Usûle Dair

Delil-i Akli ve Delil-i Nakli Nedir? “Devir Lazım Gelir.” Ne Demektir?

Delil-i Akli ve Delil-i Nakli Nedir? "Devir Lazım Gelir." Ne Demektir? | Ha-Mim

Mehmet Ali – Şu argümanın zarafetine bir bakar mısınız? Hayran olmamak mümkün değil.

“Evet, tevhid ve nübüvvetin ispatları, yalnız delil-i naklî ile sahih değildir. Çünkü devir lâzim gelir.
Evet, Kur’ân ve hadîsten ibaret olan naklî delillerin sıhhati, nübüvvetin sıhhat ve sıdkına bağlıdır.

Eğer nübüvvet de delil-i naklî ile ispat edilirse, muhal lâzım gelir. Bunun için, Kur’ân-i Kerim, tevhid ile nübüvveti delâil-i akliye ile ispat etmiştir. Amma haşir meselesinin hem aklî, hem naklî delillerle ispatı sahihtir.” İşârâtü’l-İ’câz

İnsana tam bir itminan veriyor. Elhamdülillah.

Ali – Çok önemli bir hassasiyet. Denildiği gibi hayran olmamak mümkün değil.

Bizim alıştırıldığımız düşünce kalıpları içerisinde pek yeri olmayan bu düsturlar ilk okunduğunda bilgi cinsinden anlaşılsa bile düşünce tarzımıza yerleşmiyor. İmanî meselelerin anlaşılmasında ve uygulamaya konmasında en önemli bir düstur olan bu ifadelerin biraz daha açıklayıcı, bizde iz bırakmasına imkan verecek olan örneklemelere ihtiyaç var.

Said Nursi’nin eserlerinde neredeyse her yerde uyguladığı bir düsturun özet ifadesi olan bu cümleleri biraz açarsanız çok memnun olacağım.

Mehmet Ali – Bir kaç zaman önce espirili ama içerisinde bir hakikati barındıran bir ifade okumuştum: “Bir şakayı açıklamak, biyoloji dersinde kurbağanın anatomisini incelemek için karnını yarmaya benzer. Amaç hasıl olur ama bu arada kurbağa ölür.” Bu da onun gibi. Bazı şeyler var ki bazen açıklanmadan o halleri ile zevk edilmesi gerekiyor gibi.

Mamafih dediğinizde haklısınız. Örneklendirmeye çok ihtiyaç var. Çünkü kelime olarak anlamak ile pratikteki uzantılarına vakıf olmak birbirinden farklı iki olgu. Siz de hemfikirsiniz sanıyorum.

Madem bahsi geldi, burada bir başka hassas noktayı da dikkatinize sunayım. O hassas nokta da şu: Malum, genel prensip olarak başkalarının elindeki ile uğraşmaktansa kendi mesleğimizi icra edelim diye bir düstur var. Zira, başkalarınınki ile uğraşınca, el mecbur, bizim gözümüze çoğunlukla problemler takılıyor veya batıyor. Karşı taraf da istemiyor ki, onun ayranına ekşi diyelim. Bununla birlikte, böyle bir tutumu takınan kişilerin önüne çıkan şöyle bir problem var diye düşünüyorum. Bizim elimizdeki ayranın hangi hastalığa iyi geldiğini söylemeksizin o haliyle ifade etmek her zaman bir derde deva olmuyor. Bilmem anlatabiliyor muyum?

Bir diğer ifade ile, bu bahsi geçen argümanlar dizisinin bana göre harikuladeliği, etrafımda müşahede ettiğim “ayranların” ekşiliğini düşününce tam anlamıyla zuhur ediyor. Onların arka fonuna koyunca, bu prensiplerin zerafeti insana lezzet veriyor. Dolayısı ile, bu problemlerden haberi olmayanların veya aradaki ilişkiyi görmekte zorlananların, benim alıntıladığım yerin hakkıyla tadını çıkarabileceğinden şüpheliyim. Biraz damdan düşmek icap ediyor herhalde.

Bunları bir kenara bırakıp biraz kuru ve neşesiz haliyle söylemek gerekirse eğer, “mantık kuralı gereği, bir şeyin hakikati için kendi içerisinden delil verilemez” diyor Üstad. O halde, Kur’an’ın hak olduğunu isbatlamak için Kur’an’ın kendi içerisinden ayet okuyamazsınız diyor.

Aynı şekilde, Peygamberin hak olduğuna Kur’an’dan ve de kendi sözlerinden delil olmaz diyor. Ve hatta, naklî delil getirirken bile bunun yanında muhakkak aklî delil de getirmeniz lazım diyor.

Dikkat ederseniz, her hâlükârda muhakkak bulunması gereken delil türü aklî olan. Nakil, hiçbirzaman kendi başına bir delil olarak kabul edilmiyor! Bunu duyup da eğer yerinizden bir oturup bir kalkmadıysanız, meselenin önemini kavrayamadınız demektir. Böyle olunca da tabii, piyasadaki argümanların yüzde kaçının çöpe gittiğinin hesabını kimseye söylemeden gizli gizli kendi içinizde bir yapın bakalım.

Benim için bu argüman silsilesinin en önemli tarafı da şu: Bunların hiçbirisi “dinî” argüman değil — içerisinde Kur’an ve peygamber kelimeleri geçse dahi. Bunların hepsi “insanî” argümanlar. Her insan olan insan, “hakikat gerektirir ki” diye cümleye başlayıp bu ifadelerin hakikatini tetkik edip, tasdik edebilir. Bu kadar rahatıkla ve ferde hürriyet verecek bir şekilde dini anlatabilmek her kişinin yapabileceği bir iş değil. “Dinde zorlama yoktur” hakikatini hatırlamadan edemiyor insan.

Bu hamurdan kaç fırın ekmek çıkar artık bilinmez…

Ali – Teşekkür ederim Mehmet Ali hocam.

Benim dikkatimi çeken ve belki de anlaşılması zor olan “Çünkü devir lâzım gelir” ifadesi idi. Siz de bunu kısaca ifade etmişsiniz. Gerçi örneklendirmeye girmemişsiniz, çünkü “başkalarının ayranı”nın ekşi olduğunu söylemek zorunda kalacağınızdan kaçınmış olabilirsiniz diye düşündüm. Değilse örnek vermekte çok fayda var.

Kur’an’da inkâr ve nifak, çok ciddi bir şekilde reddedilip eleştiriliyor. Hatta çok tehdit edici ifadeler kullanılarak sanki “Hodri meydan!” deniyor. “Eğer deliliniz varsa karşı çıkın ve bu söylenilenlerin “hak” olmadığına dair delil getirin, getirmezseniz ben de sizi ebedi azap ile tehdit ediyorum” tarzı ifadelerle dolu Kur’an.

Kur’an’ın kendisini “Furkan” olarak takdim etmesi de ilginç. Yanlış ile doğrunun, hak ile batılın arasını açmak için mukayese yapmak zorundayız. Yapılan her mukayesenin bir tarafın yanlış ve batıl, diğer tarafın ise doğru ve hak olduğunu sergilemesi gerekir. Kaçınılmaz olarak “senin ayranın ekşi” demek zorundasınız.

Pratik örneklemelerle konunun açılmasında fayda var.

Ben bir örneğini gençliğimde yaşamıştım. Diyanet İşleri Başkanlığı her Ramazan ayında Sultan Ahmet Camii’nin avlusunda kitap fuarı açardı, şimdi bilmiyorum ne yapıyorlar. Burada Diyanet İşlerinin yayınları da sergilenirdi. Bu yayınlar içinde bir kitap dikkatimi çekti. Bu kitap, İslam dinini gayr-i Müslim turistlere (Sultan Ahmet’e çok turist geldiği için) tanıtmak amacıyla hazırlanmıştı. İlk önce kitabın kapağını görünce, “Gayet yerinde bir teşebbüs, tebrike şayan” demiştim. Kitabın birinci sahifesini açınca şu ayetin mealinin ilk sahifeye konduğunu gördüm:

“Hiç şüphesiz din, Allah katında İslam’dır…” Al-i İmran (3): 19

Çok üzülmüştüm — böyle bir müessesenin gayr-i Müslimlere getirdiği delilin bu ayet olduğunu görünce. Zira “Allah katında din İslam’dır. Çünkü Kur’an böyle söylüyor” demeye gelen bir delil ile gayr-i Müslimleri ancak kendimize güldürürüz. “Kerameti kendinden menkul evliya” deriz ya. İşte onun gibi bir şey. Gayr-i müslim demek, Kur’an’ın hak ifade eden bir kaynak olduğuna inanmayan demektir. Bu kişiye siz, Kur’an “Allah’ın kabul ettiği tek din İslamdır” diyor derseniz eğer, onun İslam’ı reddetmesi için yardımcı olursunuz. “Bu kadar kendi içinde devir lazım gelen bir mantık ile düşünen kişinin dinini kabul etmek için bir kişinin düşüncesiz olması gerekir. Ve ben de böyle bir duruma düşmediğim için çok memnunum” der ve İslam’a olan merakını tamamen silip atar.

“Çünkü devir lâzim gelir” ifadesi o kadar önemlidir ki, “kendi içinde kendisinin haklılığını iddia eden” bir ifade olduğu için, insanı inkara teşvik eder. İnsan mantığına ters düşer, insan olan bu hali reddeder.

Bizim de çok dikkat etmemiz lazım böyle bir duruma düşmemek için.

Mehmet Ali – Dini profesyonel olarak çalışan ve hatta dinin felsefesinin temellerini en detayına kadar inip bu konuda akademik çalışma yapan ve adı da müslüman olanlara son bir kaç zamandır sorduğum basit bir soru var: “Allah rızası için” ifadesinin hakikatini ve manasını ve nasıl doğru olarak kullanılması gerektiğini bana anlatır mısınız?

Allah sizi inandırsın, şu ana kadar bu soruya “devir lazım gelir” hatasını işlemeden cevap vereni duymadım. Bir diğer ifade ile, ünvanlarını elde ettikten sonra dinin kendilerine sorulacağı ve adlarına da uzman ve akademisyen denilen Müslüman alim adayları, daha neden Allah rızası için dediklerini bile bilmiyorlar.

“Ben her işimi Allah rızası için yapıyorum” diyor. “Ne demek diyorum?” Devir ile cevap veriyor. “Çünkü” diyor, “Allah’ı memnun etmek gibi bir niyetim var.” Kardeşim, şeytanı memnun etmek için bunu yapıyorum diyen var mı ki zaten? Herkes bir ayet ve bir hadis okuyor. Senin farkın ne? Hiç bir cevap yok… İnsanın oturup saçlarını teker teker yolmaması çok zor.

Sizler de isterseniz deneyin bu soruya cevap vermeye: Allah rızası ne demek? Devire düşmeyin ama….

“Dinî” bir argüman getirmeden bunu açıklayabilecek var mı?

Bahattin – Anlamadım. Neyi kastediyorsunuz? İlle-i gaiye nasıl devir olabilir?

Mehmet Ali – Siz, Allah rızası için cümlesinin hakikatini ifade ettiğini düşündüğünüz açıklamanızı söyleyin, ben nasıl devir hatasını içerdiğini size söyleyeyim.

Bahattin – Marziyatın mutlak ve müfassal tanım ve tarifini ben bilemeyeceğim. Hakkında birçok şey yazılıp çizilmiş. Kale-kilelere gerek yok. Ama mücmel bir ifade ile örfü, nâsın anladığı gibi ifade edecek olursam Allah’ın muhabbeti derim. Bila teşbih, annenin ve babanın senden razı olması gibi.

Mehmet Ali – Malumunuz, tahkik basamağı veya basamakları mesela “Allah birdir” veya “Allah rızası için” türü ifadelerden önce gelir. Örneğin, camiye gider ve Allahu ekber deyip namaza durursunuz. Bu cümlenin içersinde tahkik var mı veya yok mu diye düşünmek ve evveliyatındaki tefekkür basamaklarını açıklamak orada yapılacak şey değildir. O ana kadar ne kadar kendi hayatınızda tahkik yapabilmişseniz, namaz için ellerinizi kaldırdığınızda ancak o kadar Allahu ekber diyebilirsiniz.

O halde, “Allah rızası demek, Allah’ın muhabbeti demektir” cümlesi kendi başına tahkik basamaklarını göstermez. Bu cümleyi sizin tahkik ve tasdikden geçirip geçirmediğinizi biz bu haliyle bilemeyiz. O yüzden, sizden açıklama rica etmiştim. Aynı şekilde, “Ne yani? Allah bir değil mi? ” türünden kestirme cümleler de o halleri ile tahkiki bize anlatmaz.

Tahkikin kelime olarak anlaşılması kolay olmakla birlikte, Ali hocanın mesajında dediği gibi, pratikteki uzantılarının ne olması gerektiğini keşfetmesi çok zordur; zaman ister, emek ister. Ve de en önemlisi, “dinî” alışkanlıklarımızdan kurtulmayı zorunlu kılar — ki, belki de en zoru budur.

Özetle söylemek gerekirse, tahkik basamakları, bizim genelde atlayarak sonuç cümleleri şeklinde söylediğimiz ifadelerden önce yapılması gereken işlemlerden oluşur. Dolayısı ile, kendisine “tahkik” sorduğunuz kişinin, “Allah birdir” cümlesi, tahkiki açıklamadığı için, yanlış cevaptır. Bunun anlamı, “Allah iki tane” demek değildir. Allah’ın birliğini bana anlatamadın demektir. Ve bu anlatma da, bu mesajların başında alıntıladığımız düsturlarda olduğu gibi, insanî argümanları içermelidir.

Bu açıklamalardan sonra, bir kez daha baştaki soruyu tekrarlayayım: Allah’ın rızası için bir hareketi yapmanın tahkiki açıklaması nedir? Bu soruyu daha önce duymadığınız için bambaşka bir cevap bekliyoruz gibi düşünmeyin. Eğer Risale-i Nurların usûlüne vakıf iseniz, oradaki meselelerin nasıl açıklandığını düşündüğünüzde kolaylıkla bulabilirsiniz.

Bu arada, bu kavramları tarihteki alimler şu şekilde açıklamışlar türü bir cevap, eğer tahkik basamaklarını vermiyorsanız, hiç birşey ifade etmez. O yüzden, onları bilmemenizi dert etmeyin; zaten bilseniz de onları o halleri ile bir açıklama olarak kabul edecek değiliz. Bir tanımın başına, “Hazret-i İmam buyurdu ki” diye bir ifade eklemek burada kimseyi ikna etmez.

Buyurun.

Bahattin – Bu benim sorumu yine cevaplamadı. Meseleyi siz şimdi tahkike bağladınız, oysa “devir lazım gelir” diyorsunuz. Tahkik ile devir arasında ilm-i mantık açısından ciddi bir fark var.

“Allah’ın rızası için” cümlesi tahkike dayalı bir cümle mi? Yoksa gayesel ve hedef belirleyici bir cümle mi? Rızanın içeriğini ben, siz veya herhangi biri nasıl doldurursa doldursun bu önemli değil. Ama ben birşeyi yaparken rızayı gaye ve maksad olarak benimsemişsem, bunu “tahkike” dayalı yapmama gerek yok. Sırf, irade ettiğimden dolayı yapabilirim. Bu nasıl “devir” oluyor anlamadım?

Eğer burada “Sen daha rızanın ne olduğunu kendin bilmiyorsun, onu nasıl istiyorsun?” gibi bir cümle ile reddedecekseniz, ben de derim ki; rızanın hakiki hakikat ve mahiyetini bilmemem onu isteyememem anlamına gelmez. Zira mücmel ve sathi azıcık bir malumat (yani muhabbet) iştiyak için kâfi…

Manaların, mefhumların, medlulların, maksudların, müsemmaların içeriğini doldurmak için tahkik etmek gerektir bu doğru. Ama mahiyet itibariyle derin bir tedebbür ile sathi bir tefekkür arasında, keyfiyet hariç, hiçbir fark yoktur. Velev bir katre mahiyetinde tefekkür ola.

İlm-i mantık açısından en keskin delil, en katî burhan, en yüksek kıyas üstünde en az düşünmeyi gerektiren, akla çaba sarfettirmeyen kaziyelerdir. Bunlar ise en zahir (bedihiyyat, evveliyat ve fıtriyyat misillu) gözlemler ile oluyor..

Fi emanillah…

Osman –  

“Allah rızası için” ifadesinin hakikatini ve manasını ve nasıl doğru olarak kullanılması gerektiğini bana anlatır mısınız?

Kendime sordum “bir cevabım var mı?” diye, yokmuş onu anladım. O nedenle sesli düşünüyorum…

Her konuda olduğu gibi bu konuda da olaya ancak kendi açımdan bakabilirim.

Basamakları hızlıca atlayarak yazacağım. Eğer bu varlığın bir var edicisi olması gerektiği ve bana konuşması gerektiği sonucuna varmışsam ancak o zaman O’nun rızası nerdedir diye bir arayışa girebilirim. Bu da beni Kur’an’a ve Sünnet’e muhatabiyete götürür, zira Allah’ın rızasının nerede olduğunu ancak bu iki kaynaktan çıkarabilirim. Kur’an, Allah’ın bana rehberlik için konuşması, Sünnet ise o rehberliğin insan şartlarında fiile dökülüp ete kemiğe bürünmesi. Kur’an’ın temel mesajına ve Kur’an’ın şerhi olan sünnet-i seniyyeye baktığımda merkezde tevhid, nübüvvet gibi kavramları görüyorum. O zaman Allah’ın rızasını kazanmak bu temel mesajla ilgili bir şey olmalı ve kendim bunun sağlamasını yapabilmeliyim. Böylece Kur’an, Kâinat, Nübüvvet (Sünnet-i Seniyye) bağlamında bir anlama çalışması olmalı. Yani Kur’an’ın rehberliğine kâinatta karşılık gelen olgular bulunmalı, Nübüvvet de (Sünnet-i Seniyye) bunun hayata nasıl uygulanacağına dair bir yol olmalı.

Yani özetle Allah rızası için yapıyorum dediğim şey kendi iç dünyamda ulaştığım bir itminana bakıyor olmalı ki, bu Kur’an’ın mesajının kainatta karşılığını müşahade ettim ve bunu da nübüvvetin rehberliğinde pratiğe koydum diyebileyim. Yani Allah’ın razı olup olmaması benim kendi dünyamda nefsi mutmainne olup olmamamla çok yakından alakalı gibi geldi bana… Başka bir ifade ile Allah’ın rızasının, insanın abdliğini anlamasıyla çok yakın bir ilişkisi var ve doğru orantılı.

Mehmet Ali – 

“Bu benim sorumu yine cevaplamadı. Meseleyi siz şimdi tahkike bağladınız, oysa “devir lazım gelir” diyorsunuz. Tahkik ile devir arasında ilm-i mantık açısından ciddi bir fark var.”

Nedir mesela o fark?

Devir, dairesel argüman anlamına geliyor mu? Evet. Bu meselenin anlaşılması için ilk başta alıntıladığımız parçaya dönecek olursak, bahsi geçen imanî konularda dairesel argümana düşen birisinin tahkik yapması nasıl mümkün oluyor? Eğer mümkün oluyorsa baştaki prensipleri ne demeye verdik?

“Allah’ın rızası için” cümlesi tahkike dayalı bir cümle mi? Yoksa gayesel ve hedef belirleyici bir cümle mi?

İman ile ilgili söyleyeceğimiz her cümlenin muhakkak tahkik basamağından geçmesi elzemdir. Yani imana taalluk eden her konu mutlaka aynı metod üzerinden tasdik edilmeye mecburdur. Argüman ağımızın hiçbiryerinde birşeyleri ön kabule bağlayamayız. Bu sebeple, takip ettiğimizi söylediğimiz usûl yani epistemoloji radikaldir; yani “Bazen tahkike dayanır ama her zaman da herşeyin tahkiki yapılamaz ki kardeşim” diyemeyiz. İşin zor dediğim kısmı bu.

Zira, hemen herkes, diyelim Allah’ın varlığına iman meselesi mevzu bahis edilince bir şekilde tahkik basamaklarının takip edilmesi gerektiğini teslim etmek zorunda kalıyor. Ancak, daha tali bir konuda aynı metodu takip etmesi gerektiğini anlamıyor. Bir önceki basamakta yapılan tahkikin diğerine doğrudan sirayet edeceğini sanıyor.

Örneğin, Allah’a iman ile ilgili elinde yeterince tahkik basamağı olan kişi bir sonraki basamakta mesela meleklerin varlığına iman konusunda bir önceki basamakta yaptığı tahlillerin ve tefekkürlerin yeterli olduğunu zannedebiliyor. “Allah’ın varlığını tahkik etmiş isem ve bu beni mutmain ediyorsa, şimdi de o iman ettiğim Yaratıcının melek diye bir varlık yarattığını da tasdik ediyorum” diyor; ve bunu tasdik zannediyor. Halbuki değil.

İman ve akaide dayanan meselelerin en küçüklerini bile Üstad’ın nasıl ele aldığını bir düşünün. Mesela, bizim ilk bakışta imandan ziyade ritüel ibadetler grubunda görmeye yatkın olduğumuz namaz kılma mevzusu. Nasıl işliyor bunu Üstad? Şöyle diyor mu örneğin?

“Allah’a iman meselesinin tahkik ve tasdikini şu şekilde yaptıktan sonra şimdi o iman etiğimiz Allah’ın emri olan namazı da şu şekilde kılmamız gerekir.” Neden? “Allah emretti diye.”

Böyle bir argüman ağı gördünüz mü siz Risalelerde?

Yoksa onun yerine ritüel bir ibadet çeşidi olan namazı dahi yine tahkik basamaklarından geçirerek bize hakikatini anlatıp dindarlığımıza değil de insaniyetimize mi sesleniyor? “İnsan olan insan bunu yapmaz mı hiç?” mi diyor?

Efendim, namazın hakikatini anlamasak da ama sırf Allah’ın emri diye kılsak da olmaz mı? Eski bir bilenin dediği gibi, “Olur da kardeşim şık olmaz.” Yani minimumu hedefleyen birisi için hiç bir şekilde kabul edilmez demek mümkün değilse de, olayın espirisi bu olmadığı için meselenin aslını kaçırıyoruz denir.

Ama ben birşeyi yaparken “rıza”yı gaye ve maksad olarak benimsemişsem bunu “tahkike” dayalı yapmama gerek yok.

Bu görüşe katılmıyorum. İman ile ilgili en küçük meseleye bile hep aynı usûl ile yaklaşmak diye bir tutarlılığımız olması gerek diye düşünüyorum. Söylemeye çalıştığım şeyi güzelce özetlediğini düşündüğüm için Osman’ın yukarıda yazdıklarından ilgili kısmı aşağıya alıyorum:

 … o zaman O’nun rızası nerdedir diye bir arayışa girebilirim. Bu da beni Kur’an’a ve Sünnet’e muhatabiyete götürür; zira Allah’ın rızasının nerede olduğunu ancak bu iki kaynaktan çıkarabilirim.

Evet, üzerinde çalışma olmaksızın “Allah’ın rızası için bu işi yapıyorum” iddiasının altı boştur. Kur’an ve sünnet bize bu konuda eğitmeyecekti idiyse ne için varlar? Evet bir noktada Allah’ın rızasına niyet etmek bu işin başlangıç noktası olabilir ve gereklidir. Mamafih, niyet istediği kadar halis olsun, üzerinde çalışılmadığı sürece gerçek rızaya doğru bir yolun aşılması mümkün olmaz. İman da öyle: imana niyet etmek önemlidir ve ilk basamaktır. Ancak hiç kimse diyemez ki, “ben sadece bu samimi niyet ile Allah’a yöneldim ve bu yeterlidir”.

Tabii burada şunu unutmayalım. “Allah’ın rahmeti geniştir, samimi olan herkese karşılığını verebilir, biz nereden bileceğiz?” türü bir minimalist yaklaşımdan bahsetmiyoruz. Evet, Allah istediğine istediği gibi mukabelede bulunabilir. Hiç birimizin Allah’ın gerçekten rızasına kavuştuğunu garantileme gibi bir iddiası olamaz. Ancak bizim yapmaya çalıştığımız şu: Bizim anladığımız kadarı ile bu dünyada sünnetullah o ki, imana çalışmak gibi bir yol mevcut ve Kur’anın hedefi de bu gibi görünüyor. Doğru olan metodun bu olduğu yönünde bir sonuca ulaşmışız ve bunun neden böyle olduğuna dair de bir argüman ağımız var. Elbette Allah’ın katına çıkıp da bunun doğruluğunu iddia ediyor değiliz.

Zira mücmel ve sathi azıcık bir malumat (yani muhabbet) iştiyak için kafi…

Yukarıda arz ettiğim noktalardan dolayı buna da katılmıyorum. Kifayet meselesini konuşmuyoruz. Dahası malumattan ne kasdedildiği de önemli. Mühim olan nokta şu: İmana ait noktalar üzerinde muhakkak tahkik gerekir. Ve de tahkikin devamlı olması gerekir. Çünkü iman sonsuza uzandığı için hiç bir zaman durağanlık kaldırmaz. İki günün eşit olmaması gerektiği bu yüzdendir.

Bize belki çok basit gelen tevhid fikri bile muhakkak üzerinde devamlı tefekkürü ve zikri gerektirir. Madem Allah’ın bir olduğunu anlamak bu kadar basit idi, neden ondan sonra hala aynı konu üzerinde tefekkür edip duralım ki? Çünkü onun sonu yok. Kabe’nin etrafındaki tavaf bu anlamda tevhid fikrinin etrafında dolaşarak ama her dönüşte bir basamak yukarı çıkarak sonsuza kadar terakkiye niyetimizin temsili değil midir? Minarenin basamaklarını çıkarken olduğu gibi her dönüşte bir üste ve daha geniş bir bakış açısına ulaşma hedefimiz olmalı. Dolayısı ile yürüyüş yani o yolda mesafe kat etmek için çalışma ve çabalama asla bitmez.

Manaların, mefhumların, medlulların, maksudların, müsemmaların içeriğini doldurmak için tahkik etmek gerektir bu doğru. Ama mahiyet itibariyle derin bir tedebbür ile sathi bir tefekkür arasında, keyfiyet hariç, hiçbir fark yoktur. Velev bir katre mahiyetinde tefekkür ola.

Keyfiyet önemli değil ise eğer neden konuşuyoruz ki? Bizim bütün derdimiz o.

İlm-i mantık açısından en keskin delil, en katî burhan, en yüksek kıyas üstünde en az düşünmeyi gerektiren, akla çaba sarfettirmeyen kaziyelerdir. Bunlar ise en zahir (bedihiyyat, evveliyat ve fıtriyyat misillu) gözlemler ile oluyor..

Bu örneğin de yanlış yerde kullanıldığı kanaatindeyim. Bir meselenin anlaşılmasında verilen örnek ve açıklamalar, anlaşılmaya çalışılan konudan daha basit ve tabir yerinde ise “daha kestirme” olmalıdır. Çünkü verilen örnek konunun kendisinden daha zor ise, örnek olmasının bir espirisi kalmaz.

Mamafih, bunun anlamı insanın entelektüel gelişimindeki hedefi mümkün olduğunca az düşünmektir diyemeyiz. Evet mesela bir konunun uzmanının, bir meseleyi koyunun kuzusuna süt vermesi gibi gayet kolay hazmedilebilir bir formatta sunması ideal olabilir. Ancak bu hakikati, zor meseleleri düşünmemek için kendimize bir bahane olarak kullanamayız. Hangi konuya gerektiğinde kafa patlatmıyoruz ki, iman konusunda düşünmekten ve zorlanmaktan kaçmayı haklı gösterebilelim?

Kaldı ki, üzerinde konuştuğumuz meselenin düsturları, ilk başta yaptığım alıntıda arz edildiği gibi, gayet kolay ve anlaşılabilir. O yüzden zaten, “şunun zarafetine bakın” demiştim. O kadar külli bir yaklaşımı, bu kadar net ve öz bir şekilde özetleyebildiği için Üstad’a hayranlığımı ifade etmiştim.

Ancak konu açılsın diye örnekler vermeye başlayınca, örneklerin bizim dünyamıza getirdiği problemler kafamızı karıştırmaya başlamış olabilir; veya bu prensiplerin pratik örneklerini vermek dünyamızdaki hali hazırda yaşadığımız problemleri hatırlatmasından dolayı bize konu zorlaşmış gibi gelmiş olabilir. Değilse, konu bana göre hala çok yalın ve basit. Tahkik, her konuda bila istisna şarttır NOKTA. Problem, bunu yapmadığımızdan dolayı bizim neden böyle bir sonuca vardığımızı anlamamamızdan kaynaklanıyor gibi. Konu basit ama alışkanlıkları bırakması zor.

O zaman Allah’ın rızasını kazanmak bu temel mesajla ilgili bir şey olmalı ve kendim bunun sağlamasını yapabilmeliyim. Böylece Kur’an, Kainat, Nübüvvet (Sünnet-i Seniyye) bağlamında bir anlama çalışması olmalı. Yani Kur’an’ın rehberliğine kainatta karşılık gelen olgular bulunmalı, Nübüvvet de (Sünnet-i Seniyye) bunun hayata nasıl uygulanacağına dair bir yol olmalı.

Evet, evet, evet: OLMALI!

Yoksa düstursuz ve prensipsiz ve metodsuz tahkik olmaz. Eskilerin tabiri ile usûlsüz vusûl olmaz. Derdimizin usûl olması bu yüzden.

Abdurreşid – Üstadın tahkiki ve taklidi iman ayırımını yaptığı yeri dikkatlice okursak tahkikin imanın olmazsa olmaz bir şe’ni olduğunu anlarız. Ayrıca iman her an tazelenmesi gereken bir husus olması hasebiyle de tahkikin de daima olması gerekir.

Aslında devir denen şey de taklidin bir ifadesidir. Burada problem yine iman algısında yatıyor. İman kalbin atması gibi daimi bir fiil midir yoksa bir kere ikrar edilen bir iddia mıdır? Bence iman, tahkik ile ve tefekkür denen kalbin fiilinin neticesinde ulaşılan bir haldir. Tefekkür durduğunda iman da uykuda kalır. İnsan tahkike niyet ederek imanı uyandırır, tefekkürle canlı tutar. Kendime ve yaptıklarıma dikkat ettiğimde tahkike niyet edip tefekkür etmediğim hiçbir anımda imanın izini göremiyorum; belki ancak taklidle mevcut hali muhafazaya çalışmış oluyorum ki o konuda bile emin değilim.

İsra – Mehmet Ali abi paylaştığınız için teşekkürler. Elhamdülillah güzel açılımlar oldu.

Amma haşır meselesinin hem aklî, hem naklî delillerle ispatı sahihtir.

Bu son cümle hakkında bir yorumu olan var mı acaba?

Mehmet Ali – Allah’ın varlığının isbatı için aklî delil gerek; naklî delil verilmez.

Peygamberin peygamberliği için aklî delil gerek; naklî delil verilmez.

Zira bu ikisinde naklî delil vermek dairesel argümanı içerir ve dolayısı ile tahkike değil taklide götürür.

Haşir meselesinde aklî delilin yanında naklî delil de verilebilir; çünkü hali hazırda haşrin dayandırılacağı kaynak olan Yaratıcının varlığı ve bize bu haberi getiren peygamberin varlığı aklî deliller ile tesbit edilmiş durumdadır. Onlardan naklî delil getirilmesi devri icab etmez.

Özetle, tahkik her zaman aklî delili içermelidir ama sadece uygun olduğu durumlarda ek olarak naklî delili de kullanabiliriz. Bir diğer ifade ile, naklî delilin tek başına yeterli olduğu hiç bir durum söz konusu değildir.

Yazar hakkında

Müzakereler

Çeşitli imani konular üzerine yapılan e-posta yazışmaları Müzakereler kullanıcı ismiyle yayınlanmaktadır.

Yorum yazın

6 Yorum

  • https://ha-mim.org/islamin-gelecegi-efkarin-hakimiyetinde

    Ali Mermer Abinin bu yazısına örnek bir çalışma olmuş yukarıdaki yazılanlar.

    Mehmet Ali Abi sizin katkıda bulunanlar bölümünde kendinizle ile alakalı yapmış olduğunuz açıklama:”Dini, insanın kendi gerçeği olarak tanımlamayı doğru buluyorum; dolayısıyla din ve getirmiş olduğu her türlü tanım, hayatın üzerine ekstradan konulan aksesuarlar değil, aksine, olmazsa olmaz kavramlardır demek çok insani bir tavır ve bana çok tatmin edici geliyor. Hal böyle iken, İslamiyet’i de insanın kendi gerçeğini teslim etmesi olarak tarif etmek mümkün. Böylece dinin neden fıtrat dini olduğu ortaya çıkıyor. Bu bağlamda yapılan “dini” sohbetlerden hoşlanan birisi olarak katıldığım ortamlarda dikkatimi çeken bazı noktaları bu sitede ilgilenenlerin dikkatine sunmaya çalışacağım. İnşallah yararlı olur.”

    Abi bu bağlamda günahlardan neden çekilmeliyim ile alakalı bir makale yazarsanız sevinirim. Hele müzakere tarzında yayımlarsanız çok istifadeli olur.

    Selam ve dua ile…

  • Hasan bey kardeşim,

    Sizin de farkettiğiniz gibi, bu sitede işlenen iman usulü gereği, her konuyu varlık bazında değerlendirmek gerekiyor. Bahsettiğiniz şekliyle, günahlar hakkında bir müzakere gerçekleşti mi şimdiye kadar hatırlayamadım. Ancak kısaca değinmek gerekirse eğer, günah tanımından başlamak gerek — günahlardan neden çekinmemiz gerekiyor konusuna gelmeden önce.

    Özetin özeti şeklinde ifade etmemiz gerekiyor şimdilik: günah veya şer, varlığın zıddı olan “adem” yani yokluk ile eşanlamlıdır. Zira Bediüzzaman Said Nursi’nin arz ettiği gibi varlık, mutlak hayır iken, yokluk mutlak şerdir. Bir diğer ifade ile birşeyin var olması hayır iken, o varın olmamasına şer diyoruz.

    Işık var iken, karanlık sadece ışığın olmama halidir; ayrıca karanlık diye başka bir varlık yok. Işık yayan lambalar olduğu halde, karanlık yayan bir lamba çeşidi olmaması örneği üzerinden bunu düşünebiliriz. Biz ışığın ve aydınlığın olmasını isterken, onun olmadığı durumu sevmiyoruz veya sevmeyecek şekilde var edilmişiz. Yiyecek ve suyun olmasından memnun oluyoruz; onların olmadığı durum bizi rahatsız ediyor. Örnekler çoğaltılabilir.

    Şimdi bu yaklaşımı günah kavramını tanımlamak için kullanalım. Çalmak yani hırsızlık yapmak günahtır; çünkü çalmanın temelinde o eşyanın asıl sahibini unutma fikri yatar. Herşeyin Malikinin O olduğunu unuttuğumuzda, eşyanın sahiplerinin insanlar olduğunu zannederiz. O kisinin mali olacağına benim malım olsun fikrinin uzantısıdır hırsızlık yapmak. Halbuki onun mali değildi o çalınan şey – O’nun malıydı ve geçici olarak o kişiye verilmişti.

    Peki eşyanın asıl Sahibini unutmak neden günah? Çünkü bu düşünce veya tutum “yokluğa” çıkıyor; eşitliğin sonunda varlık değil yokluk var. Nasıl mı? Eşyanın asıl sahibi insan mı? Hayır değil. Eşyanın varlığını insandan veya eşyanın kendisinden beklediğimizde elimizde ne kalır? Hiçbirşey yani sıfır yani yokluk; çünkü eşya kendine malik olamaz. Kendine bile malik olamayan insan da başka bir eşyaya hiç sahip olamaz.

    Kendisine malik olamayan eşyadan o eşyanın varlığını talep ettiğimizde elimize geçen nedir? Hiçbirşey. Halbuki, yukarıda arz ettiğimiz gibi, insan “var”ı ister hep. Vara aşık olarak var edilen insan yokluğu sonuç veren bir tutum içersine girdiğinde “cehennemi” yaşar. Cehennem, varın olmadığı yerdir.

    Said Nursi bunu “Cennet olmasaydı, cehennem yakmazdı” şeklinde ifade ediyor. Demek ki cennet, varın devam ettiği yerdir, cehennem ise bizim yokluk sonucu veren tutumlarımızın karşılığını gördüğümüz yerdir.

    Bu yüzden cennet, hep yeşil olarak tasvir edilir çünkü yeşil hayatı yani varlığı temsil eder. Ateş ise bunun zıddını. Aynı şekilde, ötelerin ilmine sahip olduğu söylenen Hz Hızır’ın isminin anlamı da “yeşil” demektir. (Hadara-Ahdar)

    Bu örnekler üzerinden düşünüp konunun diğer uzantılarını sizler tefekkür edebilirsiniz.

    Selamlar.

    M. Ali

  • 2 sorum olacak;
    1-ön kabul olmadan yaptığımız veya yaptığınız herhangi bir şey var mı?
    2-Hz. Ömer’in sadece okunan ayetleri dinleyerek Müslüman olması hakkında düşüncelerinizi merak ediyorum.(Tabi olayın keyfiyeti hakkında bir bilgim yok okuduğumuz kitaplardan malumatımız)

  • Sorulariniz icin tesekkur ederim Nurettin kardesim,

    Evet, siz haklisiniz, biz insanlarin gunluk hayatimizda yaptigimiz tercihlerin hepsi zannederim on kabullere dayanir.

    Fakat bizim konumuz daha cok iman ile ilgili oldugu icin, imana taalluk eden konular on kabullere dayanamaz. Her on kabul, mutlaka hakliligi bizim icin kesinlesmis bir iman mertebesi olmalidir.

    Soyle bir ayirima da dikkat etmek gerekir. Mesela, “Ben Allah’a inandigim icin oldukten sonra diriltilmemin zorunlu olduguna da inaniyorum,” demek bir yoldur ama ahirete iman tahkik edilmemistir.

    Biliyorsunuz, imanin her dali kendi icinde tahkik gerektirir “iman” olmasi icin. “Iman” demek, “Ben tahkik ettim, bu konuda emniyete kavusmus bir sonuca ulastim,”demektir.

    Konunun yanlis anlasilmasina sebep de sudur: Imanin her bir dali diger daliyla ilgilidir. Bu dogrudur, fakat bir dali icin gecerli olan sonuc, mutlaka diger dali icin de gecerli olmasini zorunlu kilmaz.

    NOT: “Avam bunlari yapamaz,” demek dogrudur, ama avamin bizim bu yazilarimizi okuyacagini sanmiyorum. Okuyabiliyorsa, demek ki, iman konusunda “avam kiligini” takinmamalidir. Degilse, kendisini kandirir.

    Ikinci sorunuz: Hz Omer’in hidayeti, siir kitaplarinda anlatildigi gibi basit bir olaydan ibaret degildir. O takdirde her akil sahibi sorar, “Neden Velid bir Mugira Kur’an’i duydugu ve Hz Omer’den daha cok belagata muttali oldugu halde inanmadi ya?” Veya “Toplumun en bilgini diye bilinen Ebu Cehil neden Kur’an’i duydugu halde inanmadi ya?”

    Demek duymak yetmiyor. “Cehalet devrinde hayirli olaniniz, Islam doneminde de hayirli olaninizdir,” rivayetine dikkat etmek lazim. Hz Omer ehl-i hak bir kisi imis ki, hakki duyar duymaz teslim oldu. Bir on kabulu vardi da ondan Kur’an’i tasdik etti diyecegimiz hicbir on yargiya sahip olduguna dair rivayet yok ve olmamasi da lazim. Cunku Rasulullah’i oldurmek niyetiyle yola cikmis bir kisi idi.

    Dikkat etmek lazim, neden Hz Omer Rasulullah’i oldurmek istiyordu? Onun o zamanki anlayisina gore, Muhammed diye biri varmis, toplumda fitne cikariyormus. O kisinin oldurulup fitnenin onune gecmek gerekir,” diye inandigi icin oldurmek istedi. Evet, fitneye sebep olanin Mekke’nin o devrinin geregi oldurulmesi “hak” idi. Hz Omer bir hakki gerceklestirmek uzere karar almis bir ehl-i hak olmali ki, Kur’an’i isitir isitmez “Bu “hak” soyluyor” diye gormus ve teslim olmus olmalidir.

    Tesekkur ederim, zaman ayirip okudugunuz icin.

    ali

    • Cevabınız için Allah razı olsun. Konunun teorik kısmında anlayışımın nakıs olmasıyla birlikte Hz. Ömer’in Peygamber Efendimizi öldürme maksadıyla yola çıkması (ki bunu biliyorduk fakat perde var görememişim) fakat hidayetle sonuçlanması aklımda bu konuyu çözmeme yardımcı olur diye düşünüyorum. Fakat üstadın imanın tecezzi kabul etmez düsturuyla bu konuyu nasıl birleştirebilirim yardımcı olursanız duacınız olurum.

      • Esselamu aleykum Nurettin,

        Benim acizane kanaatim imanin tecezzi kabul etmemesi meselesi, imanin alti ruknunun bolunemez olusudur. Yani “Ben Allah’a inandim, tamam,” deyip, “fakat Kur’an’in Allah Kelami olduguna inanmiyorum,” seklindeki bir bolunmeden bahsediyor.

        Biz ise, imanin her bir dalinin bir biri ile iliskisi vardir ve fakat her birisi kendi dalinda delillendirilerek ikna olmus bir akil ve kalb ile tasdik edilmesi gerekir.

        Unutmamak gerekir ki, bu “tasdik” sonucu, her bir kisi icin ayri bir duzeyde, mertebede, seviyede gerceklesir. Biz bu mertebe farkindan da bahsetmiyoruz. Herkes kendi kapasitesi dahilinde imanin her bir ruknu icin ayrica ikna olabilecegi delilleri arasrtirip, sonucta ikna olacak bir tane delil de bulsa o kisinin, imanin o dalina iman ettigini soyleyebilmesinden bahsediyoruz.

        Inshaallah, anlasilmistir.
        ali