Kâinattaki, diğer bir ifadeyle evrendeki manadan söz etmek için, başlangıçta, kitap temsili üzerinden düşündüğümüzde şöyle deriz: “Elimizde bir kitap var. Bu kitabın kabı var, kâğıdı var, sayfaları var, sayfalarda mürekkep izleri var, mürekkeple yazılmış işaretler var. Bu yazılar kitabın manasını, mesajını yansıtıyor”. İlk tefekkür aşamasında, dünya şartlarında doğru bir temsildir bu. Çünkü kağıtsız, sayfasız, mürekkepsiz kitap olmaz; manalı cümleler olmadan da kitaptan söz edemeyiz.
Peki, kâinatta olup-bitenler böyle midir? Asla! Çünkü kâinata baktığımızda görüyoruz ki her şey, bütün manasıyla, özellikleriyle aynı anda vuku buluyor. Bir yağmur tanesinin oluşumu, bir meyvenin meydana gelmesi, bir canlının vücut bulması bir varlık, bir mana, bir tecelli diye ayrı ayrı şeylerden teşekkül etmiyor. Yani her varlık bir kitap ama bu kitabın kağıdı yok, mürekkebi yok. Cümleleri var ama cümleleri mürekkepten değil, ifade ettiği manaların kendilerinden yazılan bir yazı. Mana mürekkep olmuş. Bu mana nedir? Bu mana, yazarının bilgisinin yansımasından ibarettir.
Bu “yansıma” yahut “tecelli” gerçektir, kâinattır, alem-i şehadettir. Bir “lisandır”, bir konuşmadır. Fakat bu konuşma, bu kâinat şeklinde tecelli ediyor. Dağ değil, insan bu konuşmaya muhatap oluyor. İnsan sorar: Bu konuşmanın kaynağı ne olabilir ki? İşte bu sorunun cevabına odaklandığında insan aklı, konuşmanın kaynağının, konuşmanın kendisi olamayacağını anlamada hiç zorlanmaz. “Kaynağını” sorar insan. İşte bu noktada insan, bu “lisan”ın kaynağının “gaybî” (kendi cinsinden değil) olmasının zorunluluğunu anlar.
Kâinatın sabit olmadığını, onun temeli veya materyalist kafaların “mürekkebi” zannettikleri sabit bir şeyin bulunmadığını, bugünlerde, konunun teknik elemanları da onaylıyorlar artık.
Dikkat edelim, bu tecellinin, bu konuşmanın bir manası var, bir de tecelli eden “Esma-i İlahî” diye ayrı bir şey var, ayrıca bir de melek var, değil! Bakış açımıza veya kavrayış seyrimizdeki mertebesine göre, bunlar aynı şeylerdir. Tecelli dediğimiz şey, yani kâinat, budur. Nasıl ki mushaf Kur’an değildir, sesli okunduğunda duyduğumuz ses de Kur’an değildir. Ağızdan ses olarak çıktıktan sonra insana ait, yani mahluk olan bir sestir. Okuduktan sonra benim anladığım da Kur’an değildir. Kur’an bunların hiçbirisi değildir. Konuşmanın bizzat kendisidir Kur’an. Konuşmanın kaynağı konuşmanın kendisi olamaz. Ancak, konuşan’ın (Mütekellim’in) konuşma özelliği (kelamı) olabilir. Biz insanlar kendi kapasitemizde o Söz’den manalar devşiririz. Bu devşirdiklerimiz bizim malımız olur, ne Kur’an olur ve ne de Kur’an’ın kaynağı, yani Kur’an ile konuşan olur.
Bunlar tarif gereği ulaşılan sonuçlardır. İspatı şudur: Eğer ben kâinat anlayışımın gereği olarak, “bu kâinatın mutlak özelliklere sahip bir var edicisi olmalı” şeklinde bir sonuca ulaşmış isem ve “o varlık kaynağı’nın bana, varlığı neden var ettiğini anlatması gerekir” diye ikna olmuşsam (varlığı sorgulamayanın böyle bir sonucu olamaz), işte o zaman kâinatın şahitliği altında bu “Söz” (Kelam) ancak bu kâinatı var edenin (bu var eden ancak mutlak olan olabilir) konuşması olabilir, derim. O sözün mutlak olması gerekir sonucuna da ulaştığım için, bu konuşmanın da kaynağı mutlak olması zorunludur diye tasdik edebilirim. Bizim alem-i şehadette duyduğumuz, taşıdığı manayı kelimelerle bize taşıyan konuşmacının (Mütekellimin) bize ulaştırdığından ancak bizim tarafımızdan algılandığı kadarından ibarettir. Yani, konuşmanın kendisi mutlak ve fakat bizim algıladığımız ise bizim kapasitemiz ile sınırlıdır.
Kur’an’la ilgili bu husus kâinat için de geçerlidir. Ancak bir farkla: Kur’an bir kelam olarak elle tutulan yani mücessem bir vücuda sahip değil (mushaf ise elle tutulan mücessem bir varlıktır), hep Resulullah’tan “ses” olarak veya yazı cinsinden satırlara dökülmüş metin olarak duyup, okuyup geliyoruz. Kâinat ise mücessem bir varlığa bürünüyor. Bu ayırımı unutmamak gerekiyor!
Bu başlangıçtan sonra, tekrar düşünelim, şu “şehadet alemi” nedir, Esma-i İlahinin tecellisi mi? Veya mana mı? Evet, konuşma manayı içeriyor; çünkü her yönüyle mana taşıyor insana. İnsan o konuşmayı anlamlı buluyor. Fakat bu mana nedir? İşte bu manadır melek dediğimiz, biz ona mana diyoruz, konuşanın kastettiği diyoruz. Yani konuşanın manalı olana dikkat eden şuurlu varlıklar olan bize kendisini tanıtmasıdır, diyoruz. Bir mana var ve bir de o manayı taşıyan araç var, bir de konuşan’ın özelliklerinin yansıması var, değil. Hepsi aynı şeyin bizim tarafımızdan algılanış süreci veya şeklidir.
Tefekkürün bu yeni aşamasında ise mutlak kaynağın tecellisinin devamlı değişen şu fani kâinata nasıl dönüştüğü gündeme geliyor. İşte burada mutlak olan’ın fani özellikte tecellisi olan mana şeklinde görünen, yani bizim müşahedemize ulaşan varlıkların manasını temsil eden yönü, “melekutiyeti” diye anılır. Yani kısaca biz bir kitap gibi zannettiğimiz, kâğıdı var, mürekkebi var ve bir de manası var, dediğimiz bu Kâinatı iyice inceleyenler artık XV. yüzyıl fizikçileri gibi bir kâinat ve bir de mana var, diyemiyorlar. Onun için “kitap gibi” benzetmesi yetersiz kalıyor. İnsanlar atomu parçaladılar ve içinde sayısız özellikte parçacık tanımları yapıyorlar. Şehirler kadar geniş araştırma laboratuvarları kuruldu. Buralarda atom altı varlıkların neyin nesi olduğu inceleniyor ve bugünün fizikçileri “Galiba biz öyle bir şeyi klasik fizikçilerin söylemlerinin etkisi altında kalarak kabul edip gelmişiz” diye itirafta bulunuyorlar.
Bizim Kur’an dediğimiz konuşmanın “mushaf” olmadığını anladığımız gibi şimdiki araştırmacılar da madde dediğimiz şeyin bir kitlesinden bahsetmekte zorlanıyorlar. Alem-i şehadetin zaten bir kitlesi var, ve bir de o kitleye yüklenmiş mana var değil. Bir mana var, bir de melek var ayırımı sun’idir. Esasında bu, geçici bir anlayış mertebesinde melek yerine mana diye konuşulmasından kaynaklanıyor. Yani bir güneş var, bir ışık var, ayrıca bir yansıma var, değil. Güneşin yansıması bize ışık olarak görünür. Biz insanlar onu ışık diye tarif eder, pratik hayatta yaşarız. Fakat işin aslı öyle değildir. Madde var, demek pratik hayat için geçerlidir. Aslında mana dediğimiz, Yaratıcının özelliklerinin bu alemde tecellilerinden başka bir şey değildir. Bu özellikler, Yaratıcının özellikleridir (esmasıdır). Mana diye algıladığımız esmanın tecellisidir. Bu esmayı bize tanıtan, ilan eden diye kutsal kitaplarda bahsi geçen “melek” kavramı ile kastın, bu ilanatı yapanlar olduğu söyleniyor. İşte o ilanatın yapılmasına tefekkür aşamasında önce mana, sonra tecelli ve en sonunda da, Kur’an’dan duyduğumuz bir kelime olan “melek” diyoruz. Gerçekte aynı şeyden bahsediyoruz.
Bakın Kur’an’da nasıl ifadeler var:
وَإِن مِّن شَيْءٍ إِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدَهِ “…Hiçbir şey yoktur ki, O’nu hamd ile tesbih etmesin…” 17:44
وَالْمَلَائِكَةُ يُسَبِّحُونَ بِحَمْدِ رَبِّهِمْ “…melekler hamd ile Rablerini tesbih ediyorlar… ” 42:5
Ne fark var? Kâinat ve melaike aynı vazife ile vazifeli. Aynı işi yapıyorlar. Aynı özelliğin iki farklı görüntüsü, iki farklı sureti veya iki farklı aşamada algılanması değil mi?
Hayat boyu kâinata “madde” yığını diye bakmaya alıştığımız için bir türlü bu şuurlu bir mahluk, bir melek diye göremiyoruz. Oysa Resulullah, “evinize selam verin,” diyor. Ev maddedir kardeşim, Resulullah diye bilinen kişi de “mülk”te boğulmuş diyebilir miyiz? Nursi de, gözlerini yumup melekleri düşündüğünü söyleyen talebesine “duvara baksaydın ya” demiyor mu?
Sonuç olarak; Yaratıcı mutlak, fakat Onun özelliklerinin (esmasının, sıfatlarının) yansımaları mahluktur. Yani kâinat mahluktur. Algıladığımız mananın varlık kaynağı mutlak konuşma özelliğidir ki mutlak ilmi içerir. Fakat konuşmanın tecelli ettiği şekliyle bizim algılama kapasitemize girenler mahluktur. Bu manaları temsil eden melekler de mahluktur. Diğer bir ifadeyle onlar ne mutlaktır ve ne de yaratıcıdırlar. Yaratıldıkları şekliyle var olmak, görev yapmak zorunda olan yaratıklardır.
Bölümler: Önsöz | 1 | 2 | 3 | 4 | 5 | 6 | 7 | 8 | 9 | 10 | 11 | 12