Risale okumalarına doğru yaklaşımı şu şekilde özetleyebiliriz: “Risalenin hedefine koyduğu o eşsiz Kur’ani iman usulünü ortaya çıkarmak.” Değilse “Müslümanların” dini emir ve yasaklarından herkes bahsediyor hali hazırda. Bugünün ihtiyacı o değil diye düşünüyorum.
Bu yaklaşım yanlışlığını örneklendirmek için, Kur’an’ın Hücürat Suresinde geçen “Müminler ancak kardeştirler” manasındaki ayetinin genelde nasıl “Müslümanlar kardeştir” şeklinde anlaşıldığına bakabiliriz. İlk bakışta fazla bir fark değil gibi görünmesine rağmen, başlangıç hatalı olduğundan daha sonra varılan sonuç ve yorumlar bizleri bam başka yerlere götürüyor. Kardeşlik kavramını imana ve de yaratılmışlığa dayandıran ve de dolayısı ile abd olduğumuzun dersini veren bir ayeti alıp, belirli bir topluluğun sosyal kurallarını koyan bir anlama büründürmek bu yaklaşım hatasının çok güzel bir örneğidir.
Risalelerin herhangi bir yerini açıp okursak, bu iman kardeşliği meselesini rahatlıkla bulabiliriz — usül olarak– illa kelime kelime olmasa da. Çünkü Said Nursi, bahsettiği tüm konuların alt yapısını imana dayandırır mutlaka; ilk bakışta yüzeysel ve amele dayanan rituellerden ya da sosyal bazda konulardan bahsederken bile.
Dikkat edilmezse gözden kaçırılma ihtimali olan bu uslüp çok önemlidir ve her okumanın temeline oturtulmalıdır. Aksi takdirde, Kur’anın eğitimini bize vermeye çalısan bir eser yerine, kafamızdaki hatalı kavramların tekrarını yaptığımız dini bir kitap olarak okuruz Risaleleri.
Dolayısı ile Risalelerde geçen tanımlara çok dikkat etmeli ve daha sonra anlatılanları da o tanımlar ışığında anlamalıyız. Örneğin, Resülu biz, içinde yaşadığımız kainatı bize vahyin ışığında anlatan ve yaratılmışlık gerçeğimizi bize farkettirerek kainatla ilişki kurmamızın yöntemini öğreten elçi olarak anladığımızda, sünnet terimi bizim için sadece öğlen namazının sünneti olmaktan çıkıp, o Resülun, kainatın tılsımını çözen öğretileri anlamına gelen bir terim haline gelir ki, bu anlam işte o essiz Kur’ani perspektiftir.
Risale-i Nurlarda geçen sünnet-i seniyyeye ait yerleri bu gözle okuduğumuzda ancak imani geliştirme adına bir bakış açısı kazanabiliriz. “Sünnet-i seniyyeye ittiba eden mesud olur.” şeklindeki tesbitin altında da bu anlam yatar; yoksa, sünneti, sadece fıkıhtaki anlamı ile anlarsak, mesela öğlen namazının sünneti gibi, o zaman sünneti kıldığımız halde neden ondan sonra mesud olamadığımızı düşünür dururuz.
Halbuki, sünnet-i seniyye yani Resulün öğretisi bize, bu dünyada başı boş olmadığımızı, bir Yaratıcımızın gözetiminde olduğumuzu, fenaya ve ademe gitmediğimizi anlatarak içimizi ferahlatır yani bizi mesud eden açıklamalarla bize gelir. Resülun anlattığı gibi bir dünyada yaşarsak mesut oluruz. Öğlen namazının sünneti de bu anlayışın içinde yer almakla birlikte sünnetten anlaşılan içerik sadece ona indirgendiğinde anlamsız bir söz mertebesine iner ki, almamız gereken mesajın neredeyse tümünü kaybetmemiz demektir bu da. İşte bu yüzden, Kur’anı, hadisleri ve de onlara nasıl yaklaşmamız gerektiğini öğreten Risale-i Nurları imani bilinçle okumamız gerektiğini asla aklımızdan çıkarmamamız gerekiyor.
Müminlerin kardeşligi meselesine dönecek olursak: Said Nursi’nin açık açık bu kardeşlikten bahsettiği yerler de vardır. Referans olması açısından mesela, Mesnevi Nuriye, Katre’den sonraki Hatime’nin bir Nüktesi’nde şöyle diyor: “Arkadaş! İman, bütün eşya arasında hakikî bir uhuvveti, irtibatı, ittisali ve ittihad rabıtalarını tesis eder.” Yani ben iman gözüyle baktığımda, dünya ve üzerindeki herşey ile kardeşim; yalnızca camiye gelen müslüman insanlarla değil. Bu inanılmaz ve ender bulunan bir imani yaklaşımdır.
Kur’an iman dersi verir diye bir kere tesbiti yapıp ondan sonra ayet ve hadisleri anlamaya çalışırsak, çok kolayca bu manaları çıkarabiliriz.
Bu bağlamda şu da dikkate alınması gereken bir nokta. Kur’an yani vahiy mutlak olan bir kaynaktan geldiği için manası tek bir yer, zaman ve duruma indirgenemez; evrensel yani her zaman, her yerde ve her durum için geçerli bir manası olması lazım. Bazı durumlarda işimize yaradı ama diğerlerinde manası pek uygulanabilir değilmiş diyemeyiz.
Herhangi bir durumda manasını uygulanabilir bir halde anlamamışsam eğer sorun bende ve benim yaklaşımımdadır. O yüzden Kur’an, yani mutlak Yaratıcının sözü her zaman ve her mekan ve her durum ve her kişi için geçerlidir. Değilse o Kur’an değil, guru gibi çok zeki bir adamın sözüdür.
Bu açıklamalar ışığında, “İnananlar savaşırsa aralarını düzeltin.” manasındaki ayeti nasıl bir yaklaşımla anlamamız gerektiğine gelelim şimdi. Hemen şuna dikkat gerekiyor diye düşünüyorum; Müslümanlar savaşırsa aralarını düzeltin dememiş. Diyebilirdi. Bu demektir ki, bu işin temelinde iman var; Müslümanlar topluluğu değil. Sonuçta, bu imani temel müslüman toplumları da içerir ama bu diğerinden daha geniş bir kümedir ve asl olan imani derstir; toplumsal sonuç değil.
İkinci nokta, inananlar arasında savaş yoksa ne olacak? Bu ayet savaş olunca geçerlidir savaş olmadığı zamanlarda manasının karşılıgını bulamayız diyemeyiz çünkü öyle ayet olmaz. Tanım geregi, ayet, mutlak Yaratıcının konuşmasıdır; bazı zamanlarda anlamı geçerli diğerlerinde geçerli değil diye bir şey söz konusu değildir. Zamandan ve mekandan münezzeh olan Mutlak bir Yaratıcının konuşması olmaz o zaman.
Kur’andaki savaş ile ilgili ayetlerin tümü bu şekilde düşünülür; zamanın birinde bir yerde savaş olmuş, ondan bahsediyor Kur’an diye yaklaşamayız. Öyle bir savaş olmuş olabilir de, mutlak olan Yaratıcım neden şu an içinde bulunduğum zaman ve mekanda bunu bana söylüyor diye düşünmem gerek. Bizim yaklaşımımız hep bu şekilde olmalı. Konuşan, mutlak olan Yaratıcıdır. Ona göre dinlememiz gerek; amfide profesörü dinler gibi bir hal takınamayız. Bizim Yaratıcımızın bizim şu andaki ihtiyacımıza cevap olacak rehber ve hidayet konuşmasını dinliyor olduğumuzun bilincinde olarak okumalıyız.
İman gözüyle baktığımızda, biz tüm kainatla kardeşiz. Kardeş kime derler? Aynı anadan babadan gelen kişilere. Kardeşler arasında bir organik bağ vardır; bir yakın ilişki vardır, yardımlaşma vardır, sevgi vardır, hürmet vardır. Bu kardeşliği görmezsek, yani materyalist bilimin dediği gibi, hayat cidaldir dersek, ortada kardeşlik falan kalmaz. İşte ayetin dediği gibi, kardeşimizle savaşmaya başladık demektir o zaman. Şimdilerde denildiği gibi kuvvetli olanın hayatta kaldığı bir dünya burası dersek, etrafımızdakileri kendimize düşman olan şeyler zannettik demektir. Halbuki onlar bize munis birer yardımcı ve binek olarak yaratılmış şeylerdi. Bu hakikati bozduk ve kardeş olduğumuz varlıkları Kur’anın tabiri ile katl ettik demektir.
O zaman ayet gelip diyor ki, aranızda sulh olması lazım; kainatla sulh içersinde yaşamamız gerek. Çünkü hakikat budur. Bu sulhu ancak, böylesi bir iman perspektifi ile elde edebiliriz. Yani bunlar da yaratık ben de yaratığım, beni yaratan bunları da bana yardımcı olmak, bana nimet olmak için yaratmış dediğimizde aramızda sulh olur; değilse olmaz. O yüzden işte, “mü’minler” kardeştir ancak. İman gözüyle baktığımda bahçedeki ağaç benim kardeşimdir; ona sevgi ve sefkatla bakarım ben o zaman.
Simdi bu âli hakikat nerede? Müslümanlar kardeştir anlayışı nerede? Eynessera minessureyya?
Risale-i Nur’un verdiği derslere olan yaklaşımımızı hep şu duru anlayış içersinde görebilirsek, onun dersini almaya başlarız: biz, Kur’anın usulüne göre imani bir bakış açısıyla kainata nasıl bakılınırın teorik altyapı eğitimini alıyoruz Risalelerden. En temele bunu koyup, takip eden anlama çalısmalarnı hep bu temel üzerine inşa etmemiz gerekiyor.
Bizim yapmamız gereken, bu eğitimi aldıktan sonra, ya da edindikten sonra demek daha doğru olur — çünkü bu, bir tür bilgi aktarımı değildir ve olmamalıdır — hayatımızda onun pratiğini yaparak uygulamamız lazım. Pratiğe geçirmek üzere edinmeye çalıştığımız becerilerin eğitimidir Risale derslerinin amaci. Dolayısı ile, sadece gittiğimiz sohbetten sohbete hatırlıyorsak üzerinde konuşulan kavramları birşeyleri eksik yapıyor olduğumuzu söyleyebiliriz. Hayatımızda uygulama imkanlarını göremiyorsak, olması gereken organik bağlantıyı kuramadık anlamına gelir ki yaşayan bir iman eğitimi değil, bilgi birikimine yol acar bu da. Bundan kaçınmamız lazım.
Bu eğitimin, devamlı farkında olmamız gereken önemli özellikleri var. Birincisi şu; bu tür bir imani bakış açısı, en temel “varoluşsal” sorulara muhatap olur ve onlara vurgu yapar, sosyal ya da dini aktivitelerin amaçlarına değil. Yani, her imani mevzuyu, “Ben neyim? Nereden geliyorum? Bu dünyadaki amacım ne? Nereye gidiyorum?” sorularına cevap olacak şekilde ele almıyorsak olaya yüzeysel yaklaşıyoruz demektir.
İkinci özelliği de şu; bu bakış açısı, “inkilabidir” yani bizim alışa geldiğimiz kavramları yeni bir paradigmadan degerlendirmemiz beklenir bu eğitimden sonra. Çünkü Risaleler bir tecdid, yani yenilenme hareketidir. Zaman içersinde kaybolmuş Kur’an usulünü bize tekrar öğretmek üzere vardırlar. Dini kavramlar diye bildiğimiz tanımları değiştirmeden Kur’anın usulüne yaklaşmak zordur.
Gerçi yukarıda bahsettim ama yine de üçüncü bir özelliği de şu şekilde açalım: bu tür imani açıklamalar, “müslümanlar toplumunun” sosyal hayata dair kural ya da pratiklerini anlatmada kullanılmaz. Yani biz Müslümanlar şöyle yaparız. Bu yanlış bir yaklaşımdır. Edinmeye çalıştığımız şey imani temeldir, İslami pratik değil. İmani temel oturduktan sonra İslami pratik onun üzerine bina edilir; tersinden başlamak yanlıştır.
Yukarıda açıklamaya çalıştığımız gibi Hücurat suresindeki “müminler” kardeştir ayetini, iman gözüyle biz kainatla kardeşiz olarak anlamak dururken, bunu “Müslümanların” kardeşliğine indirgersek hata ederiz.
Şimdi bu prensipler dogrultusunda mesela zekat kavramına bakalım.
Neden zekat veririz? Veya zekat nedir?
Klasik cevap, genelde şu doğrultuda olur: zenginlerin fakirlere yardım etmesi ya da Müslümanların, mallarının şu kadarını fakirlere vererek yaptıklari bir hayır faaliyetedir.
Dinin hakikatini amelle boğmak tesbitinin arkasında yatan espiri bu olsa gerek. Altında yatan imani yani yaratılmışlık gerçeğimizden bahsetmeden hemen ritüel amele geçis yapmak hatadır. Dikkat edersek görürüz ki, bizim etrafta şahit olduğumuz neredeyse tüm dini anlatımlar bu hata üzerine bina edilmiştir.
Bu cevabın yukarıda sıraladığımız prensiplere uyup uymadığına bakalım isterseniz:
Bir, varoluşsal sorulara cevap teşkil edecek şekilde mi?
İki, inkilabi yani yep yeni bir bakış açısı getiriyor mu bizim dünyamıza?
Üç, iman temelli mi yoksa islami pratikten mi bahsediyor?
Cevap: Hayır, varoluşsal bir açıklaması yok; inkilabi değil, yani mevcut imanı kullanıyor ve de iman temelli değil Müslümanların yaptığı bir pratik diyerek yüzeysel ve sırf ameli yaklaşıyor. Demek ki bu cevap türü yanlıştır, daha dogrusu bizim edinmeye çalıştığımız imani eğitimin öğelerine haiz değildir.
Peki şöyle bir cevap olsa nasıl olur?
“Zekat, bu dünyada Yaratıcının rahmetini ve sefkatini tecrübe edebilmemiz için onun yarattığı kullara, zaten bizim sahiplenemeyeceğimiz mecazi zenginliğimizden vererek, Onun güzel bir esmasının kendi dünyamızda tecellisine imkan vermenin bir yoludur.”
Böyle bir cevapta yukarıdaki tüm prensipleri bulmamız mümkündür:
İman temelli, inkilabi ve varoluşsal bazda bir açıklama. Yani ben kimim ve burada ne yapıyorum sorularına rahatlıkla cevap bulmak mümkün böyle bir yaklaşımın içersinde.
Bu temeli tesbit ettikten sonra, değinmek istediğim başka bir ayet olan “ikra” ayeti ve “Kıyamet koparken de olsa elinizdeki fidanı dikin” anlamındaki hadis üzerinde bu yaklaşım biçiminin bir pratiğini yapalım.
“İkra” ayeti, imani boyutuyla Kur’an ve hadislere bakamayanların iddia ettiği gibi okuma yazmaya teşvik değildir. “Yaratan Rabbinin adıyla yaratılanlarda tecelli eden Esma-i İlahiyeyi oku” demektir.
Bahsi geçen hadiste de, sağa sola ağac dikmek iyidir anlamında bir tavsiye kesinlikle yoktur. Hatta şu şekilde ifade edelim ki dikkatimizi çeksin; Kıyamet koparken de olsa, elinizdeki fidanı dikiniz hadisinin ağaç dikmek ile uzaktan ya da yakından hiç bir ilgisi yoktur.
Kur’an bize iman dersi verir; peygamber bize iman yani kul olduğumuzun hatırlatılması dersini verir. Peygamber ziraat ya da çevre mühendisi değildir– bizi yeşillendirmeye özendirsin. Mamafih, yeşillendirmeye karşı olduğumuz anlamı da çikmamalıdır bundan; o farklı bir konudur.
Biz ne zamandır, peygamberi, bu kainatla imani bir ilişki kurabilmemizi bize anlatan bir rehber olarak görmediğimiz için, onun hadislerini de hep bu şekilde hatalı bir anlayış ile değerlendiriyoruz maalesef.
Kıyamet koparken bile elinizdeki fidani dikin demek, Said Nursi’nin dediği gibi “Vazifeni yap; vazife-i İlahiyeye karışma” ya da “Siz ancak dua konumundasınız” yani “Duanız olmasaydı ne ehemmiyetiniz vardı?” gibi bir mesajı hatırlatarak bizim yaratmada hiç bir rolumuz olmadığını, bizim sadece sebeplere tevessül ederek sonuçları Allah’ın yaratmasının duasını ettiğimizi bize anlatır. Yani kulluğumuzun farkına vardırır.
Bu dünyadaki asli vazifemiz olan kulluğumuzun bilincinde olarak dünya ile ilişki kurarken nasıl bir tutum içersinde olmamız gerektiğinin dersini bize verir. Yoksa, etrafı yeşillendirmek lazım, dinin gereği bu dersek çok gülünç duruma düşeriz.
İmani bir bakış açısı hem çok zor, hem çok kolay. Usulü yakalamak asıl mesele. Onu bir kez edinince gerisi çorap söküğü gibi geliyor.
Allah’a emanet olunuz. İmanlı günler temennilerimle.
Allah razi olsun. Istifade ettim. Yazilarinizi zevkle takip ediyorum. Rabbim iman perspektifiyle yaratilisa muhatap olmayi nasip etsin, cumlemize…
Kuran’ın usulünü, Risale’lerdeki iman vurgusunun önemini ve her meselenin imanla bağlantısının kurulması gerekliliğini çok güzel anlatmışsınız . Zihnimde konu tavazzuh etti . Allah razı olsun .