“Bu kâinâtın Hàlık-ı Zülcelâl’i kayyûmdur, yani, bizâtihi kàimdir, dâimdir, bâkîdir. Bütün eşya Onunla kàimdir, devam eder ve vücûdda kalır, bekà bulur. Eğer kâinâttan bir dakikacık olsun o nisbet-i Kayyûmiyet kesilse, kâinât mahvolur.
Hem o Zât-ı Zülcelâl kayyûmiyetiyle beraber, Kur’ân-ı Azîmü’ş-Şânda fermân ettiği gibi, لَيْسَ كَمِثْلِـه۪ شَىْءdür. Yani, ne zâtında, ne sıfâtında, ne ef’âlinde nazîri yoktur, misli olmaz, şebîhi yoktur, şerîki olmaz.
Evet, bütün kâinâtı bütün şuûnâtıyla ve keyfiyâtıyla kabza-i Rubûbiyetinde tutup, bir hâne ve bir saray hükmünde, kemâl-i intizam ile tedbir ve idare ve terbiye eden bir Zât-ı Akdese, misil ve mesîl ve şerîk ve şebîh olmaz, muhâldir.
Evet, bir Zât ki, Ona yıldızların icâdı zerreler kadar kolay gele; ve en büyük şey, en küçük şey gibi kudretine musahhar ola; ve hiçbir şey hiçbir şeye, hiçbir fiil hiçbir fiile mâni olmaya; ve hadsiz efrâd, bir ferd gibi nazarında hazır ola; ve bütün sesleri birden işite; ve umumun hadsiz hâcâtını birden yapabile; ve kâinâtın mevcûdâtındaki bütün intizamât ve mîzanların şehâdetiyle hiçbir şey, hiçbir hâl, dâire-i meşîet ve irâdesinden haric olmaya; ve hiçbir mekânda olmadığı hâlde, herbir yerde ve herbir mekânda kudretiyle, ilmiyle hazır ola; ve herşey Ondan nihâyet derecede uzak olduğu hâlde, O ise herşeye nihâyet derecede yakın olabilen bir Zât-ı Hayy-ı Kayyûm-u Zülcelâl’in elbette hiçbir cihetle misli, nazîri, şerîki, veziri, zıddı, niddi olmaz ve olması muhâldir. Yalnız, mesel ve temsîl sûretinde şuûnât-ı kudsiyesine bakılabilir. Risale-i Nurdaki bütün temsîlât ve teşbihât, bu mesel ve temsîl nev’indendirler.”
Ha-mim’in 12. 12. 2020 tarihli online Lem’alar dersinde, bir önceki hafta okunmaya başlanan 30. Lem’anın altıncı nüktesi yani ‘kayyûm’ ismi ile ilgili olarak yukarıdaki metin okunup müzakere edildi, daha doğrusu müzakereye yönelik anlayış ve tefekkürler ortaya konuldu. Ben kendi adıma çok istifade ettim. Her zaman olduğu gibi tüm müzakereyi ilgili ders kaydına havale edip burada bazı şahsî çağrışımları da katarak müzakerelerden bir kısmını özetlemek istiyorum (Her paragraf ayrı bir müzakereciye değil, ayrı bir müzakere notuna işaret eder):
*Metin, paragrafın başında ‘kayyûm’ ismini “kainatın Hâlık-ı Zülcelal’inin bizâtihi kaim, daimi, bâki olmasıdır” diyerek tanımlıyor. Peşinden, ‘bütün eşyanın Onunla kâim olduğunu, devam ettiğini, vücutta kaldığını, beka bulduğunu’ ifade ederek tanımı biraz açıyor. Paragrafın son cümlesinde ise ‘Eğer kainattan bir dakikacık olsun o nispet-i kayyûmiyet kesilse kainat mahvolur’ diyerek kayyûmiyeti kainatın kaim olmasıyla delillendiriyor, söz konusu kayyûmiyetin varlık alemi ile irtibatının kesilmesi halinde ‘varlık alemi diye bir şey kalmayacağını’ belirtiyor.
*Geleneksel din öğretiminde Allah’ın sıfatları sayılırken ‘kıyâm bi nefsihi’ diye bir sıfattan bahsedilir. Küçükken çoğumuz ezbere okuduğumuz sıfat listesinde bunu da saymışızdır. Kayyûmiyet ile ilgili bir nitelemedir bu. İfade olarak çok doğru ve çok güçlü. Tamam ama ‘bu ne demektir’ diye sorduğumuzda yahut düşündüğümüzde kaçımız ne söyleyebilir? İşte Nursi bu Altıncı Nüktede tam da bunu anlatıyor.
*Tekrar metine dönersek, müellif burada ilgili ayeti (“Hiçbir şey Onun misli/benzeri gibi değildir”: Hud 11/56) de zikrederek ‘kainatın Hâlık-ı Zülcelal’inin ne zâtında, ne sıfatlarında, ne ef’alinde naziri yoktur, misli olamaz, şebihi yoktur, şeriki olamaz” diyor ve devamında bütün kainatı, bütün işler ve keyfiyet itibariyle bir hane gibi ‘kabza-i tasarrufunda’ tutan, bir saray gibi mükemmel bir düzen ve intizam içinde idare ve terbiye eden Kudretin elbette benzeri ve ortağı olamayacağını dile getiriyor. Ben, bu ifadelerden Nursi’nin, ‘O Zât-ı Akdes’in kainat cinsinden olmadığına’ işaret ettiğini anlıyorum. Yani O Zât-ı Akdes varlık aleminde gördüğümüz, bildiğimiz veya duyduğumuz varlıklar gibi değil, olamaz, olması muhaldir. Esasında ayet de, sanıyorum, bunu beyan ediyor. Demek ki kayyûmiyeti anlamada ilk adım, kainatı varlık alemine getirenin, var edilmeye muhtaç tüm varlıkların cinsinden olmaması gerektiğinin zorunluluğunu bilmek, diye anlaşılıyor.
*Evet, kayyûmiyeti anlamaya buradan başlamak lazım. Kainata baktığımızda, her şeyin ‘var edilmeye muhtaç yani mahluk olduğunu görüyoruz. Peki, mahlukat ya da mahlukat içerisindeki yaratıklar ‘yaratılmış olma’ özelliğinden çıkabiliyor mu? Böyle bir mahluk var mı? Söz gelimi, ‘şu mahluk yaratıldı ama artık şu aşamadan ya da şu seneden sonra yaratılmaya muhtaç olma özelliğinden çıktı’ diyebiliyor muyuz? Veya diyebileceğimiz yaratık var mı? Kainatın parçacıklarını incelediğimizde görüyoruz ki, hiçbir varlık kendine varlık verebilecek veya varlığını bir andan diğer bir ana taşıyabilecek özelliğe sahip değil. O halde var olduklarını gördüğümüz her şey ‘yaratık olma’ özelliğinden çıkamıyorsa, onlara varlık verenin o eşya gibi yaratık cinsinden olmaması gerekir. Bu aklî bir çıkarımdır hatta zorunluluktur. Demek ki kainatın Varlık Kaynağı her daim var olan, her daim yaratıcılığı devam edendir. Konuya böyle baktığımız zaman, zannediyorum, kayyûmiyeti anlamaya başlamış oluruz.
*Biraz daha açmak gerekirse, Kur’an, yukarıda ifade edilmeye çalışılan hususu İhlas Suresindeki “lem yelid ve lem yûled: doğurmadı, doğurulmadı” ayeti ile açıklar. Bu ayeti Hıristiyanların iddia ettiği gibi Allah’ın oğlu yoktur vs. gibi anlamakla yetinmek çok iptidai bir seviye olur. Elbette bu da doğrudur ama ayetin asıl mesajı Yaratıcının varlıklar cinsinden olmadığını önümüze koymaktır. Peki ayette, “lem yelid: O doğurmadı” derken ne kast ediliyor? Doğurmak, bir doğurucunun kendi cinsinden bir şey üretmesidir. Mesela bir anne çocuk doğurduğunda kendi cinsinden bir bebek meydana getirmiş oluyor (yani vesile oluyor, meydana getiren elbette anne değil, burada temsil veriyoruz). ‘Allah doğurmadı’ demek, ‘O, mahlukata Kendi cinsinden bir özellik vermedi’ demektir (yansıtmadan/tecelli vermekten söz etmiyoruz). Diğer bir ifadeyle yok iken var olan sonra da varlığı sona erecek olan varlıklara ‘varlık veren bir özellik vermedi’ demektir. Kainatta böyle bir özelliğe sahip hiçbir şey görmüyoruz. Yani mahlukat, mahlukattır, mahlukatta uluhiyetin mesela ‘yoktan var etme’ gibi bir özelliği yoktur; mahlukat hiçbir zaman mahluk olma özelliğinden çıkamaz. Öyleyse mahlukatın Hâlıkı mahlukat cinsinde değildir. Dolaysısıyla Onun benzeri, misli yoktur, olamaz.
*Biz burada ‘gayb’ı (yani kainatın varlık kaynağını) konuşuyoruz. Bizim gaybı idrak etmemiz mümkün değildir. Çünkü varlıkların Var Edicisini ‘var edilmeye muhtaç varlıklar’ cinsinden tanımlayamayız. Ancak temsillerle anlamaya çalışırız. Yukarıda değinilmeye çalışılan konuyu ‘güneş ve yansıma’ örneği üzerinden biraz daha somutlaştırabiliriz. Güneş aynaya yansıdığında aynadaki yansıma güneş değildir, sadece bir akistir. Güneş yansımadığında aynada hiçbir şey kalmaz. Varlıklar da Yaratıcının özelliklerinin yansımasıdır; özelliğinin aynısı veya Onun özelliklerinin küçük bir parçacığı değildir. Hiçbir varlıkta ‘Yaratıcı olma’ özelliği yoktur, Yaratıcıya ait özelliklerin yansıması vardır. Bu yansıma söz konusu olmasa, ortada “mahlukat’ diye bir şey kalmaz.
*Baktığımızda görüyoruz ki, kainatta her şey ‘yaratılmaya muhtaç’ özellikte. Varlıklardaki bu özellikler hiç değişmeksizin devam ediyor. Hiçbir varlık zaman içinde de olsa ‘yoktan varlık verme’ özelliğine sahip olamıyor. Ama bir taraftan da görüyoruz ki, yeni yeni mahlukat devamlı yaratılıyor. O halde Varlık Kaynağı; a) varlığı Zâtından, yani kendisi ‘var edilmeye muhtaç olmayan’ olmalıdır (“ve lem yûled: O doğurulmamıştır” bu demektir), b) Varlık kaynağı yaratık olan zaman ve mekan cinsinden olmamalıdır, yani daimî olmalıdır.
*Bu müzakerelerde dile getirilen hususlar aslında Varlık Kaynağının “mutlak” olduğunu gösteriyor; var edilmeye muhtaç olmaması, daimî var olması, varlığının zâtî olması.. ben böyle anlıyorum. Nitekim metnin ilgili paragrafında “Bir Zât-ı Akdes ki Ona yıldızların icadı zerreler kadar kolay gele ve en büyük şey, en küçük şey gibi kudretine musahhar ola, ve hiçbir şeye, hiçbir fiil fiile mani olmaya…” diye başlayıp devam eden cümleler tam da “mutlakiyet”i ifade ediyor. Yani sınırsızlığı. Mesela aynı yerde, “hiçbir mekanda olmadığı halde, her bir yerde ve her bir mekanda kudretiyle ilmiyle hazır ola; ve her şey Ondan nihayet derece uzak olduğu halde, O ise her şeye nihayet derecede yakın ola…” cümlesi “mutlakiyet”in ana kodlarını veriyor. Yani O Zât-ı Akdes’in kainatta her varlık için kaçınılmaz olarak nispet edilen ‘zaman’ ve ‘mekan’ koordinatlarından münezzeh olduğunu ifade ediyor. Şu halde mahlukat zaman ve mekanla sınırlı ise Mutlak Yaratıcının zaman ve mekan kayıtlarından azade olması mantıkî bir sonuç olarak ortaya çıkıyor.
*Müzakerelerde dile getirilen; ‘gözlemlediğimizde, kainatta, bütün mahlukatın yaratılmaya muhtaç olduğu, hiçbir zaman, hiçbir yaratığın bu özelliğin dışına çıkamıyor olması, mantıkî olarak Yaratıcının yaratıklar cinsinden olmaması gerektiği’ şeklindeki açıklamalar bana çok makul ve aydınlatıcı geliyor. Gerçekten yakın çevremden başlayarak aleme baktığımda her mahlukun tam da böyle olduğunu görüyorum. Yani her şey yaratılmış ve yaratılmaya muhtaç durumda. Öyleyse bu, ‘Yaratıcının mahlukat cinsinden olmadığını’ gösterir. Şayet mahlukatın Yaratıcısı, mahlukat cinsinden olsa mantıken ‘o mahluku kim yarattı?’, sorusu akla gelir. Sonra verilen cevaba göre aynı soru hiçbir zaman Yaratıcı özelliğine sahip olan bir varlık kaynağına ulaşamaz. Bu durumda da yaratılmaya muhtaç kainatın Yaratıcısına ulaşmamız mümkün olmaz. Kainatı yaratıcısız bırakmak durumunda kalırız. Bu da insanı Yaratıcı Kaynak arayışında neticesiz bırakan bir mantık hatası olur.
*Ortaya konulan son müzakere ‘teselsül’ diye bilinen bir kavrama götürüyor bizi. Yani Yaratıcı mahluk olursa, Onun da yaratıcısı olması gerekir, bu ikinci Yaratıcı da mahluk olursa Onun da bir yaratıcısı olması gerekir, onun da, onun da… diye geriye doğru sonsuzca sürüp gitmesi. Kelâmcılar bunun aklen muhal’ olduğunu söylemişlerdir. Halbuki, insan mantığının çalışma sistemi gereği, eğer bir şey Yaratıcı ise, o şeyin yaratılmaya muhtaç olmaması zorunludur. Çünkü yaratılmaya muhtaç olan Yaratıcı olamaz; Yaratıcı ise niye yaratılmaya muhtaç olsun ki? Dolayısıyla “yaratıcı mahluk olursa” varsayımı mantıken bir çelişkidir. Özetle ifade etmek gerekirse, aslında teselsül ile uğraşmaya hiç gerek yoktur. İsraftır bununla uğraşmak. Biz yaratılışı görüyoruz. Yaratılış bize bir Yaratıcının olduğunu, daha doğrusu olması gerektiğini ifade ediyor. Bu Yaratıcının ‘mutlak’ olması aklen zorunlu görünüyor. Eğer Yaratıcı ‘mutlak’ değilse yaratılmaya muhtaç olur. Yaratılmaya muhtaç olan ise Yaratma özelliğine sahip olamaz. Mesele bu kadar net, aklî ve kısa!
Bu dersten çıkarılacak neticelere ilave için:
1— Felasife ve bazı sufilerin öne sürdüğü “sudur” nazariyesi akla, mantığa ve dahi Kur’an a aykırıdır. “Bir den bir” değil, “Birden birlik sudur eder.”
2— Ekser mutasavvifenin içine girip çıkmak istemediği zevki, hali meşrep vahdet-i vücut çok hatarlı ve dehşetli bir vartadır. “Heme ost” değil, “Heme ezost” bilmek gerekir.
3— Konuyla ilgili 30. Söz, 18. Mektup, 9. Lem’a dersleri de nazara alınmalıdır.