Usûle Dair

Kâinatın Şahitliğinde Yaratıcıyı Tanımak

Kâinatın Şahitliğinde Yaratıcıyı Tanımak | Ha-Mim

Sizinle paylaşmak istediğim önemli bir​ konuyu resim ve ressam örneğinde ​birlikte anlamaya çalışalım​.

Bizim, ​şuur ile donatılan​ insanlar olarak, bir tablo, bir resim ile ilişkimiz var. Resim üzerinde çok özellikler algılıyoruz.

Resmi incelediğimizde resimdeki özelliklerin kaynağının resimde bulunan malzemeler olmadığından emin olmamak mümkün değil.

Resimdeki özellikler, resmin dışında bir kaynaktan geldiklerini biz zişuur (şuur sahibi) insanlara sanki bağırarak anlatıyorlar: Tesbih ediyorlar, yani “La ilahe” diyorlar. Yani “Biz bu özelliklerin kaynağı değiliz!” diyorlar.

Zişuur insan, iradesini kullanarak bu özelliklerin kaynağının ne olabileceğini araştırmaya başlıyor, ya da başlaması lazım. Aksi takdirde insaniyetini kullanmıyor demektir.

Resmin dışına çıkamayan ve aslında resmin bir parçası olan zişuur insan (zişuur, hem kendi varlığının ve hem de diğer var olanların varlığının farkında olan demektir), resimdeki özelliklerin sürekli yenilendiğini ve fakat temel prensiplerin sabit kaldığını görü​yor. ​Mevcudat yenileniyor ama mevcudatın yapılmasındaki düzen ​sabit kalıyor. Hikmet, anlamlılık, kasıt, irad​î​ tercih, s​ü​slü​ olma, faydalı olma gibi özelliklerin aynı şekilde değişmeden gerçekleştiğini görünce​, ​insan şuuru kaçınılmaz olarak “bu resim, kendisinin haricinde​ bir kaynaktan geldiğini ilan ediyor” diye anlar ve tasdik eder.

İnsan, resmi incelediğinde, resmin ​fizikî ​parçalarının kendilerine ait bir iradesi olmadığını, ilmi olmadığını, hikmeti olmadığını vs. görür, anlar, tasdik eder. Kimse atomların iradeleri var, ilimleri var, bilerek tercih ediyorlar diyemez. Derse insan aklı bunun bir spekülasyon olduğunu anlamakta zorlanmaz. Çünkü resmin parçalarının resmi yaptığını söyleyen kişiye ancak “Aklını kaybetmiş veya kullanmıyor” denir.

Resmin devamlı değiştirildiğini, kendine varlık verecek bir özelliğe​ sahip olmadığını ve kendiliğinden var olma (z​â​t​î​ olma) özelliğine de sahip olmadığını görmek her insan için mümkündür. Kelime-i tevhidin birinci kısmındaki La ilahe bunu, yani mevcudatta görünen özelliklerin kendilerinden kaynaklanmadığını anlamayı ifade eder.

İkinci aşama olarak, varlığı zat​î, yani kendinden​ olan bir “Ressam”ın (örneğimiz dolayısıyla bu kelimeyi kullanıyorum) mutlaka var olması gerektiğini, ve varlığı zat​î olan Ressam’ın (Vacib’ül-vücud yani olması zorunlu olan bu demektir) ise ancak insan şuuru tarafından “Mutlak” olarak tanımlanabileceğini1Mutlak kelimesi, ressamın resim cinsinden olmadığını ve dolayısıyla resim cinsinden tanımlanamayacağını ifade eder. her insan anlar ve iradesini kullanarak tasdik eder. Bu Mutlak olana bir isim vermek insan​î​ bir özelliktir: “Allah” bu demektir. Yani insan ulaştığı sonucu ifade etmek için “İllallah” der.

Bu Ressamın, “elçiler” göndererek kendisinin tanınmasına yardımcı olmak için “rehberlik konuşması​” yaptığını​ yine biz bu resim içinde müşahede ediyoruz. ​Elçiler de bu resmin bir parçasıdır. ​

Her kar tanesinin “eşsiz” (unique) olması gibi, resmin her bir noktacığının diğerlerinden farklı olması, onların yaptığı ilanatın, her bir insan tarafından algılanmasının da benzersiz olması anlamına gelir. Bu algılama şekli her bir insana göre farklı olmak zorundadır. Görecelik (rölatiftik) buradadır. Ulaşılan sonucun rölatifliğine işaret etmez. Kişilerin “Ressam” algılamalarının farklılığı, “Ressam”ın farklılığı anlamına gelmez.

Elçilerin bize yardımcı olmak için yaptıkları önderlikleri, bizim algılamamızın “aynı”lığını gerektirmez. Ressam, ​resmin varlık düzeyinde olmadığı için, resmin içinde bir parça olan insana göre Ressam, ancak Mutlak olarak tanımlanabil​​ir. Mutlak’ı​n mahiyetini, nasıl olduğunu ​algılamak ​insan kapasitesi için zaten mümkün değildir​ (Mutlak’ın bizzat var olması gerektiğini anlamak, Mutlak’ın mahiyetini anlamaktan farklıdır).

“Mutlak Olan”a ancak “Olması Zorunlu Olan” (Vacib’ül-vücud) diyerek ulaşabiliriz. “Mutlak Olan”ın bizzat kendisinin rölatifliğinden bahsetmek anlamsızdır. Mutlak olan, insan algılamasına göre, yani mantıken “Tek” olmak zorundadır. Çünkü sınırı yoktur ki, bir yerde durup, şimdi diğer bir unsura geçelim diyebilelim. Kıyas edecek bir başka unsur yoktur ki, “o unsura göre” (yani rölatif olarak) Mutlak olandan bahsedelim. Bu anlamsızlık bizi şu sonuca ​ulaştırı​r: Mutlak Olan’ın varlığını tasdik etmek ayrıdır, O’nun esasını, mahiyetini algılamak ayrıdır, ki esasını algılamak, yani Ressam’ın mahiyetini algılamak, resmin bir parçası olan zişuur insan için mümkün değildir; zorunlu ya da gerekli de değildir. “İman gayba olur” bu demektir.

Bu takdirde bir “Mutlak Olan”ın varlığını tasdik etsek görevimiz bitiyor mu?

Elçiler, “Mutlak Olan”ın tasvirini asla değil, fakat varlığını tasdik etmeyi öğretirken, bu tasdikin kaynağı olan “la ilahe” (yani kainattaki mevcudatta ilahlık özelliği olmadığını anlama) aşamasının bizi nasıl ilgilendirdiğini ve resmin her bir parçacığında yapılan ilanata nasıl mukabele etmemiz gerektiğini, pratik insan hayatında bu tasdikin yansımalarının neler olabileceğini vs. bildiren rehberlikler yaparlar. Dolayısıyla benim resimle olan ilişkimi tanzim etmek üzere yapılan bu rehberlik, benim kabiliyetlerimi kullanma irademi terbiye eder. ​Bu terbiye, ​kaçınılmaz olarak ​herkese göre değişecektir. Çünkü her bir insanın resimle olan ilişkisi farklıdır. Ressam’a ulaşan sonuçlarımız da resimle olan ilişkimizden kaynaklanır.

İnsanların resim ile olan ilişkisinden daha çok, resmi​ ihmal edip, yalnızca​ Ressam ile ilişki​y​e yoğunlaşanlar, resmin kendisine ait bağımsız (zatî) bir varlığı (vücudu) olmadığını idrak ettiklerinden, resmin vücudunu ​dikkate alma​yıp, yani “Resim vardır” demeyi reddetmek zorunda kaldıkları için (resim ile Ressam arasındaki ilişkiye yoğunlaştıklarından,) ancak Ressam var, Ressam’dan başka bir şey yok manasında “La mevcude illa hu” (Ondan başka varlık yoktur) demek zorunda kalmışlar.

“Peki, bu anlayış ilginç görünüyor, neden yanlış olsun?” denilebilir. Resmin bir parçası olan insan, resim ile Ressam arasındaki ilişkiyi ancak bir “sonuç” olarak kurabi​l​ir. Yani, “Resim, Ressam olmaksızın var olamaz. O halde, bu resmin bir Ressam’ı vardır ve resimdeki tüm özellikler ​(resmin varlığı dahil) ​o Ressam’dan geliyor. Resim, Ressam’dan ayrı, bağımsız olarak var olamaz, o halde resmin varlığı Ressam’ın varlığının bir sonucudur” demek doğrudur. Fakat ​yalnız Ressam ​ile ​insan arasındaki ilişki üzerinde durmak, resmin bir parçası olan insan için mümkün değildir. Çünkü Ressam’ın tasavvurunu yapmak, resmin bir parçası olan insan için imkansızdır. Bu tasavvuru yaptığını zannedenler, kendilerini insan için tasdik edilemeyecek bir sonuca götürürler. Ama bu sonuç ilginç göründüğünden, insan, kendisini kaptırıp, “Ben ancak Ressam’ı bilirim, resimle uğraşmam” demeyi bir üstün anlayış zannedebilir.

Resim örneğine dönüp, “gerçekten resmin bir parçasının Ressam’ı tasavvur etmesi mümkün mü?” diye kendimize soralım. Resmin her bir parçası, devamlı değişikliğe tabi tutularak var edilmeye muhtaç bir varlığa sahip olduğundan (contingent),  Mutlak olanı ihatası etmesi mümkün değildir. Bu dünyada da, resmin bir parçasının Ressam’ı ihata etmesinin mümkün olmadığını anlamak çok zor olmasa gerek. Bu nedenle, Ressam’ı tasavvur ettiğini zanneden her anlayışın yanlışlığını ​fark ​edebiliriz.

Benim kapasitem bana Ressam’ın varlığını tasdik ettiriyor. Ressam olmazsa resim olamaz. Fakat resim var, işte ben resmin bir parçasıyım. Dolayısıyla, “Ben ​aslında ​yok’um​ (hiçim​), yalnız Ressam var” demek, zişuur olan insan için kendi varlığını inkâr etme​k olur ki, bu hal​ mümkün değildir. Böyle bir sonucun makul olmadığı aşikâr görünüyor bana. Ben yok isem, Ressam’ın varlığını bilen kim? “Ressam’ın varlığını bildiren özelliğimiz bize Ressam tarafından verilmiş ama Ressam kendi kendini biliyor, ‘ben’ diye bir şey yok” demek, kendi yaratılmış varlığını inkâr etmek, bir çelişkidir. Ben yok’um dedikten sonra hiçbir sonuca ulaşmak mümkün değildir ve zaten bunun açık bir çelişki olduğu ortadadır. “Ben yok’um, Allah var” demek, hayalî bir iddiadan başka bir şey değildir. Akl​î​ birçok çelişkiyi içinde barındırır.

İslam mütefekkirlerinin ulaştığı sonuç şudur: “Varlık alemi, Yaratıcısının ne aynıdır ve ne de gayrıdır” (La hüve aynuhu vela hüve gayruhu). Bizim örneğimiz dahilinde şöyle diyebiliriz: Resim, ne Ressam’ın aynıdır (resim yapılıyor, yaratılıyor, Ressam ise resmi Yapandır), ve ne de gayrıdır (yani resmin varlığını Ressam’ından bağımsız olarak düşünmek imkansızdır, çünkü Ressamsız resim olmaz, olamaz!).

Peki, madem resmi kendi başına düşündüğümüzde hiçbir şekilde bir değere sahip varlık olmadığını anlıyoruz. Resimdeki tüm özellikler Ressam’dan geliyor. O halde resmi “unutsak”, üzerinde hiç düşünmesek doğru olmaz mı? Hep Ressam’ı düşünmek neden doğru olmasın? Ressam’dan başka olanların hepsi Ressam’ın onlara varlık vermesinden dolayı varlar, onların kendilerine ait bir değeri yok zaten. Buna “Vahdet-i Şuhud” anlayışı denir. Bu anlayış ilginç ve daha tutarlı görünüyor. Resmin varlığını inkâr etmek madem mümkün değil, kabul edelim ve fakat bütün konsantremizi Ressam’a yöneltelim, (fena fillah) güzel değil mi?

Dikkat edersek, bu anlayışta da çok önemli basamaklar atlanıp, sonuçtan başlayan bir tahlil var. Biz ancak resim ile ilişki kurabiliriz, Ressam’ı tasavvur edemeyiz ki, O’nu düşünelim, Onda fani olalım. Resim olmasaydı, ​biz de var olmazdık ve​ zaten biz zişuur insanlar için Ressam’dan bahsetmek ​de ​mümkün olmazdı. Ressam ile ilişki kurmak bir insan için ancak resim aracılığı ile olur. Resimdeki özellikler biz insanları Ressam’ın özellikleri (Esma-i Hüsna) ile tanıştırır. O özelliklerin mutlaka var olması lazım geldiğini tasdik ederiz. İman budur. (Kur’an’daki “gayba iman ederler” ifadelerini ben böyle anlıyorum.)

​Y​aygın olan bu anlayışa (Vahdet-i Şuhud) kapıldığımız anda, kendimizi “hayalî bir iman” içinde buluruz. Şuhud​î (şahitlik yaparak ulaşılmış)​ bir iman değildir bu. Çünkü  biz, yani insanlar, hiçbir zaman resmin dışına çıkama​yız​ ve resimdeki özelliklerle ilişkiye geçmeden ve bunların Ressam’a olan şahitliğini müşahede  etmeden, “Ben artık Ressam’a inandım ve resimdeki özelliklerin Ressam’dan geldiğini tasdik ediyorum, o halde şimdi ben Ressam ile doğrudan ilişkiye geçebilir ve dolayısıyla resim ile ilişkimi kesebilirim” diyeme​yi​z. İnsanın, resim ile ilişkisini kestiği anda Ressam ile ilişki kurduğunu zannetmesi yalnızca bir hayaldir, hiçbir gerçekliği olamaz. Çünkü resmin bir parçasının resim ile ilişkisini kesmesi mümkün değildir (kendisinin yok olduğunu farzetmesi gibi bir hayaldir,) ki “Şimdi ben Ressam’ı düşünüyorum” veya “Ressam ile ilişkideyim” desin. Böyle bir iddia insan için ancak bir hayalden ibarettir.

​İnsanın kendisine emanet edilen duygularını kullanarak Ressam’ı tanıma çabası da resmin bir parçası olan insanın varlığını dikkate alması demektir. Yani, duygular vasıtası ile yapılan tefekkür, kâinattan soyutlanmış bir tefekkür değildir. İnsanın haricindeki bir varlığı değil de kendi varlığını kullanmaktan ibaret bir tefekkürdür. Kainatın varlığını yok saymak veya kainatın varlığını nisyana (unutmaya) atmak anlamına gelmez. ​

En çok rastlanılan hata buradadır diye anlıyorum. “Ressam’a inandım, bitti” diyerek, “Tamam ben bir mü’minim, şimdi artık Ressam’ın özelliklerini bana ileten resimle ilgilenmeme gerek yok” anlayışı çok yaygındır. İman eğitiminin gereksizliğini düşünenlerin düştüğü hatanın burada olduğu kanaatindeyim.

Resimden gelen her bir mesajı her an değerlendirmek zorundayız, çünkü Ressam’a olan imanımız ancak resimden gelen mesajdan geçer. Her an mesaj yenileniyor, her an bu yenilenen mesaja mukabele etmek ve bu mesajlar vasıtasıyla Ressam’ın özelliklerin​i​ her an tasdik etmek insan şuurunun görevidir. “Ben iman ettim, tamam” diyerek imanın her an yaşanmasını ihmal etmek yalnızca bir ​tembellikt​ir, ​ihmalkârlıktır, ​insanın kendi gerçeğini reddetmesidir, resim olmaktan çıkmak gibi bir haldir, ki mümkün değildir. Elçilerin bize getirdiği mesaj (mesela Kur’an) bu nedenden dolayıdır ki, varlık alemindeki “her bir şey”in Yaratıcısını tesbih ettiğ​ini, yani, ilan ettiğini bize öğretir. Ta ki biz de “her bir şey”in bize getirdiği mesaja mukabele edip, onların ilanlarını her an tasdik edelim.

Sonuç: “La ilahe”siz “illallah” demek insan için mümkün değildir. “La mevcude illa hu” veya “La meşhude illa hu” ifadeleri yalnızca bir hayaldir, gerçekliği ​ifade etmezler. Her bir şeyin varlık nedeni​,​ Var Eden’ini bize tanıtmaktır. ​İnsana düşen, her yaratığın​​​ yaratılış maksadına mukabele ederek, “La maksude illa hu​”​​: Benim bu şey ile ilişki kurmamdaki maksat​, bu şeyin Var Edicisini tanımamdır, diyebilmek​tir​​.​ “La ma’bude illa hu”​:​ ​E​şya birer şahiddirler, ben onlar​ı kendilerinin varlık kaynağı bilmem, yani onlara ibadet etmem. Onların şahitlik yaptığı varlık kaynakları olana ibadet ederim”​ diyebilmek için eserden müessire giden tavrımızı canlı tutacak olan tahkiki iman eğitimine devam etmemiz, yaratılmışlığımızın bir hakikatidir.

Yazar hakkında

Ali Mermer

Yorum yazın

2 Yorum

  • İmanın sonsuzluğa uzanan yolunu tarif eder ‘la ilahe illallah ‘. ‘la ilahe’ Yola ve yolcuya işaret eder. (Kainat ve kainatın bir parçası olan insan.) ‘ İllallah’ İnsanın şuuruyla kainatta ‘La ilahe’ gerçekliğinin şahitliğinde yapılan her yolculuğun sonunda ulaştığı ve yol ve yolcu (kainat) cinsinden tanımlanması mümkün olmayan (Gayb) sonuca işaret eder. İnsan için kainatın her an değiştirilerek yenilenen her bir özelliği ‘La ilahe’ gerçekliğinin tecrübe edildiği, yaşandığı oranda ‘İllalah’ın değerinden, mertebesinden bahsedilebilir.

  • Yüreğinize sağlık.
    Lakin düşüncelerinizi internet ortamında paylaşmanın amacı bilgiyi insanların erisimine sunmak olduğunu düşünerek daha yalın bir dil kullanmanız durumunda çok daha fazla kişi istifade eder diye düşünüyorum.
    Selam ve dua ile