Ha-mim’in geçen hafta sonu (11 Şubat 2023) yapılan Risale dersinde, Divan-ı Harb-i Örfî’nin okunmasına ve müzakeresine devam edildi. Bilindiği gibi eser, ağırlıklı olarak müellifin 31 Mart Vakıasıyla irtibatlı görülerek yargılandığı sıkı yönetim mahkemesinde yaptığı müdafaadan oluşuyor. Nursi bu müdafaasında toplumu, -bırakalım isyana teşvik etmeyi-, tam tersine olayın öncesinde ve sonrasında insanların bilinçlenmesi ve huzuru lehine faaliyetler yaptığını anlatıyor, bunları ironi yaparak “cinayet” diye adlandırarak kendisini savunuyor. Derste bu “cinayetlerden” ikisi okundu. Ben dersin tamamını ilgili kayda havale edip (https://www.youtube.com/watch?v=j1B0nNrjwPU) burada aşağıya alıntıladığım Birinci Cinayet başlığıyla ilgili müzakerelere değinmek istiyorum:
“Geçen sene bidayet-i hürriyette elli-altmış telgraf umum şark aşîretlerine sadaret vasıtasıyla çektim. Meali şu idi: “Meşrûtiyet ve kanun-u esasî işittiğiniz mesele ise; hakîki adalet ve meşveret-i şer’iyeden ibarettir. Hüsn-ü telakkî ediniz, muhafazasına çalışınız. Zîra, dünyevî saadetimiz meşrûtiyettedir. Ve istibdattan herkesten ziyade biz zarardîdeyiz. “Her yerden bu telgrafların cevabı müsbet ve güzel olarak geldi. Demek vilayat-ı şarkiyeyi tenbih ettim, gafil bırakmadım; ta yeni bir istibdat onların gafletinden istifade etmesin. Neme lazım demediğimden cinayet işledim ki, bu mahkemeye girdim.” (Divan-ı Harb-i Örfî [Eski Said Dönemi Eserleri içinde], İstanbul 2020, s. 2017, s. 120)
Görüldüğü gibi müellif, Meşrutiyetin ilanından sonra (23 Temmuz 1908), aralarından geldiği Doğu’daki aşiretlere, -gerekçelerine işaret ederek- bunu olumlu karşılamaları gerektiğine dair telgraflar çektiğini, onlardan da aynı istikamette olumlu cevaplar geldiğini hatırlatıyor. Ne var ki Doğu vilayetlerini uyarmaya yönelik bu tür faaliyetlerinin görmezden gelinerek kendisinin haksız bir şekilde mahkemeye celp edildiğini zikrediyor.
Bir müzakereci metinde geçen “meşveret-i şer’iye” tamlamasına dikkat çekerek mealen şunları söyledi: ‘Şeriat’, Yaratıcının insanı yaratılış maksadına uygun şekilde yönlendirmesidir. ‘Meşveret’ ise danışma, istişare etme demektir. Yaratıcı meşvereti emrederek insanın değerine işaret ediyor. İnsan ‘Ben kimim ki canım’ deme hakkına sahip değil. İnsan, insaniyetini tanıyarak, insan olarak kendisine verilen yetkileri ve yetenekleri kullanacaktır. Nitekim peygamberler bile vahiyle belirlenmeyen konularda meşveret yapıyor, soruyor, danışıyorlardı. Mesela Kur’an’da Süleyman kısassı anlatılıyor. Hz. Süleyman Yemen melikesi hakkında Hüdhüd’den bilgiyi alınca etrafındakilere ne yapmak gerektiğini soruyor, sonra da onun tahtının nasıl getirileceğini meşveret ediyor (Neml 27/38-40). Aynı şekilde Resul-i Ekrem (asm) vahyin açıklama yapmadığı hususlarda sahabesiyle daima meşveret ediyor, kendi kanaatinin aksine bile olsa çoğunluğun ortaya koyduğu görüşe uyuyor. Mesela Bedir esirlerine yapılacak muamele konusunda, Uhud’da müşrik ordusuyla şehrin içinde mi yoksa dışında mı mukabele etmek gerektiğinde, Hendek savaşı öncesinde nasıl bir strateji takip etmenin uygun olacağında… yanındaki sahabeyle meşveret ediyor. Çünkü bizatihi vahiy ona -elbette onun şahsında bütün müminlere- ‘ve şâvirhüm fi’l-emr: iş konusunda onlarla meşveret et’ (Âl-i İmran 3/159) diye emrediyor. Öte yandan metinde tarihi bağlamı bakımından incelikli göndermeler var. Müellif diyor ki, ‘Şimdi siz meşrutiyeti ilan ettiniz ya, biz bunu aynı zamanda meşveret-i şer’iye olarak anlar, ona göre muamele etmenizi bekleriz, meşrutiyeti ilan ettik diye istediğimizi yaparız diyemezsiniz, halk sizden meşveret-i şer’iye bekliyor, yoksa halk adına birkaç kişinin aldığı karar meşveret-i şer’iye ile bağdaşmaz.”
Başka bir müzakereci de şunları paylaştı: “Meşrutiyet ilan edildiğinde, tarihsel olarak bazı dinî çevrelerin böyle bir yönetim sisteminin İslam’la bağdaşmayacağını söyleyerek karşı çıktıkları biliniyor. Muhtemelen Doğu aşiretlerine mensup alim ya da şeyh pozisyonunda olan kimselerde de bu konuda olumsuz düşünceler ya da en azından şüpheler bulunduğu anlaşılıyor. Müellif böyle bir durumda meşrutiyeti İslam’ın iki bileşeni olan hakiki adalet ve meşveret-i şer’iye olarak anıp husn-ü telakki etmelerini, dahası muhafazaya çalışmalarını tembihliyor. Peşinden meşrutiyetin zıddı olan istibdada yani baskıcı anlayışa değinerek bundan en çok zarar görenlerin kendileri olduğunu hatırlatıyor. Bu vesile ile benim söylemek istediğim husus şu: Müellif cumhuriyet döneminde, burada meşrutiyetin tanımı olarak zikrettiği adalet ve meşveret-i şer’iyeye bir üçüncüsü olan kanun hakimiyeti (kanunda inhisar-ı kuvvet) ifadesini ekleyerek tekrarlıyor. Demek ki müellifin nazarında yaşanan siyasi sistemin ne olduğundan öte, İslam söz konusu olduğunda adalet, meşveret-i şer’iye ve kanun hakimiyetinin büyük önemi var. Elbette burada adalet kavramını liyakat ve ehliyet prensiplerinden şer’i ahkama tabi olmaya kadar en geniş anlamıyla söz konusu olan ‘gerçek adalet’, şuradan ya da meşveretten kasıt yine ‘temeli şer’î olan meşveret’, kanundan maksat da ‘Yaratıcının insanın gerçekliğiyle örtüşen yönlendirmesinden ibaret olan açıklamalar’ diye anlamak gerekiyor.”
Diğer bir müzakereci de özetle şunları dile getirdi: “Müellifin meşrutiyete dair yaptığı bu açıklamayı ben ‘istibdada nazaran olumlu karşılama’ diye anlıyorum, yoksa meşrutiyeti birebir İslam’la aynileştiren bir tanım yapmıyor diye gözüküyor. Yani meşrutiyeti kendi başına alıp ‘asıl hakiki adalet ve meşveret-i şer’iyeden anlaşılan meşrutiyettir’ demiyor. Dolayısıyla meşrutiyeti dondurarak anlamaya götüren bir izah yok burada. Monarşiye dayalı bir yönetime kıyasla, adı üstünde şartlı yönetim demek olan meşrutiyetin takdir edilmesi var. Meşrutiyet yani şartlı yönetim ya da yönetimin şarta bağlanmasında artık sultan karar vermeyecek, vermek istediği kararı meclisin onaylaması gerekecek. Kim onlar? Halkın seçtiği temsilciler. Eskiden ‘mutlak olan’ yani sınırı olmayan yönetim şimdi bir şarta bağlandı, bir sınır getirildi, ‘meşrût’ oldu. O bağlamda meşrutiyet bunu ifade ediyor. Ama şimdi demokrasi dediğimiz sistem var. Demokrasinin olduğu yerde meşrutiyet denildi diye ona dönmek lazım vs. demek mantıklı gelmiyor.”
“Bunu şundan dolayı söylüyorum: Bu kavramların dış dünyada bir anlamı var. Monarşi, oligarşi, demokrasi yahut mutlakiyet, meşrutiyet, cumhuriyet vs. Bunlar yönetim biçimlerini ifade ediyor. Ama aynı zamanda bunlar bir ‘zihniyet’, birer ‘anlayış’ olarak da görünüyor. Açıkçası ben ‘meşrutiyet kafası’ ile yaşadığımızı düşünüyorum. Ortadoğu toplumlarında böyle bir kralcılık var. Yani hangi sistemde yaşarsa yaşasın, ‘birisi gelsin, bizim işlerimizi görsün; güçlü birisi olsun işlerimizi halletsin’ anlayışı. Aynı şekilde dinî bakımdan da mehdi vs. var, onlar da dinî işlerimizi halledecek… Peki sen ne yapıyorsun? Senin sorumluluğun ne? Bizim böyle sorumluluğu kendimizden alıp bir üst makama iteleme ve ondan kurtulma eğilimimiz var. Aslında ileriye adım attıktan sonra geriye gelmemek lazım. Meşrutiyete adım attıktan sonra monarşiye dönmek doğru değilse anlayış ve zihniyet bakımından da monarşiyi veya meşrutiyeti çağrıştıran zihin yapısından uzak olmak gerekiyor. Sorumluluğu bütün boyutlarıyla ele alan, üzerimize düşen görevleri belirleyen ve bunları yapmaya çalışan bir bilinç. Bu bilince ulaşmak ve yaygınlaştırmak lazım diye anlıyorum.”
Dersin devam eden bölümlerinde metinde geçen “nemelazımcılık” tabiri, metnin devam eden bölümlerinde yer alan hususların anlaşılması çerçevesinde “Bir toplum kendisini değiştirmedikçe Allah da onlarda bulunanı değiştirmez” (Ra’d 13/11) ayeti ve “Nasıl olursanız, öyle idare edilirsiniz” (Deylemi, “Müsned”, III, 305) hadisi gibi hususlarda da faydalı tefekkürler paylaşıldı. Allah razı olsun.