”Peki, şimdi soru(m) şu: Bu şekilde edilen kavli duanın sonucu değiştirmede bir rolü vardır diye inanıyoruz da o yüzden mi bu şekilde dua ediyoruz? Öyle olması lazım çünkü sonucu değiştirmek gibi bir fikrimiz olmasaydı, böyle dua etmezdik? Right?”
Yukarıdaki soru, konunun çalışılmasına vesile oldu. Sorandan Allah razı olsun.
Cevabını şöyle özetleyeyim: “Soran sorulandan daha iyi biliyor.”
Konunun açıklanması için sanki soran hiç bilmiyormuş ve de ben bu mesleyi kavradım ve anladım gibi davranacağım. Şimdiden haddimi aşarak konuşacağım için özür dilerim.
Cevabım, hayır, doğru değil.
Gerek Rabbimizin Rehberlik yapmak ve bizi eğitmek üzere yapmış olduğu Konuşma olan Kitaplar ve gerekse eğitimin bir insan cinsinden temsilciliğini yapmak üzere görevlendirilmiş olan Elçiler (Rasuller,) bizim eğitimimizi gerçekleştirmek maksadıyla okunmalı. Yani, biz Kur’an’ı veya Rasulleri Mutlak olan Yaratıcıyı tanımak ve bize düşen görevi anlamak için dinlemeliyiz. Çünkü Allah benim bilmediğimi, bilemeyeceğimi ve fakat bilmem gerekeni bildirmek için konuşur.
Yaratıcı Kendisini Konuşmasında bana, mesela, ”Kudreti Mutlak Olan” olarak tanıtır. Ben de kainata bakarım, ”Bu varlık aleminin var olabilmesi için nasıl bir kaynağa ihtiyaç var?” diye araştırırım. Eğer, ”Sonsuz bir kudrete ihtiyaç var,” sonucuna ulaşırsam, O takdirde, ”Sonsuz Kudrete Sahip bir Yaratıcı olması gerekir,” derim. Bu ulaştığım sonuç ile Yaratıcının bana Konuşması olduğunu söyleyen kaynağın doğru söylediğini tasdik ederim. Bunun ötesinde, Mutlak olan Kudret veya Mutlak olan İlim hakkında yapacağım her türlü konuşma, tasarruf, bir spekülasyon olmaktan ileri gitmez. Yaratıcının özelliklerinin Mutlak olduğunu tanımladıktan sonra Mutlak üzerinde tasarrufu içeren konuşma ve tariflerin anlamsız olduğunu insan anlar. Açıklamalarda girilen çıkmazın nedeni budur, diye görüyorum: Yaratıcı hakkında spekülatif konuşmalar yapmak. Spekülatif, çünkü ben bir yaratık olarak Mutlak’ın varlığını kavrayabiliyorum ve fakat mahiyetini kavramam mümkün değil. Bunun için Yaratıcı açısından yapılan tahliller ve açıklamalar kendi içinde çelişki içerirler. Yaratıcının Kendisi bana Kendisini Mutlak özelliklere sahip olan olarak tanıtması ayrıdır, benim O Mutlak özellikler hakkında tasarrufta bulunacak şekilde konuşmam ayrıdır.
Ben bir yaratığım ve Yaratıcımı tanıyıp, benim Onunla olan ilişkimi hangi esaslara göre kuracağımı öğreten Kitap ve Rasüle, benim görevim açısından bakmalıyım. Bu durumu bizim aşina olduğumuz terimlerle dile getirecek olursak, ben abdim, benim Yaratıcım benim Ma’budum olmalı. Şimdi ben ilişkilerimi bir abd olarak hangi esaslara dayandırmam gerektiğini öğrenmek için ayete muhatap olurum veya Rasulu gözlemlerim.
Ben, şu hadis nakli ile anlayacağım ki, “sadaka belayı def’ eder,” ben sadaka vermekle görevliyim. Rabbime, “Kader-i bedihî” denilen yönüyle ubudiyetimi, Onun bana bildirdiği şekilde uygulamaya koymalıyım. Yani, mesela, domates yetiştirmesini istiyorsam, yaratılışta bana gösterdiği şekilde, yani, Onun yaratma ”Sünnet”ine uygun olarak ekip-biçmeliyim. “Kader-i nazarî” denilen yönüyle, bilemeyeceğim ve benim açımdan ileride yaratılacak olanların bilgisine sahip olmadığım, yani bana bildirilmediği için bilmediğim meselelerde ise, nasıl bir tavır takınacağımı “bilmediğim” için, “bilmediğimi” itiraf eden bir tavırla Ona karşı ubudiyet görevimi yapacağım.
Yani, her iki kader tecellisine karşı hep Onun İradesine tabi olan bir tavır içinde irademi kullanacağım. Yani, bana bildirdiği veya bildirmediği her hususta ben Onun Sonsuz Özelliklerine (Esmasına) sığınmak zorunda olduğu anlamalıyım. Bildirdiklerine “fiili” olarak teşebbüs edeceğim ve bu teşebbüsümü “ubudiyet” bilinciyle yapacağım. Yani, “kader-i bedihî”nin tecellisine muhatap olurken de yine Onun iradesine teslim olduğumun bilincinde olacağım. Bildirmediklerine karşı da aynı teslimiyet bilincini taşıyacağım, ama bildirilmeyen alanda, fiilen yapabileceğim bir “ubudiyet görev”im yok. Fakat kainatın gidişatına baktığım zaman anlıyorum ki, bu kainatı Yaratan herşeyi bilerek yaratıyor, geçmişi geleceği bilerek tasarrufta bulunuyor. Ben ise Onun bu “Mutlak” tasarrufuna “teslim olmak’tan öte bir şey yapamayacağımın bilincinde olursam ve bu bilince göre davranırsam, kendi gerçeğimi itiraf etmiş oluyorum. Zaten “ubudiyet” dediğimiz, “teslimiyet” dediğimiz olay bu halleri içerir.
Dikkat edilmesi gereken nokta, Yaratıcının Mutlak İlmini, İradesini vs tanımak ile, benim Onunla olan ilişkimde “pazarlık” yaparcasına bir tavra girmem arasındaki farkı görmek gerekir. Ben kendi görevime bakarım ve Onun Mutlak İlmi, İradesi, Rahmeti ile bana muamele etmesini temenni ederim. Bu temenni bir ubudiyet, bir teslimiyet halidir. Tekrar ediyorum, meseleyi “pazarlık” haline dönüştüren bir tavır “ubudiyet” değil, menfaat ilişkisidir.
Peki, Rasul savs niye bize, “sadaka belayı def’ eder,” gibi bir konuşma yaparak, Halık’ın ne yapacağından haber veriyor? Niçin, ”Senin elin mecbur, bilmiyorsun yarın ne yaratılacak, kuzu kuzu yalvarmak zorundasın (dua/ kavli dua, fiili dua), veya “belanın def’i”ne muhtaçsın ve bunun gerçekleşmesi için de sadaka vermek zorundasın,” demeye gelen bir söylem kullanıyor?
Zannederim meselenin can alıcı noktası burası.
Sanki pazarlık yaparcasına olan davranışı sonuç veren bir anlayış İsrail oğullarının din anlayışına benziyor. Allah gazaba gelmesin, sanki Allah’ın sinirlerini yatıştırmak için “kurban” kesmek manasında hayvan kesip kanını etrafa saçarak (sanki okus fokus yapar gibi) gazab-ı İlahiyi def’ etme anlayışına benziyor.
Başta da ve daha önceki yazışmalarda da vurgulandığı gibi, bizim kendi pozisyonumuzun gereği olan hali yaşamamız bizim görevimiz. Peki, neden Rasuller “sadaka belayı def’ eder,” diyorlar? Rasuller ve vahiy bize Rabbimizi tarif ederler, yani tanıtırlar. Onun yaratmadaki sünnetini bildirirler. Biz, bize düşen görevi yaparız. Madem kainatın Maliki, “Benim sadaka verenin başından belayı def’ eden bir sünnetim var, yani yaratma düsturum var. Beni böylece tanıyın ve görevinizi de sadaka vererek yerine getirin.” diyor, ben de bu haberi alır, gereğine göre irademi kullanırım. (Bu haberin doğruluğunun tasdik aşaması daha önce gercekleştirimiş olmalı.)
Aynı mesele, istiğfar etmek, affedilmeyi temenni etmek için de değerlendirilmelidir. Mesela, ben ubudiyet görevimi ihmal ettim. Onu Halıkım, Rabbim olarak tanımadan yaşadım (ki gerçekte doğru olan bir durumdur benim için.) Rasuller veya vahiy ile bana bildiriliyor ki, benim Yaratıcım, hataları affedendir. Ne yapmam lazım? Özür dilemem gerekirdiğini (tövbe etmek, yapılan bir hatadan geri dönmek bu anlamdadır) bana vahiy bildiriyor. Ben de Yaratıcımın “Affedici” olduğunu öğrenince, af talebinde bulunuyorum. Ubudiyet anlayışımın gereği, madem ben affedilmek ihtiyacında yaratılmışım ve de Yaratıcımın Affedici olduğunu, bana verdiği duygularla anlıyorum. Çünkü ben de benden özür dileyen birisi olursa, affetmek gibi bir özelliğim var. Ki bu duygu, benim Yaratıcımın, Kendisini tanımam için verdiği bir duygu, bir Onu tanıma vesilesi veya aleti olduğunu anlıyorum. Böylece, vahiyden gelen haberi tasdik edebiliyorum.
Sadaka vermem de bir nevi duadir. Çünkü sadakanın özünde “sahiplenmemek,” sahibi olduğumu zannettiğim nimetlerin, rızkın bana ait olmadığını ilan etmek var. Eğer ben bu ilanı yaparsam Rahmet-i İlahiden affedilmemi ümit edebilirim. Çünkü O, böyle muamele eden bir Halık olduğunu bana Konuşması ile, Elçileri ile ve bende ve kainatta yarattığı örnekleriyle bildiriyor. Ben de bana düşen görevi yapıp:
– Bir ubudiyet göstergesi olarak yanlışlarım için özür dilemeliyim, ümitlerimi Ona yönlendirmeliyim,
– Bildirilen durumlarda Onun İradesine benim irademi tabi kılan tercihler yapmalıyım,
– Bildirilmeyen durumlarda Onun Mutlkiyetine sığınmalıyım, başka hiçbir sığınacak yerimin olmadığının bilincinde olmalıyım.
– Ve de en önemlisi, Ubudiyetimi, pazarlık aracı haline dönüştürmemeliyim.
Çünkü:
– Pazarlık benim gerçeğime aykırıdır, ben yaratığım, O Yaratıcı, eşit düzeyler arasında pazarlık yapılır.
– Vahiy bana benim gerçeğimi öğretmek için konuşur, ben kendi gerçeğimi anlamak için vahyi dinlemeliyim. Yaratıcımı tanıtan konuşmaları da, Yaratıcımı nasıl tanıyacağım konusunda rehber konuşmaları olarak değerlendirmeliyim.
Özetle: Vahiy bize Yaratıcımızın, “İstiğfar edenin günahını affeden, sadaka verenin belasını def’ eden bir Halık” olarak tanıtıyor.
“Vazifeni yap, vazife-i İlahiyeye karışma,” düsturu bize, “ubudiyet”i öğretiyor. Biz vazifemizi yapacağız, sadakamızı vereceğiz, hatalarımız ve yetmezliklerimiz (kusurlarımız) için özür dileyeceğiz (tövbe edeceğiz,) rehberliğini alıyoruz vahiyen ve Rasullerden.
Mutlak olan Özelliklere (Esma-i İlahiye) sahip olan Yaratıcımın ne yapacağı hakkında spekülatif konuşmalara dalmamalıyım.
El-hamdülillahillezi hedana lihaza (Bizi böyle bir anlayışa sevkedecek şekilde hidayetini gönderen Allah’a hamdolsun.) Amin!