, onlar bir yaratılış düzeni var demiyorlar-, ‘işte dönmüş, dolaşmış, varlığını devam ettirebilecek bir yol seçmiş, o yolda ilerlemiş, çevresine uymuş, sonunda işte böyle bir düzen gelişmiş’ diyorlar. Peki o şeyde veya etrafında bunu gerçekleştirecek öyle bir bilinç görebiliyor musun? Tabiat dediğin şey nedir ki bu evrenin ve düzenin varlık kaynağı olduğunu söyleyebilelim, demek lazım. Başa dönüp tekrarlayacak olursam, ‘O sonsuz Kudret sahibi başkasının müdahalesine müsaade etmez’ deyince, insanların bundan bir şey anlayacağını hiç zannetmiyorum. Risale diline alışık olmayanlar bir şey anlamaz. Hatta ‘inanıyorum’ diyenler de bir şey anlamaz. O halde dilimizi onların anlayacağı tarza dönüştürmek gerekiyor, diye düşünüyorum.”

“Bu demek değildir ki, metnin çok maksatlı bir şekilde kullandığı dili değiştirelim, orijinal dil üzerinde tasarrufta bulunalım. Mesela, Kur’an üzerine tarih boyunca binlerce tefsir yazılmış, fakat orijinal dil üzerinde tasarrufta bulunmak Kur’an’ın anlaşılmasına yardımcı olmak değil, bilakis onu soysuzlaştırma, her düzeydeki insana hitap etme özelliğini saptırma demektir. Kısaca söylersek tefsiri, tercümeleri yapılarak o çağın insanlarının anlayacakları dil ile, bilgileri ile, kültürleri kapasitesinde örneklerle insanların anlayacağı dil ile açıklamak gerekir. Her çağın kendine özgü diline ve söylem tarzına göre, uzmanların orijinal metnin ulaştırmak istediği maksadı anlayıp o maksadı çağın insanlarına sunması beklenir.”

“Risale-i Nur müellifinin de Kur’an’dan anladıklarını kendinde tecrübe ettikten sonra zamanın insanlarının anlayacağı en sade dil ile sunduğunu görüyoruz. Dikkatli bir şekilde Kur’an terimlerini hem kullanıp hem de açıklayarak okuyucularının Kur’an ile tanışmalarına aracı olmak için kasıtlı bir amaç güttüğünü fark ediyoruz. Bizim de bu metinleri anlama, mutlu olma gayretine girip, anlayıp, onayladığımız kadarıyla çevremizdeki insanlara yardımcı olmak maksadıyla onların alışık olduğu dil, söylem ve örneklerle onlara ulaştırmamız insaniyetimizin gereğidir. Eğer bir kaynaktan faydalanıp daha anlamlı, dolayısıyla daha mutlu bir hayat yaşıyorsam, bu mutluluk kaynağını paylaşmayıp başkalarının da mutlu olmalarını istemezsem cimrilik yapmış olurum, kendimi suçlu hissederim.”

Aklımızın ikna olduğu, kalbimizin tatmin olduğu hakikatlerin başkalarına takdiminde, dil konusuna dikkat çeken müzakereciyi dinlediğimde, temel görevleri Yaratıcıdan aldıkları mesaja insanlara iletmek ve hayatlarına yansıtarak uygulama örnekleri sunmak olan peygamberler hakkındaki şu ayet aklımdan geçti: “Biz her peygamberi, ancak kendi toplumunun diliyle gönderdik ki, onlara Allah’ın kendilerine ilettiği mesajları iyice açıklasın” (İbrahim 14/ 4). Her zaman olduğu gibi, derse aktif veya pasif katılım sağlayanlardan ve bu önemli tefekkürleri paylaşanlardan Allah razı olsun, diye dua ediyorum.

Yazar hakkında

İlyas Üzüm

Dünyalıyım. Güneş Sistemi sokağında oturuyorum. Yaşadığım Samanyolu galaksisi şehrini bile gezemedim. Yolda mıyım, emin değilim ama "yolda olmak, yolcu olmak" istiyorum; zaman ve varlığın sonsuz yolculuğunda.

Yorum yazın