Ha-mim’de geçtiğimiz hafta sonu (22. 05. 2022) yapılan online Risale dersinde (https://www.youtube.com/watch?v=OuK4BDfYJHU), On Dokuzuncu Mektup’dan Altıncı Nükteli İşaret’in okunmasına ve müzakeresine devam edildi. Müellifin Giriş’te belirttiği üzere, Resulullah’ın (asm) üç yüz civarında mucizesine yer verilen Risalenin adı geçen başlığında Peygamber’in (asm) gelecekte vuku bulacak olaylara dair mucizelerinden örnekler sunuluyor. Derste bu örneklerden aşağıdaki örneğin de yer aldığı üç mucize okunup değerlendirildi:
“Hem nakl-i sahih ile, Ebu Hüreyre ve Huzeyfe gibi mühim zâtlar bulunduğu bir heyette Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etmiş ki: “dırsü ehadiküm fi’n-nâr e’zamü min Uhud: Birinizin dişi cehennemde Uhud dağından daha büyük olacak”, birinin irtidadıyla müthiş âkıbetini haber vermiş. Ebu Hüreyre dedi: “O heyetten, ben bir adamla ikimiz kaldık. Ben korktum. Sonra öteki adam Yemâme Harbinde Müseylime tarafında bulunup mürted olarak katledildi.” İhbar-ı Nebevînin hakikati çıktı.” (Mektubat, İstanbul 2020, s. 105).
Kitapta kaynakları gösterilen rivayet Resulullah’ın (asm), aralarında çok hadis nakletmesiyle meşhur Ebu Hureyre ile Peygamber’in “sırdaşı” diye anılan Huzeyfe b. Yemân’ın da bulunduğu bir heyete söylediği sözü içeriyor. Resullah isim zikretmeksizin bu heyete, kendilerinden birinin dinden dönerek cehennemi hak edeceğini haber veriyor. Bu sözü nakleden Ebu Hureyre zaman içinde o heyette yer alan kişilerin iman dairesinde kalarak birer birer vefat ettiklerini, sadece kendisi ile başka bir zat olmak üzere iki kişi hayatta kaldığında kendi adına korktuğunu söylüyor. Sonunda diğer kişinin Yemâme savaşında yalancı peygamber Müseylime’nin saflarında bulunup katledildiğini belirtiyor. Müellif böylece Resulullah’ın verdiği bu gaybî haberin gerçekleştiğini kaydediyor.
Moderatör söz konusu rivayeti okuduktan sonra şunları söyledi: “Rivayet, ifade ettiği anlam itibariyle açık. Ama bu rivayeti hem konunun başlığı hem de işaret ettiği mesajlar açısından müzakere etmek ve hayatımıza bakan yönüyle değerlendirmek gerekiyor. Benim bu rivayette dikkatimi çeken hususlardan birisi, olayı nakleden Ebu Hureyre’nin ‘korktuğunu’ söylemesi. İlk defa duyduğum zaman şundan çok etkilenmiştim: Sahabiler bazı vasıfları sayıp ‘kötü akibetten’ bahseden ayetler inince yahut okununca çok endişe eder, acaba bu ayetler beni mi, bizi mi uyarıyor, benden veya bizden mi bahsediyor diye hassasiyet gösterirlerdi. Buna öne çıkan sahabiler hatta aşer-i mübeşşere yani dünyada iken bizzat Peygamber tarafından cennetle müjdelenen kimseler de dahildi. Bu rivayette de bunun bir örneğini görüyoruz. Ebu Hureyre gibi hayatı çoklukla Resulullah’ın yanında geçen, ondan en çok hadis nakleden bir sahabi de ‘canım, ben bunun dışında olmalıyım’ demiyor, kendi adına korktuğunu söylüyor. Öte yandan bu rivayette irtidât kelimesi de geçiyor. Bu konuya da müzakerelerde yer verilirse faydalı olur diye düşünüyorum.”
Ardından bir müzakereci -bazı tasarruflarla- şunları paylaştı: “İrtidât yani dinden çıkma konusu gündeme gelince, konuyu bütünlük içinde ele almak için değil de, bir yönünü zikretmek için söz aldım. ‘Dinden çıkma’nın ne demek olduğunu konuşmak için önce ‘dine girmenin’ ne demek olduğunu konuşmak lazım diye düşünüyorum. Mesela günümüzde ‘dinden çıktığı’ söylenen kimseler gerçekten dine girmişler mi idi? Müslüman bir ailede doğmak ve bir Müslüman isminin o kişiye verilmesi, o kişinin dine girdiği anlamına gelir mi? Bir kimse dine nasıl girer, dinin gerçekliğini kendi insaniyetinde nasıl kabul eder, vicdanı nasıl onaylar? bunların anlaşılması lazım. Hepimiz biliyoruz ki din temelde iman demek ve imanın gereği olan anlayış, hal ve amelleri kuşanmak demek. Bu da bir araştırma, bir tahkik gerektirir ve sonunda kişinin hür iradesiyle bunu kabul etmesi, içselleştirmesi ve hayatına yansıtmaya çalışması anlamına gelir. Böyle bir kimse irtidât edebilir mi, dinden çıkabilir mi? Nazari olarak evet, zira dine mensubiyet insanın tercihini elinden almaz, almıyor. Ama normal şartlarda insanın insaniyeti açısından oldukça zor gözüküyor. Fakat her şeye rağmen işaret edildiği şekilde dine giren bir kimse dinden çıkıyorsa, -dini insaniyetiyle benimsediği için-, bir bakıma insaniyetten de çıkmış olur, oluyor. İnsaniyetten çıkmış, insaniyetini yitirmiş bir kişinin ise, içinde yaşadığı toplum açısından nasıl zararlı bir hale geleceğini kestirmek zor olmasa gerek diye düşünüyorum.”
Başka bir müzakereci -yine bazı tasarruflarla- şunları dile getirdi: “Evet, bu rivayet Peygamber’in verdiği gaybî haberlerin doğrulandığını gösteren bir nakil. Demek ki onu peygamber olarak gönderen Yaratıcı -kainattaki tecellilerinden de anlaşıldığı üzere- sonsuz ilim sahibi olması zorunlu olduğu için, bazı şeyleri Peygamber’ine bildiriyor, Peygamber de bu bilgilendirmeye bağlı olarak haber veriyor, zaman da onun verdiği bu tür gaybî haberleri doğruluyor. Tamam. Fakat bu rivayette başka çağrışımlar da var. Bunlardan birisi, anladığım kadarıyla Resulullah’ın (asm) küfrü yahut irtidâdı -sonuçta o da küfürdür- çok dehşetli olarak tasvir etmesidir. Küfrü tercih eden bir kimsenin cehennemde bir dişini, -o coğrafyada büyüklüğün sembolü olarak anılan- Uhud dağından daha büyük olması bu cinayetin ne kadar büyük olduğunun veciz bir ifadesi gibi gözüküyor. Yani bir dişi Uhud dağından daha büyük olanın ağzı, başı, bedeni ne kadar büyük olur, tasavvur etmeye çalışmak lazım. Peki mecazi bir ifade olduğu besbelli olan bu ifade ile Resulullah neye işaret ediyor? Bence küfrün büyüklüğüne, inkarın büyüklüğüne, dehşetine. Çünkü müellifin başka yerlerde söylediklerinden ikna olmuş olarak biliyoruz ki, küfür yahut ridde veya inkar bütün varlıkların manevi hukukuna tecavüz anlamına geliyor. Küfrü tercih eden bir kimse, tabir caizse kainat büyüklüğünde bir manevi cinayet işliyor. Resulullah bu beliğane ifadesiyle buna işaret ediyor diye anlaşılıyor.”
“İrtidat konusuna gelince, ‘dinden dönen öldürülür’ diye bir hüküm pek çok insanın dilinde dolaşıyor. Ama biz şunu biliyoruz ki iman kulun kendisine verilen özgür iradesini kullanmasına bağlıdır. İradesi elinden alınan kimsenin ne imanı imandır, ne küfrü küfür. Kişi imanı tercih ederken hür olduğu gibi imanı tercih ettikten sonra da hürdür, hür olmalıdır. Dolayısıyla imanı tercih eden bir kimse şu veya bu sebeple zaman içinde iradesini küfürden yana kullanabilir, dinden çıkmak isterse çıkabilir. Böyle bir kimse de bu tercihi dolayısıyla elbette öldürülemez. Böyle bir kimsenin öldürülebileceğini söylemek ‘Dinde zorlama yoktur’ (Bakara 2/256), “Dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin” (Kehf 18/29) gibi insan iradesine vurgu yapan ayetlerle açıkça çelişir. Ayrıca Kur’an’da ‘dinden dönmekten’ bahseden ayetlerde de böyle bir kimsenin dünyadaki cezai müeyyidesine veya öldürüleceğine dair en küçük bir işaret yoktur. Mesela bir ayette şöyle buyrulur: ‘Sizden kim dininden döner de kafir olarak ölürse, öylelerin bütün yapıp ettikleri dünyada da, ahirette de boşa gitmiştir…’ (Bakara 2/217). Öte yandan irtidât edenin cezalandırıldığına dair fiilî veya takrirî bir sünnet de bulunmamaktadır. Hz. Ebu Bekir dönemindeki ‘ashab-ı ridde’ ile savaşılmasının arkasında ise riddeden ziyade antlaşmayı reddetmekle meşru otoriteye isyan etmek yani bir tür bağy (vatan hıyaneti) suçu bulunduğu ifade olunmuştur.”
Son olarak söz alan diğer bir müzakereci de özetle şunların altını çizdi: “Bu rivayete, müzakerelerde dile getirilen hususlardan başka, bir de Peygamber’in (asm) vazifesi açısından bakmak lazım diye düşünüyorum. Bu açıdan bakınca Peygamber’in böyle bir ikazda bulunması bana çok mesaj yüklü görünüyor. Peygamber, aralarında çok özel konumları da olan bir heyete isim ve adres göstermeksizin ‘Cehennemde birinizin dişi Uhud Dağından daha büyük olacak’ diyor. Böyle bir ikaz çok önemli değil mi? Demek ki benim de bu ikazı daima gündemimde tutmam lazım. Peygamber yeni Müslüman olmuş kişi ya da kişilere değil, belli bir özelliğe ulaşmış heyete böyle bir uyarıda bulunuyor. Aranızdan birinin durumu şöyle şöyle olacak diyor. Bu ne demeye geliyor? Kimse, ‘biz şunları yaptık, şu faaliyetleri gerçekleştirdik’ diye yaptıklarına güvenmesin; ileride büyük bir cürmün içinde olabilirsiniz; daima dua, dikkat ve duyarlılık içinde olunuz, demeye geliyor. Bu nebevî ikazın bütün asırlar üzerinde yankılanan bir yönü var. Ben de hissemi almalıyım. Sonuç olarak bu ikaz Peygamber’in (asm) öğretmenliği bağlamında herkese, her zaman için mesaj veren bir mahiyet taşıyor diye anlaşılıyor.”
Moderatör son müzakere bağlamında iman yolculuğunun bir taraftan kolay, bir taraftan da daima dikkat, dua, gayret ve öz denetim isteyen zor bir yolculuk olduğunu ifade etti. Ders moderatörün Allah’tan istikamet dileyen dua cümleleri ile sona erdi.
Kayıtlardaki numaralandırmadan anlaşıldığına göre on dördüncüsü gerçekleşen “Mucizât-ı Ahmediye Risalesi” okumaları gerçekte, “Peygamberlik Üzerine” ana başlığı ile gerçekleşen ve iki seneye yakın süre devam eden 98 derslik bir programın üzerine oturdu, oturuyor. Peygamberliğin tanımı ve mahiyeti, uluhiyet-peygamberlik ilişkisi, benim insan olarak peygambere olan ihtiyacım, peygamberlik iddiasıyla gelen bir kimsenin peygamberliğini kanıtlayan deliller, mucize kavramı, Peygamberin hayatı ve getirdiği mesajla uyumu, aynı şekilde Peygamber’in getirdiği mesajın kainatla ve benim insanî duygularımla örtüşmesi, beklenti ve ihtiyaçlarımı karşılayıp karşılamadığı, Hz. Muhammed’in peygamberliği, mucizeleri, hadisleri, sünnet kavramı, hadislerin nasıl okunması ve anlaşılması gerektiği… gibi onlarca konu ciddi şekilde müzakere edildi. Böylesine güçlü bir alt-yapı üzerine kurulan Mucizât-ı Ahmediye Risalesi Okumaları görebildiğim kadarıyla çok özgün bir mahiyet taşıyor ve bu Risalenin nasıl okunması gerektiğine dair de çok önemli metodolojik prensiplerin altını çiziyor.
Gerçekleşen “On Dört Ders” dikkate alındığında, Mucizat-ı Ahmediye Risalesi’nin okunmasında şu hususların göz önünde bulundurulduğu anlaşılıyor: a) Metinde yer alan rivayetler ya da mucizelerin Hz. Muhammed’in risaletinin hakkaniyetine nasıl delil teşkil ettiği, b) Ara başlıklara uygun olarak müellifin birçok örnekten neden bu örnekleri seçtiği, c) Rivayetleri meallendirirken yahut bağlamında açıklarken kullandığı tabirlerin bizim için şimdi ne ifade ettiği, d) Söz konusu rivayetler sonuçta hadis metni olduğuna göre bunları Peygamber’in temel görevi açısından düşündüğümüzde, bize ne gibi mesaj ya da mesajlar verdiği… Nitekim mesela son derste söz konusu rivayetin bizim pratik hayatımıza bakan yönleriyle ilgili çok önemli mesajlarına işaret edildi. Demek ki, mucize rivayetlerini yalnızca Peygamber döneminde gerçekleşmiş bir olayın yahut olayların naklinden ibaret görmek, onların bizim hayatımızdaki karşılığının olduğunun farkına varmamıza engel oluyor; bu da bu nakillerin kıymetlerinin takdir edilememesine yol açıyor.
Ayrıca, mucize rivayetlerine karşı takınılan şüpheci tavrın arkasında yatan nedene de dikkat etmemiz gerekiyor. Mucizelerin yaratıcısının kainatın Yaratıcısı olan Allah olduğunu ihmal eden ve mucizeleri Hz. İsa’nın bizzat kendi fiili olarak gören Hıristiyanların, sonunda Hz. İsa’ya şu veya bu şekilde yorumlarla ilahlık özelliği verdiklerini gören iyi niyetli insanlar, Müslümanların da aynı sonuca kapılabileceği endişesini duyuyorlar. Bu derslerde böyle bir yanılgıya düşmeyi engellemek için gösterilen hassasiyet de çok takdire şayan görünüyor.
Bir mucizenin Peygamber’in talebine bağlı olarak gerçekleşmesi, Allah’ın bu suretle Peygamberin peygamberlik iddiasını doğrulamak içindir. Zira Peygamberin kendisinin bu mucizelerin yaratılışında hiçbir etkisi yoktur. Olsa olsa bu, ihtiyacını samimi ve ciddi bir şekilde ifade eden Peygamber’in duasının kabul olunduğu anlamına gelir. Mesela eline aldığı bir avuç sudan bir süre akan bir pınarın yaratılması, yalnızca bu sebepler dünyasında duasını bir sebebe bağlamasını, Allah’ın da onun bu duasını kabul ettiğini gösterir.
Sonuç olarak ben samimiyet içinde, hem hazırlanarak dersi takdim eden moderatörlere hem dersi takip eden katılımcılara hem de derste tefekkürlerini paylaşan müzakerecilere teşekkür ediyorum, Allah razı olsun.