Ders Notları

Kainattaki “Düzenin Değişmezliği” ve Hatırlattıkları

Kainattaki “Düzenin Değişmezliği” ve Hatırlattıkları | Ha-Mim

Ha-mim’de geçtiğimiz hafta sonu yapılan (17. 11. 2022) Şualar dersinde İkinci Şua’nın okunmasına ve müzakeresine devam edildi. Bu Şua’nın Üçüncü Makamının “Üçüncü Alamet ve Hüccet” başlıklı bölümünde yer alan ve “hüve’l-evvelü ve’l-âhıru ve’z-zâhiru ve’l-bâtın” isimlerinin işaret ettiği dört tevhid sikkesine dair tefekkürler paylaşıldı. Ben bunları ilgili kayda havale edip (https://www.youtube.com/watch?v=Bfb5GMBL2q0) bu vesile bir müzakerecinin uzun tefekkürünü aktarmak istiyorum.

Metinde, Hadid suresinde yer alan (57: 3) bu dört “ismin” kainattaki tecellilerinin tevhide delaletinin çok açık ve çok ikna edici olarak ortaya konulduğu ifade edildi. Ardından durum böyle olduğu halde niçin birçok insanın bu hakikatlere karşı ilgisiz kaldığı, -daha genel ifadeyle- dine karşı mesafeli durdukları konusu gündeme geldi. Bir müzakereci şunları söyledi: “Şimdi bu dört isimle varlıkların dışına bak, içine bak, başına bak, sonuna bak; her şey mükemmel olarak, harika olarak varlık alemine geliyor. Bütün bunları varlığın kendisinin yaptığına, yapabileceğine dair hiçbir delil yok. Bakıyorsun, ‘her şey gayet güzel’ diyorsun. İnsana yakışan tavır da bu! Peki, buna inanmayanlar niye inanmıyorlar? Kanaatimce birinci neden kendi şartlanmışlıkları olarak görülüyor, peşin hükümleri; değişik nedenlerle görmek istemiyorlar. Ama bunlar insan olarak zeki kimseler, insancıllar. Yani önüne geleni itip-kalkan kimseler değil. Kapısını çalıyorsun, açıyorlar; ihtiyacını söylüyorsun -imkanları varsa- karşılıyorlar. Yoksullar için yardım talep ediliyor, ilgisiz kalmıyorlar. Evet, verirken yahut yardım ederken bile ‘ben iyi insanım’ diye peşin hükümleri var. Ama ‘ben yaratılmışım’ dediği andan itibaren arkasından din geleceğini, ibadet ve sorumluluklar geleceğini vs. bildikleri için buna ya yanaşmıyorlar ya geçiştiriyorlar.”

“Bahaneleri ne olursa olsun bu insanlar kendilerini nasıl ikna ediyorlar? Biz onların kalplerinden geçeni bilemeyeceğimize göre kişiler hakkında karar vermek değil, takındıkları tavrın gerekçelerine dair tahmin yürütebiliriz. Bunların kendilerini ikna etmek için dayandıkları argümanları nedir ya da nelerdir? Neden varlıklarda görülen özelliklerin varlıkların kendilerinden kaynaklanamayacağını düşünmüyorlar? Varlık Kaynağını niye sorgulamıyorlar? Oraya girmeksizin geçiştiriyorlar. Ben de bunu kendime dert edindim. Bu insanlar ‘iyi insanlar’ oldukları halde niçin bir türlü Varlık Kaynağı sorgulaması yapmıyorlar? Dediğim gibi bir sebep kendi şartlanmışlıkları ise bir sebep de yanlış din takdimi. Bu noktada ben ayağa kalkıp kendimi suçluyorum. Niçin? Din adına konuşuyorum, kainat yaratılmış diyorum, Yaratıcı var diyorum ama bunları insanlara kabul edecekleri şekilde, mantıkî örgü içinde anlatamıyorum. Bence -istisnalar hariç- asırlardır da anlatılmıyor.”

Hayır öyle olmaması lazım. Neden? Çünkü düzenin dışına çıkmayacağına söz vermesinin nedeni nedir? İşte burada, yaratılış alemine baktığımızda, eşyanın kendi kendine meydana gelme özelliğinin bulunmadığı gerçeğine intikal etmemiz lazım. Kur’an bu gerçeği sıklıkla bize anlatır. Kainatın kendine sahip olmadığını, kendi kendine ayakta durmadığını, duramayacağını birçok örnekle dile getirir (Mesela bk. 7: 191; 16: 20; 25: 3). Dağların yerinden söküleceğini, yıldızların döküleceğini, denizlerin savrulacağını hatırlatır. Ne ki biz bunları kıyamet alametleri diye atıyoruz. Oysa Kur’an bu tasvirlerle aynı zamanda kainatın kendi başına ayakta kalamayacağını, kainatın özelliklerinin kendinden olmadığını, olamayacağını söylüyor diye anlamamız lazım.

“Şimdi, bu insanlar belli bir geleneksel yapı içinden geliyorlar. Bunlar, ‘biz ailemizden böyle gördük, çevremizde böyle anlatıldı, hocalardan böyle duyduk’ diyorlar. Bir konuda ‘ayet varsa doğrudur, Peygamber söylemişse doğrudur’ diye bize öğretildi diyorlar. Geleneksel dindarlık dediğimiz şey tam da böyle değil mi? İnanca ilişkin konularda sorgulama yapmaksızın ‘doğrudur de’ geç, fıkhî konularda en detayına kadar soruştur. Oysa Kur’an ‘itikadî konuları sorgulayın’ diyor. Mesela ‘ahiret var, hesap var, sorguya çekileceksiniz’ dediği yerde ‘hiç mi düşünmezsiniz?’ diyor. Biz ise imanî meseleleri ezbere, taklidi olarak -tabir caizse- dayatıyoruz, fıkhî konulara gelince, en ince ayrıntısına varıncaya kadar inceliyoruz. Yani böyle sorunlu bir din takdimimiz var. Bu problemin farkında olmak için bunları mertçe dile getirmeliyiz.”

“İnsanlar, -benim görebildiğim kadarıyla- mesela bu derste okunan dört ismin tecellileri karşısında niçin oralı olmuyorlar? Tamam, din takdiminde sorunlu bir anlatım var; peki kendilerini nasıl savunuyorlar? Hem kainatı didik didik çalışıyorlar hem de kainattaki bu gerçekliğe duyarsız kalıyorlar. Muhakkak ki bir şeyler söylüyorlar. Gençleri etkileyebiliyorlar, düşünceleri olgunlaşmamış kimseleri kandırabiliyorlar. Ben şöyle önemli bir sebep görüyorum: Kainattaki düzenin değişmezliği! Kanunlar, yasalar vs. dedikleri şeyler var ya problem işte tam da burada! Şöyle düşünüyorlar ya da söylüyorlar: Yaratıcı var veya yok, olsa bile öyle bir düzen kurmuş ki bu düzen içinde ben varlığı ve sonunda da kendi varlığımı izah edebiliyorum. Eğer izah edebiliyorsam, ne gerek var Yaratıcı deyip de dinin alanına girmeye? Niye uğraşayım onlarla, diyor. Ben bu dünyada yaşıyorum, hayatın gerçeklerini görüyorum ve kabul ediyorum, bitti. İnsanın kendi içinde çelişkiler varmış, ebediyet isteyen duygular varmış, bu tür şeyleri de kanıksıyorlar. Her şeyin en güzelini, sınırsız mutluluk ve tatmini isteyen duygularım karşısında, ‘işte düzen böyle; yaşarım, ölüm var biliyorum, sıram gelince ölüp giderim’ diyorlar. ‘Ben niye çelişkiler içindeyim, bendeki duygular ne istiyor, neden böyle var edildim’ gibi konulara gelmiyorlar. Kasıtlı şekilde ve bilinçli olarak var edildiklerini gördükleri eşyanın kendisine varlık verme özelliği olmadığını bildikler halde niçin hep böyle var olmuş gidiyor’ demeye gelen tavırlarını ben anlamakta güçlük çekiyorum. Göremediklerinden dolayı değil, görmek istemediklerinden dolayı ‘hep böyle oluyor işte, demek ki eşyanın doğası böyle’ diyerek geçiştirdikleri anlaşılıyor.”

“Bu insanlar düzeni de ‘evrenin içindeki çalışma mekanizması’ olarak görüyorlar. ‘Yaratıcı varsa bile beni ilgilendirmiyor’ diyorlar. Nitekim bazı İslam filozofları da buna benzer sözler söylüyorlar. Zaten düzen var, düzen kendi kendine işliyor dedikten sonra Yaratıcının bu alemi niçin böyle yarattığını bildiren, insan gerçeğini tahlil eden ve rehberlik yapmasını ve bu rehberliğin pratik uygulamalarını bir peygamber örnekliği ile insanlara sunan ve adına ‘din’ denen bir kavramın gündeme gelmesine gerek bile kalmıyor. Genellikle felsefede diye bilinen alanda peygamber inancı yoktur. Müslüman filozoflarda da peygamber inancı ya yok veya çok zayıftır; bu sebepten dolayı! Onlara göre peygamberler genel toplum kesimlerini ıslaha çalışan kimselerdir. Ama Kur’an’da peygamberlik var dendiği zaman, ‘olabilir, avam içindir’ deyip geçiştiriyorlar. Bu yüzden onlar bilim önemli diyorlar, mantık önemli diyorlar, düşünme önemli diyorlar, -elbette bunlar önemsiz değil- fakat Kur’an’ın mesajının özünü sorgulamıyorlar. Her ne ise… Bu düzenin değişmemesinden onların böyle bir sonuca ulaştıklarını düşünüyorum.”

“Söz konusu kesimler ‘kainatın bir Yaratıcısı varsa, o Yaratıcı bile Kendisi bu düzenin dışına çıkamıyor’ diyorlar. Ama ‘peygamberler var, onların elinde gerçekleşen ve yaratılış düzeninin değişikliğine işaret eden mucizeler var’ denildiğinde, ‘kültürün kavramlarıyla konuşma’ diyorlar. Peygamberlere inanmıyorlar ki peygamberlerin mucizelerine inansınlar. Sen ısrar eder ve ‘mucizeler var’ dersen, ‘göster bakalım’ diyor ve inkar ediyorlar. Adamlar haklı. İnandığını söyleyenler de ‘yaratılışın tümü, tek tek ve hep birlikte mucize örneklerinden ibarettir’ diyemiyoruz. Müslüman toplumların kültüründe ‘madde’ terk edilmesi gereken diye algılandığı için, dinî bir değere sahip olduğu bilinci asırlar içerisinde birçok politik nedenden dolayı unutulup gitmiş görünüyor. Bu işin temelini ikna edici olarak koymadan mucize savunması yaparsak sonunda kendimize zarar veririz; insanları yanlış yola sevk ettiğimiz için sorumluluk altına gireriz.”

“Şimdi düzenin sabitliği nereye götürüyor? ‘Ehh, düzen böyle oluşmuş işte’ye götürüyor. Onun için bu düzen konusunu biz çok gündeme getireceğiz; kainattaki düzen neyi ifade eder diye. Neden Yaratıcı düzene tabi olma durumunda bırakmış Kendisini? Düzenin dışına çıkmamış. Kur’an’da da ‘düzenin değişmeyeceğini’ söylüyor. Şöyle bir fikir geliyor insanın aklına, ‘düzen değişmez, Allah, ben düzenin dışına çıkmayacağım diyor, onun için değişmiyor’ deyiveriyorum. Bu da bizim kendi kendimizi kandırmamız oluyor. Onlar nasıl ki bahanelerle kendilerini kandırıyorlarsa biz de bununla kendimizi kandırıyoruz.”

“Hayır öyle olmaması lazım. Neden? Çünkü düzenin dışına çıkmayacağına söz vermesinin nedeni nedir? İşte burada, yaratılış alemine baktığımızda, eşyanın kendi kendine meydana gelme özelliğinin bulunmadığı gerçeğine intikal etmemiz lazım. Kur’an bu gerçeği sıklıkla bize anlatır. Kainatın kendine sahip olmadığını, kendi kendine ayakta durmadığını, duramayacağını birçok örnekle dile getirir (Mesela bk. 7: 191; 16: 20; 25: 3). Dağların yerinden söküleceğini, yıldızların döküleceğini, denizlerin savrulacağını hatırlatır. Ne ki biz bunları kıyamet alametleri diye atıyoruz. Oysa Kur’an bu tasvirlerle aynı zamanda kainatın kendi başına ayakta kalamayacağını, kainatın özelliklerinin kendinden olmadığını, olamayacağını söylüyor diye anlamamız lazım. Zira ayetler dağlarmış, ormanlarmış, yıldızlarmış, galaksilermiş bunların özelliklerinin kendinden olmadığını, olamayacağını beyan ediyor. Bunları kim var ettiyse, Onun her zaman bunları değiştirebileceğini söylüyor, onu anlatıyor. Bunları kıyamet alametleri diye sınırlandırdığımızda Kur’an’ın önemli bir kısmını oluşturan ayetlerini devre dışı bırakmış oluyoruz.”

“Gelelim tekrar düzene. Peki ayetlerde geçmiş toplulukları selle, tufanla, depremle vs. helak ettiğini söylüyor. Dolaylı olarak ‘sizi de helak ederim’ diyor. Bazı insanlar kıs kıs gülüyorlar. ‘Bak ben inanmadım, Seni reddediyorum, haydi beni de helak et’ diyor, sonra da ‘bak bir şey olmuyor’ diyor. Her ne ise… Şimdi düzenin değişmezliğini iyi anlamak lazım. Biz insanlar bu aleme kainat aracılığı ile kainatın Yaratıcısını tanımak üzere donatılarak gönderiliyoruz. Hani dikkat edin, Yaratıcı bize ‘isimleri öğretti’ diyen ayeti bile Kur’an bağlamında alamıyoruz. Tutmuşuz buna ‘eşyanın isimleri’ diye anlam vermişiz. Bu kapı, bu pencere, bu halı, bu bardak… Yahu komik olmamak lazım. Koca koca adamlar hâlâ aynı yorumu yapıyorlar. Allah Nursi’den razı olsun, çıkıp ‘esma’ Kur’anî bir terimdir, Allah’ın isimlerini ifade eder’ deme cesareti gösteriyor. Ayette ‘Allah’ın esma-i hüsnası vardır, Ona bu isimlerle dua edin’ (Araf 7/180) buyrulmuyor mu? ‘Ta’lim-i esma’ nasıl eşya isimleri demek olabilir ki? Hangi dilde eşya isimleri? Fransızca mı, İngilizce mi, Sanskritçe mi? Acaba Adem’e Arapça öğretildi de o ‘kapı’ yerine ‘bâb’ mı dedi? Bunu tartışmanın ne alemi var? Bu ayet Adem’e dolayısıyla insana Allah’ın Kendi özelliklerini tanıma duyguları yani ruh verildiğini ifade ediyor, esas itibariyle.”

“Konu şimdi irade-i cüz’iyeye geldi. Neden? Çünkü kainatın düzeninin değişmemesi bizim kainatın Yaratıcısını kendi yaratılış düzeni içinden izini takip ederek Ona ulaşmanın yolunu açıyor. Bir armut ağacı çekirdeği atıyorsun toprağa, bakıyorsun sonunda koyun çıkıyor olsa her zaman bakıyorsun şöyle oluyor, bir bakıyorsun ilgisiz biçimde böyle oluyor. Ne yapacağını bilemezsin. Bu dünyanın benim için yaratıldığı besbelli. Çünkü ben kainattaki tüm özelliklerini tanıyabilecek ve o özellikleri kullanarak Yaratıcısı ile ilişkiye geçebilecek özelliklerle donatılmışım. Demek ki ben bu özelliklerimi kullanma imkanına sahip olmalıyım. Bunun için istikrarlı bir şekilde kainatın varlığını devam ettirmesi lazım. Ta ki ben bu istikrarlı varlığın kaynağını araştırayım, hemen ‘Allah’ deyip işin içinden çıkmayayım. İkide bir dengesizlik olsa, ben bir şey anlayamam ki. ‘Dengesiz birisi benime oyun oynuyor’ der, geçer giderim. Bu birincisi”

İfade ettiğimiz gibi insan kainatı inceleyecek, onun Yaratıcısını tanıyacak. Bu da ancak düzenli bir yaratılışla olur. Matematiğin devam etmesi için matematik kurallarının değişmemesi lazım. Bu kuralların sürekli genişletilmesi, derinleştirilmesi lazım. İki ile iki çarpıldığı zaman bazen dört, bazen altı ederse nereye gidersin? Eğer düzen değişirse, bu kainatın Sahibini nasıl tanıyabilirim? Bu insaniyetle çelişir. Oysa Kur’an insana konuşur. Kainat insana konuşur. Bunlara dikkat etmek gerekiyor. İnsana verilen kapasiteye uygun bir yaratılışın gerçekleşmesi lazım, başka bir ifadeyle yaratılışın insana verilen kapasite ile uyumlu olması lazım. Arada böyle bir uygunluk olmalı ki ben Rabbimle ilişki kurabileyim.

“İkincisi, inceleme yapabilmem kainatın ancak düzenli bir şekilde var edilmesine bağlıdır. Kainatın düzenini ben kainatı incelemek için kullanacağım. Onun dışında ‘düzen var, düzen var’ demenin alemi yok. Bu bakımdan insanları kainat çalışmasından mahrum edenler çok mesuldür. Neymiş? Kainatı çalışanlar, tabiatı araştıranlar Allah’a inanmıyormuş. Mesela ‘ben peygambere falan inanmam’ demiş birisi. Ama harika deneyleri, çalışmaları var. Ebu Bekir er-Râzî diye birisi. Miladi 850-925’li yıllarda yaşamış. Allah’a inanıyor ama peygambere inanmıyor. Yaptığı araştırmalar son derece orijinal. Niye peygamber’e inanmıyor? Kendisine öyle bir din ve peygamber takdim edilmiş ki düşünenlerin kabul edeceği bir şey değil. Ondan sonra birileri ‘bakın tabiat araştırması yapanlar Allah’ı veya Peygamber’i kabul etmiyorlar’ diye fizik bilimlerine ait neler varsa medreselerden söküp çıkarmışlar. Ne kalmış geriye? Ezberletilen fıkıh kuralları, dilden dile dolaşan nakiller vs. Sonuçta bu eğitim kurumlarından mezun olanlar çoğunlukla sultanların memuru olup çıkmışlar. Memuru olmayanlar da genellikle pratik dinî uygulamaların kurallarını tespit etmek için harcamışlar hayatlarını. Allah onlardan razı olsun, genel halk tabakasının ihtiyaçlarına cevap vermişler. Fakat geride kalan ve bu asırdan itibaren geri dönüşü mümkün olmayan bir sorgulama yeteneğine sahip olarak yetişen nesillere rehberlik yapma konusunda gerekli hassasiyet gösterilmemiş olduğu görünüyor.”

“Dikkat edelim, yüzyıllarca topluma eğitim namına bir şey verilmemiş. Köylere gidin hiçbir şey yok. Tarikat ehli gitmiş ve bir şeyler yapmışsa o var. Devletmiş, sultanmış, idareciymiş; ‘şunlara yol yapalım, bir de bunları eğitecek eleman gönderelim’ diye bir hassasiyet gösterilmemiş. Ama vatandaş vergisini kuzu kuzu vermiş. Bir de camiye ‘sultan Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir’ diye yazdırmışlar. Bizim haklı olarak Hıristiyanları tenkit ettiğimiz hususu, benzer bir versiyonu ile hayata geçirmişler. Papanın yanılmazlığı gibi ‘sultanlar da Allah’ın gölgesi ve dolayısıyla yanılmaz, itaat şarttır’ diye insanlar uyuşturulmuş. Böyle bir ifadenin bir hakikati varsa bile sultanın Allah’ın hukukuna uyarak yöneticilik yapması tavsiyesi olarak alınmalıydı. Allah’ın hukukuna uymayanın sultan veya yönetici olamayacağı öğretilmeliydi halka.”

“İfade ettiğimiz gibi insan kainatı inceleyecek, onun Yaratıcısını tanıyacak. Bu da ancak düzenli bir yaratılışla olur. Matematiğin devam etmesi için matematik kurallarının değişmemesi lazım. Bu kuralların sürekli genişletilmesi, derinleştirilmesi lazım. İki ile iki çarpıldığı zaman bazen dört, bazen altı ederse nereye gidersin? Eğer düzen değişirse, bu kainatın Sahibini nasıl tanıyabilirim? Bu insaniyetle çelişir. Oysa Kur’an insana konuşur. Kainat insana konuşur. Bunlara dikkat etmek gerekiyor. İnsana verilen kapasiteye uygun bir yaratılışın gerçekleşmesi lazım, başka bir ifadeyle yaratılışın insana verilen kapasite ile uyumlu olması lazım. Arada böyle bir uygunluk olmalı ki ben Rabbimle ilişki kurabileyim.”

“Kainatın ve benim yaratıcım olan Rabbimle nasıl ilişki kuracağım? Onunla ilişki kurarken neyi istediğimi, neyi arzuladığımı bilmem için elimde değişmez kuralların olması lazım. Mesela elma istiyorum. Yaratılış düzeni ‘elma çekirdeğini al, toprağa at, üzerini ört, sula, şunları yap, elmayı alırsın’ diye öğretiyor. Sonra da evine git, yat ve de ki, ‘ben elmayı yaratamıyorum ama istiyorum, senin tercih ettiğin kurallara göre bana düşeni yerine getirip müracaatımı yapıyorum, lütfen bana elma yarat’ diyorum. Böylece ben Ona müracaat ederek elmaya ulaşıyorum. İnanmayan da ‘doğaya müracaat ettiğini’ zannediyor; eğer inanmama kararı almışsa.”

“Bakın, benim Yaratıcıyla ilişki kurabilmem için düzenin değişmemesi gerekiyor. ‘Ne diyeceğim ben, Onunla nasıl ilişkiye geçeceğim’ dediğimde, öyle ezbere, havadan ‘Allah verir canım’ diyebilir miyim? Günlük hayatımda ben yiyorum, içiyorum, uyuyorum, üşüyorum, ısınıyorum… Bunları yaparken Allah’ı zikretmem gerekiyor. ‘Allah ikram edendir, Allah rahmet edendir, bakın elmayı bana ihsan etti’ diyorum. Ben sadece elma çekirdeğini toprağa gömdüm sonra eve gidip yattım, O yepyeni bir elma ağacı ve meyvesi yarattı, ‘Onun verdiği aşikar’ diyorum. Düzen olmasa, düzensiz kainatta anlamsız şekilde yaşamak zorunda kalırım. İnsaniyetimi inkar ederim. Bu bağlantıyı daima kurmak lazım.”

Bakın, benim Yaratıcıyla ilişki kurabilmem için düzenin değişmemesi gerekiyor. ‘Ne diyeceğim ben, Onunla nasıl ilişkiye geçeceğim’ dediğimde, öyle ezbere, havadan ‘Allah verir canım’ diyebilir miyim? Günlük hayatımda ben yiyorum, içiyorum, uyuyorum, üşüyorum, ısınıyorum… Bunları yaparken Allah’ı zikretmem gerekiyor. ‘Allah ikram edendir, Allah rahmet edendir, bakın elmayı bana ihsan etti’ diyorum. Ben sadece elma çekirdeğini toprağa gömdüm sonra eve gidip yattım, O yepyeni bir elma ağacı ve meyvesi yarattı, ‘Onun verdiği aşikar’ diyorum. Düzen olmasa, düzensiz kainatta anlamsız şekilde yaşamak zorunda kalırım. İnsaniyetimi inkar ederim. Bu bağlantıyı daima kurmak lazım.

“Düzen, benim Yaratıcıyı bulmam için engel değil, tam tersine bir vesiledir. Yaratıcının benimle ilişli kurmak istediğinin en güzel delilidir. Yoksa ‘Allah der, namazımı kılarım’ demek hayali bir söz olur. Nereden bildin Onu? Şimdi, birisi gelse, bir gün öyle yapsa, bir gün böyle yapsa; -diyelim ki-, bir gün pencere çaksa, bir gün pencere yerine merdiven yapsa, ertesi gün merdiven yaptığı yere kuyu açsa, insanlar oraya düşse, ‘benimle dalga mı geçiyorsun’ der, geçer giderim.”

“Şimdi bakıyorum, kainat ile benim çalışma düzenim birbirine tekabül ediyor, birbiriyle çakışıyor. Onun için düzenin değişmemesi zorunludur. Bunu anladığımız zaman insanlara, ‘bak, düzen şu kainatın Yaratıcısının sahip oldukları özellikleri anlamamız için ne kadar güzel çalışıyor’ deriz. Sonra benim Onunla ilişki kurabilmem için beni şaşırtmadan bana öğretiyor, ben de bu suretle onu anıyorum, Onu kainatla her ilişkimde zikrediyorum’ derim. Biz maalesef zikri de Allah’ı dil ile anmaya indirgediğimiz için -mamafih bu da lazım, dil niçin verilmiş insana-, kainattaki işler üzerinden Allah’ı anma konusunda zayıf kalıyoruz. Oysa mesela o bana elmayı yarattığında, Onun rahmet sahibi, ikram sahibi olduğunu görerek Onu anıyorum, anmam gerekiyor.”

“Şimdi biz ne yapıyoruz? Kainatla kurduğumuz ilişkide zikir yok. Ya? Gözünü kapatıyorsun, başını önüne eğiyorsun, -güya tevazu adı altında-, ‘sübhanallah’ veya ‘elhamdü lillah’ diyerek bu kelimeleri dilinle devamlı tekrarlıyorsun. Oysa yirmi dört saat boyunca Allah’ı zikretmek gerekiyor, ‘sübhanallah, elhamdü lillah’ demek gerekiyor. Mesele sadece bunların mânâsını bilmek de değil. Kainatla kurduğum fizikî ilişkide Yaratıcının kusursuzluğunu, yaptığı şeylerin harika ve övgüye değer olduğunu görmem icap ediyor. Yani zikri günlük hayatın merkezine koymak lazım. Diyelim ki bir bahçeye girdik. Orada güzel ve çirkin neler varsa görüp, güzellikleri seviyorum, çirkinlikleri sevmiyorum, bunları güzel yaratan ve bana güzellikleri sevme özelliği veren Yaratıcıyı ‘yâ habîb, ya vedûd’ diye anıyorum, zikrediyorum. Bak şunlardan hoşlanıyorum, şunlar çok süslü, rengarenk, güzel yaratılmış, güzel kokuyor deyip Yaratıcıyı ‘ya cemil, ya mücemmil, ya mülevvin, ya müzeyyin’ diye anmam gerekiyor. İşte zikir budur! Pratik hayatımızda zikir yapmadık, sözde, söz ile zikir yaptık. Karşıdan bakanlar, ‘bu adamlar ne yapıyor, belli kelimeleri tekrarlayıp duruyorlar, kafalarında hastalık mı var’ diyorlar. Halbuki zikir kainatın değişmez düzeni ile gördüğüm güzellikler, harikalıklar karşısında Yaratıcıyı hatırlamak, yâd etmektir. Görerek, bilerek, bu tarzda Yaratıcıyı zikrettiğimiz, mesela ya rahim, ya latif değimiz zaman bu bizi ebediyete götürüyor. Çünkü Onun sonsuz rahmeti, sonsuz lütfü benimle olacak diye ayrı bir atmosfere giriyorum. Sonuç olarak her ne kadar düzenin değişmezliği birçok insanı inkara veya ihmale götürüyorsa da gerçekte imana, Yaratıcıyı tanımaya götürmelidir, diye düşünüyorum.”

Önemli konulara göndermeler yapan, uzun fakat kendi adıma bu faydalı tefekkür dolayısıyla hem tefekkürünü paylaşan müzakereci hem de derse katılım sağlayanlar için Allah razı olsun diyorum.

Yazar hakkında

İlyas Üzüm

Dünyalıyım. Güneş Sistemi sokağında oturuyorum. Yaşadığım Samanyolu galaksisi şehrini bile gezemedim. Yolda mıyım, emin değilim ama "yolda olmak, yolcu olmak" istiyorum; zaman ve varlığın sonsuz yolculuğunda.

Yorum yazın