Ha-mim’de geçtiğimiz hafta sonu yapılan (22. 03. 2025) Sünuhat dersinde “Birkaç Vecizeler” başlığında yer alan on bir vecizeden ikincisi olan “Merak ilmin hocasıdır” vecizesi üzerine tefekkürler paylaşıldı. Moderatör geçen hafta konuşulan “Hevesat-ı nefsaniye ile erkeklerin karılaşması, karıların hayasızlıkla erkekleşmesine sebeptir” vecizesiyle ilgili olarak özet yaptıktan sonra sözü merakla ilgili vecizeye getirdi. Bu bize çok yabancı olmayan vecize hakkında faydalı müzakereler paylaşıldı, bazı yan konulara girildi. Ben bunları ilgili ders kaydına havale edip (https://www.youtube.com/watch?v=5ApPGSzCZ5Q&t=2000s) bir kısmına değinmek istiyorum.
Derste sıkça söz alan ve tefekkürlerini cömertçe paylaşan bir müzakereci şunları söyledi: “Evet, merak ilmin hocasıdır. Neyi merak ediyorsanız ona ulaşmanın yolunu öğrenirsiniz. Herkes bir şeyi yahut bir şeyleri merak eder, merak ettiği şeyler hakkında bilgi edinmeye çalışır. Önemli olan ise neyi merak ettiğimizdir. Başka bir ifadeyle önce merak ettiğimiz alanı belirlemeliyiz. Hayatın anlamını mı merak ediyoruz, nereden gelip nereye gittiğimizi mi merak ediyoruz, bu dünyadaki konumumuzu ve görevlerimizi mi merak ediyoruz, eğer bu meraklarımızda samimi isek bunların peşine düşer, mesela vahye ulaşırız. Yok bu alem nasıl olmuş diye merak edersek bilim kitaplarına gideriz. Orada da seküler bir anlatımla karşılaşır, sağlıklı muhakeme yapamazsak ayağımızı kaydırabiliriz.”
Bundan sonra moderatör müellifin daha önce geçen “Rüyada Bir Hitabe” başlıklı yazısında dile getirilen hususlarla bu vecize arasında bağ kurulup kurulmayacağına ilişkin bir değerlendirme yaptı. Ardından aynı müzakereci söz alarak şunları zikretti: “Evet, müellif sözü edilen yerde Birinci Dünya savaşı sonunda Osmanlının yenilmesinin kaderî açıdan çok kıymetli tahlilini yapıyor. Sonuçta biz yenildik ama mazlum tarafta kaldık. Müellif bunu kaderî açıdan olumlayan bir yaklaşım sergiliyor. İfade etmek gerekir ki, kader açısından bakarak yenilginin bir bakıma olumlu yönlerine işaret eden başka hiçbir müellif yok. Her ne ise… Eğer yenseydik ne olacaktı? Dünyada zalimlerin bayrağını dalgalandıracaktık. Zulme alet olacaktık. Yenilmek suretiyle hiç değilse zulme alet olmadık. Zulme alet olmaktansa yenilmek daha iyi değil mi? İmam-ı Ali’nin meşhur bir söz vardır; ‘Yüz kere mazlum da olsan, bir kere bile zalim olma’ diye. İmanî tavır budur! Bir mümin için en önemli şey ebedi hayatını kazanmak değil midir? Yaratıcının rızasını yani ‘seni yarattığıma değdi’ demesini elde etmek değil midir? Bunun dışında bu dünyada şunu kazanmanın, buna ulaşmanın, cebine bolca para koymanın ne anlamı var, eğer niçin var edildiğini bilmiyorsan ve o var ediliş maksadına uygun olarak yaşamıyorsan?”
“Para, deyince bu vesile ile şunu da paylaşmak isterim. Son zamanlarda dikkatimi çekiyor. İslamî faaliyet dendiği zaman hemen akla para toplamak, yardım yapmak, yoksulların ihtiyacını karşılamak için çaba sarf etmek geliyor. Büyük kuruluşlar var. Dünya çapında yardım faaliyetleri gerçekleştirmeye çalışıyor. Peki aynı kuruluşlar ruhun ihtiyacını gidermek için çalışıyorlar mı? Manevi açlığı giderme istikametinde faaliyetler, programlar, duyurular yapıyorlar mı? Gördüğümüz kadarıyla hayır! Mesela çocuklarımız seküler eğitimin maddeci, pozitivist diliyle zehirleniyor. İnanca giden yolları küçücük yaşta iken kapatmaya başlıyorlar ve amansız bir şekilde eğitim sürecinin sonuna kadar devam ediyorlar. Bu konuda çalışmalar var mı? Çocuklarımızın, gençlerimizin beyinlerini esaretten kurtaralım diye bir tane kuruluş yok! Ya, neredeyse her gün ‘şuraya yardım yapalım, buraya yardım edelim’ diye duyuruların, teşviklerin ardı arkası kesilmiyor. Tamam, ben bunlar olmasın demiyorum ama dengeyi de korumak lazım. Bedeni ihtiyaçların karşılanmasını düşünürken ruhi ihtiyaçların karşılanmasını ihmal etmemek gerekir. Açlıktan öleyim ama imansızlıktan ölmeyeyim. Diyelim ki, karnım tok ve tok olmuş ama imanım gerçekleşmeden, bir güvene kavuşup o güvenle yaşamadan ölürsem neye yarar? Evim barkım var, sıhhatli bir bedenim var, fakat ebedi hayatımı kurtaracak imanım ve salih amellerim yok, neye yarar? Bu ebette insanların ihtiyaçlarını karşılamayalım anlamında değil. Verirsin zekatını, sadakanı tamam. Bundan sonraki bütün hayatımız Rabbimizi tanımak, ona göre kendimizi eğitmeye çalışmak için geçmesi lazım. Bunun en büyük engeli eğitim sistemi! Görüyoruz ki devlet hâlâ direniyor. ‘Bilimleri Allah merkezli anlatma’ diyor, ‘fiziği, kimyayı böyle anlatma’ diyor. Diyelim ki, biyolojiyi Allah merkezli anlatamazsın. İzin vermez. Allah dediğin zaman ‘din propagandası yapıyor’, der… Konu biraz dağıldı, farklı yerlere gitti. Tekrar başa dönersek, demek ki neyi merak edeceğiz? Bizim için hayatî olan şeyleri. Bu merak bize doğru kapıları açacaktır.”
Bundan sonra başka bir müzakereci söz alarak şunları dile getirdi: “Merak ilmin hocası, cümlesi mutlak bir ifade. Bu mutlakı bir amaca, bir ana hedefe bağlamak lazım; Allah’ı bilmek, hayatın gayesini anlamak gibi. Bu yapıldığında yaptığımız her türlü çalışma ilme dahildir. Bu mantığı göz ardı ettiğimizde merakımız sadece teknik konularla sınırlı kalır. Bu da zorunlu olarak ciddi bir daralmaya yol açar. İslam tarihine, daha doğrusu İslam düşünce tarihine baktığımızda Yaratıcıyı tanıma, Yaratıcıyı bilme gibi temel hususların dinî kavramlarla, dini yaklaşımlarla sınırlı kalmış olduğunu görüyoruz. Bu da kısır döngüye yol açmış, yol açıyor. Bunun karşısında Yaratıcıyı tanıma, Yaratıcıyı bilmeyi ‘yaratılış’ üzerinden anlamaya yönelik çalışma yolu var. Mesela insanın fiziki varlığı hakkında muazzam çalışmalar yapılmış, yapılıyor. İnsan bedeninin yapısının çalışmasını konu edinen çalışmalar var, anatomi ilmi. Bu alanda inanılmaz araştırmalar var… Bir parmağın kılcal damarlarına, damarların hücrelerine, hücrelerin en küçük yapılarına kadar inceleyen adeta sayısız çalışma var. Eğer merakımız iman ise, amacımız Yaratıcıyı tanımak ise varlıklara ait bütün çalışmalar makbuldür, muazzam bir zenginlik ifadesidir. Ama bunu yalnızca bedenin nasıl çalıştığını öğrenmek için yaparsak, bedenin bu akıl almaz incelikteki yaratılışını gerçekleştirenin nasıl özelliklere sahip olması gerektiğini gösteren yönünü ihmal edersek büyük bir daralma söz konusu oluyor. Zihni, beyni, beynin çalışmasını olumsuz yönde etkiliyor bu!”
“Risale müellifi ‘Merak ilmin hocasıdır’ diyor, merakımızı tahrik ediyor. Peki gerçekten merakı öven, takdir eden başka kimler var, neler var, dediğimizde fazla bir şey bulamıyoruz. Bu durum da gösteriyor ki inananların merakı köreliyor. Hatta giderek sönüyor. Merakın sönmesi demek beynin ciddi anlamda sönmesi, çökmesi demektir. Ama elbette buradaki merak ana hedefi belirlenmemiş, sıradan merak değildir. İstikameti belli, yönlendirilmiş meraktır. Eğer ana hedefi sağlıklı şekilde belirlenmezse insan ‘sıradan meraklar’ın esiri olur. Söz gelimi, filanca takımın filanca takımla maçı kaç kaç bitti, indirimler başladı mı, filanca politikacının eleştirdiği falanca politikacı ona nasıl cevap verdi… gibi basit merakların kölesi oluruz. Bu vesile ile Risale-i Nur müellifinin söylediği iki kelimeyi hatırlayalım: avzen ve zenav. Ne demek bunlar? Küçük küçük havuz. Küçük havuzlar büyük havuza akar. Küçük meraklar büyük havuza akar. Büyük havuz çekim alanı ise daha çok suyun gelmesini sağlar. İlimde tekamül de böyle oluyor. Ben İslam dünyasının bu özelliğini kaybettiğini, bir dönemden sonra her şeyi ‘ulum-ı diniye’ diye andığı dar bir alana sıkıştırdığını düşünüyorum. Birileri çamurun üzerine nasıl asırlık binalar inşa ederiz diye düşünürken bizler Azer İbrahim’in babası mı idi yoksa amcası mı idi diye tartışıp kalmışız, diye düşünüyorum.”
Bunun üzerine başka bir müzakereci şunları söyledi: “Ortaya konulan müzakere güzel oldu diye düşünüyorum. Burada yakınılan hususların benzerini ben Kur’an ve hadis çalışmalarında görüyorum. Alet ilimleri üzerinde çok ciddi merak söz konusu olmuş, çok detaylı çalışmalar yapılmış, kimileri hayatını vermiş ama buradan ‘âlî ilimler’e yani bu alet ilimleriyle Kur’an ve hadisin mesajlarına yoğunlaşmaya gelince orada çok yüzeysel kalınmış. Arapçanın gramerine, belağat ilmine ömür verilmiş ama nahiv ve belağat kuralları etrafında Kur’an’ın verdiği mesajların anlaşılması istikametinde yaya kalınmış. Diyelim ki ben nahvi veya belağatı en ince kurallarına kadar bilsem, mesela; ‘Kur’an belağat açısından da emsalsizdir’ desem ne olur? Oysa nahiv ve belağat kuralları ile ayetlere bakınca anlamlar nasıl zenginleşiyor, mesajlar nasıl derinleşiyor, bizim hayatımıza bakan boyutlar nasıl daha belirgin hale geliyor, bunlara dikkat çekilmesi gerekmez mi? İşte Risale-i Nur tam da bunu yapıyor. Geçmişte ulemanın sınırsız emek verip bunları Kur’anî mesaja uyarlamada sınırlı kalmasının tam tersine Risale-i Nur ayetlerin mesajlarına dikkat çekiyor. Ayetlerin anlam zenginliğini önümüze koyuyor, bize doğrudan mesaj vasfı taşıyan yönlerini öne çıkıyor. Bu alanda, -tabir caizse- inkılapvari bir yol izliyor. Risale-i Nur’un bu özelliğinin de farkında olmak lazım diye düşünüyorum.”
Daha sonra başka bir müzakereci söz alarak şunları ilave etti: “Hani çok sık gündeme getirdiğimiz sorular var ya, ‘Nereden geldik, nereye gidiyoruz, buradaki işimiz nedir?’ diye sorduğumuz sorular; biz bu soruları sadece Mushaf’a sormuşuz, Mushaf’a soruyoruz. Halbuki bu temel soruları ana kitap olan kainata sormamız lazım. Mushaf daha doğrusu Kur’an ana kitabı, büyük kitabı anlamak için yardımcı kitaptır. Ana kitap ‘yaratılış kitabı’dır. Bazen de Mushaf’la ilişkimiz ashab-ı kehfin köpeği olan kıtmirin rengi nasıldı yahut -daha önce geçen örnekle- ayette ismi zikrolunan Azer Hz. İbrahim’in babası mı yoksa amcası mı idi çizgisinde kalmış, kalıyor. Veya hadis alanında filanca râvi güvenilir mi idi, nasıldı diye dibine kadar araştırmışız ama okyanusun dibinde nasıl bir yaratılış var, diye araştırmamışız. Yani ana kitaba karşı gözümüzü yummuşuz, bir harita hükmünde olan yardımcı kitaba yoğunlaşmışız. Geçmişte bu zinciri kırdığımız dönemler olmamış değil. Mesela Endülüs. Bir ağacın kökünden aldığı besin ağacın dallarına, yapraklarına, yaprakların en uç kısımlarına nasıl ulaşıyor diye merak edilmiş, araştırılmış. Ancak bu dönem ve bu tür çalışmalar çok sınırlı kalmış. Büyük kitaptan yüz çevirince idrak, şuur, akıl vs. köreliyor. Suyu kuruyan havuzun içindeki balıkların bir şekilde can vermesi gibi bizim de bu tür yönlerimiz canlılığını kaybediyor. Bizim Risale-i Nur’dan aldığımız ölçüler istikametinde ana kitabı iyi çalışmamız gerekiyor. Kainatın her bir parçası yapıcısının özelliklerini nasıl ilan ediyor, Yaratıcısı kainatta -deyim yerindeyse- nasıl çalışıyor, ilahi fiillerin sistematiği nedir diye çalışmamız gerekiyor. Mushaf yani Kur’an bu konuda daimi rehberimiz olacak, bir kroki, bir rehber olarak. Ama tekrarlayalım, biz haritayı almışız ama mekanı bırakmışız. Mekanda sondaj yapmak yerine haritada sondaj yapmışız. Elbette haritada suyu bulamayız, bulamamışız.”
Diğer bir müzakereci de peşinden şunları kaydetti: “Kur’an bir kullanma kılavuzu. Kullanacağımız şey ise hayat, varlığımız, kainat. Bunları bırakarak kullanma kılavuzuna odaklandığımızda bu, cevap anahtarlarını ezberleyerek fizik konularını yahut kimya konularını öğrenmeye benziyor. Mümkün müdür bu? Evet, cevaplar Kur’an’da. Kur’an yanımızda olacak. Kur’an’a bakıp ana konuların işlendiği kainatı okuyacağız. Ama şunu da unutmamak gerekir ki Kur’an’ı kainatsız okuyamayız, tıpkı Kainatı da Kur’an’sız okuyamayacağımız gibi”
Bu çerçevede devam edip giden derste ben hem müellifin kısa fakat kapsamlı sözünden gerekse müzakerelerde paylaşılan hususlardan çok istifade ettim. Allah razı olsun.