Ha-mim’de geçen hafta sonu yapılan (30. 04. 2022) Şualar dersinde (https://www.youtube.com/watch?v=CtbCmA66J8Y), ehadiyet hakkında olan İkinci Şua’nın ilk kısımlarında yer alan paragraflar okunup müzakere edildi. Her defasında olduğu gibi müzakerecilerin tefekkürleri ile imana, uluhiyete, tevhide ait kıymetli paylaşımlar yapıldı. Ben bunların tamamını ilgili kayıtlara havale edip burada aşağıya alıntıladığım paragrafla ilgili müzakerelerden birisini aktarmakla yetinmek istiyorum:
“Hem tevhid sırrıyla, şecere-i hilkatin meyveleri olan zîhayatta bir şahsiyet-i İlâhiye, bir ehadiyet-i Rabbâniye ve sıfât-ı seb’aca mânevî bir sima-i Rahmânî ve bir temerküz-ü esmâî ve “iyyâke na’büdü ve iyyâke nesteîn”deki hitaba muhatap olan Zâtın bir cilve-i taayyünü ve teşahhusu tezahür eder. Yoksa, o şahsiyet, o ehadiyet, o sima, o taayyünün cilvesi inbisat ederek kâinat nisbetinde genişlenir, dağılır, gizlenir; ancak çok büyük ve ihatalı, kalbî gözlere görünür. Çünkü azamet ve kibriyâ perde olur; herkesin kalbi göremez. Hem o cüz’î zîhayatlarda pek zahir bir surette anlaşılır ki, onun Sânii onu görür, bilir, dinler, istediği gibi yapar. Adeta, o zîhayatın masnuiyeti arkasında muktedir, muhtar, işitici, bilici, görücü bir Zâtın mânevî bir teşahhusu, bir taayyünü, imana görünür.” (Şualar, İstanbul 2020, s. 9).
Görüldüğü üzere metin ‘yaratılış ağacından’ bahsediyor, hayat sahiplerinin bu ağacın meyveleri olduğunu belirtiyor. Ardından; a) şahsiyet-i ilahiye, b) ehadiyet-i Rabbâniye, c) sima-i Rahmânî, d) temerküz-ü esmâî’ terkiplerine yer vererek canlıların ilahî tecelliye mazhar olduklarını yani o tecelliyi gösterdiklerini ifade ediyor. Bunlardan özellikle ‘şahsiyet-i ilahiye’ ve ‘sima-i Rahmânî’ terkipleri çok dikkat çekici görünüyor. Yapılan müzakerelerden birisi tam da bu terkiplerin ne demeye geldiğine odaklanıyor: “Gündeme gelen ‘şahsiyet-i ilahiye’ konusu, düşündüğümde çok önemli diye anladım, okunan yerden ve anlatılanlardan. ‘Sima-i Rahmânî’ konusu da. Aslında ikincisi bir hadis naklinin buraya yansıtılması. Müellifin başka yerde işlediği bu hadiste mealen ‘Allah insanı Rahman ismini gösterir bir surette yaratmıştır’ (Buharî, “İsti’zân”, 1) deniliyor. Peki ‘Allah’ın şahsiyeti’ anlamına gelen ‘şahsiyet-i ilahî’ tamlaması neyi ifade ediyor, ne demek bu? Baktığımızda görüyoruz ki, bu alemde her bir varlık kendine mahsus bir şahsiyet ile, bir kimlik ile yaratılıyor. Bu da bize Yaratıcının ‘mutlak şahsiyetini’ gösteriyor. Yani ‘Zât-ı ilahî’ dediğimiz, düşündüğümüzde kavranması imkansız olan fakat muhakeme ettiğimizde mantıkî olarak ‘evet öyle olması lazım’ dediğimiz Şahsiyeti. ‘Allah’ın şahsiyeti’ deyince hemen bir suret verme eğilimine giriyoruz. Ama nasıl ki hayat verenin Kendisinin mutlaka ‘hayy’ olması, görme özelliği verenin Kendisinin mutlaka görüyor olması, duyma özelliği verenin Kendisinin mutlaka duyuyor olması mantıkî bir sonuç ise, her şeye şahsiyet verenin de mutlaka kendisinin bir şahsiyetinin olması gerektiği mantıkî bir sonuç olarak görünüyor.”
“Tekrarlamak gerekirse yaratılan her bir şeyin müstakil bir şahsiyet sahibi olarak var edilmesi Yaratıcının ‘şahsiyet’i olduğunu gösteriyor. Yani Allah entelektüel olarak ulaşılan soyut bir kavramdan ibaret değildir. Muhakeme ettiğimizde anlıyoruz ki, bu alemde var olan her şeyin yaratıcısının ‘mutlak’ olması zorunludur. Onun varlığı yaratılmaya muhtaç varlıklar cinsinden olamaz. O halde Onun şahsiyetini ‘mutlak’ kavramı içinde değerlendirmek zorundayız. ‘Mutlak’ ise bizim açımızdan tanımlanabilir değildir. ‘Mutlak’ı biz daha çok ‘ne olmadığı’ biçiminde (selbî) betimlemelerle açıklamaya çalışıyoruz. Söz gelimi ‘O, sınırlı olmayan olmalıdır; O, muhtaç olmayan olmalıdır, O, özelliklerini başkasından almayan olmalıdır’ gibi nefyedici ifadelerle anlarız, konuşmalarımızda. Kur’an’da da böyle bir değilleme ile Yaratıcının mutlaklığı (ehadiyeti) bize öğretilmektedir. ‘Lem yelid ve lem yûled ve lem yekun lehü küfüven ehad’: O ne kendisi gibi başka bir varlığa vücut vermedi [literal anlamı: doğurmadı] ve ne de bir başkasından kaynaklanarak var olmadı [literal anlamı: doğrulmadı]. Ve hiçbir şey Onun özelliklerine sahip değildir [literal anlamı: hiçbir şey Onun dengi değildir] (İhlas suresi 112/3-4).”
“İnsan kainatta tecelli eden özelliklerin hepsinin farkına varacak, idrakinde olacak aletlerle donatılmıştır. Bu şöyle ifade edilir: Yaratıcının tüm özellikleri insanda merkezileştirilmiştir. Bunun bugünkü dersin içeriğine göre anlamı şudur: Ben her bir varlıkta o varlığa özel bir şahsiyet ile varlık verenin Kendisinin şahsiyetini yani şahsiyet sahibi olması gerektiğini anlayabilirim. O, her bir varlıkta özellikleriyle tecelli etmek durumundadır. Niye? Ben bunu kendimden anlıyorum. Ben şu halimle kendime özel bir şahsiyet verilmiş olarak var edildiğimi görüyorum. Yani‘şahsiyeti ilahiye’ mazharım. Bu da ne demektir? Bende bir ‘sima-i Rahmânî’ tecelli ediyor. Bende her bir varlıkta o varlığa vücut verenin bütün özelliklerini görme istidadı var, verilmiş bana bu. Yani Yaratıcımın özelliklerini tanıyacak aletler (duygular) ile donatılmışım. O duygularımı kullanarak bunu gerçekleştirmeye çalışırım. Buna çalıştığımız İkinci Şua’da ‘ehadiyet’ diyoruz. Vahidiyet ile ehadiyetin tanımlarında şöyle bir fark var: Vahidiyet, kainata bakınca bu kainatın bütünüyle bir Yaratıcının varlığını ve birliğini gösterdiğini anlamaktır. Ehadiyet ise her bir şeyde, o şeyi yaratanın ancak kainatı yaratan olabileceğini anlamaktır; kabaca bir tanımla. Şimdi ise her bir varlıkta ‘şahsiyet-i ilahîyi’ tanıma özelliğine sahibiz, bu gündeme getiriliyor. Kendimize verilen sima ile, şahsiyet ile. Varlığımızın tümünde yalnızca bize has kılınan şahsiyeti, kimliği tecrübe ettiğimiz gibi her bir duygumuzun da bize has kılınmış özel bir şahsiyet ile var edilmesiyle, Yaratıcımızın da kendisine ait bir ‘şahsiyet-i ilahiye’ye sahip olması gereğini anlamamız mümkün oluyor. Nasıl? Her bir varlıkta o varlığa vücut verenin şahsiyetini dolayısıyla özelliklerini o varlıkta görerek. Böyle bir kabiliyetimiz var. O kabiliyetimizi kullanmazsak, kainatın tümüne bakarak, ‘bunların mutlaka bir yaratıcısı olmalıdır’ sonucuna ulaşırsak ve bu başlangıç ile yetinirsek Yaratıcının şahsiyetini -ki Ona Zât-ı ilahî dendiğini söylemiştik- tanımak mümkün olmaz. “
“O halde Yaratıcının birliğini, tekliğini, eşsizliğini yani ‘mutlak’ oluşunu her bir varlıktaki tecellilerinde görüp sonra da tüm kainata yayarak Onun kendisine has şahsiyeti olan mutlak yaratıcı olduğunu da görmek gerekir. Dolayısıyla Onu her bir eşyada, her bir varlıkta görmeyen bütününde de göremez. Neyi göremez? Şahsiyet-i ilahiyeyi göremez. O zaman kainatın bütününü düşünerek ‘bunun bir var edicisi olmalıdır’ sonucunda ‘Zât-ı ilahî’ yoktur; tanım gereği olamaz. ‘Bir Zât-ı ilahî olmalıdır’ demek yalnızca bilgi düzeyinde kalan entelektüel sonuca teslim olmaktan ibarettir, tasdik değildir. Böyle bir yaklaşımla şahsiyet-i ilahîyi tanımak mümkün olmaz. Nasıl olacak? Bana beni yaratanın tüm özelliklerini bilinçli bir şekilde tanıma kabiliyeti verildiğine göre şahsiyetimi kullanarak her bir varlığın kendi şahsiyetinde de bunu görmek durumundayım.”
“Diğer bir husus, metinde ‘imanla görülür, imanla müşahede olunur’ gibi ifadeler dikkatimizi çekiyor. Neden böyle kullanılıyor? Çünkü iman gayba olur. Onun için bu ifadeler böyle sırlı, gizemli ifadeler diye anlaşılmamalı. İman gayba olur. Sen eğer -düşündüğün şey ne ise, mesela, az önce bir müzakereci ‘bir yaprak’ dedi, biz o örnekten gidersek- yaprağın Varlık Kaynağına delaletini okumamızdır iman. Anlaşılması çok kolay bir durumdur bu: İman, yaprağa kim varlık verdiyse, -ki, Onun varlığının, yaprak cinsinden olmadığı besbelli olduğuna göre- O yaratıcının var olması gerektiğine dair ulaştığımız mantıki sonucu kabul etmemiz ile ‘gaybî olan’ bir yaratıcıya iman ediyoruz demektir.‘İmana görünür’ demek, imanın ancak böyle bir gözlem ile mümkün olacağı anlamına gelir. Yani bu ifade gaybı ancak böylesi bir gözlemleme ile tanıyabileceğimizi söylüyor. Buna iman deniyor. ‘İmanla görünür’ demek, iman orada olacak da ben de böyle bir gözlemlemeye girdiğim zaman o iman görecek yahut o imana görünecek demek değil. İman ancak böyle bir müşahedenin sonucunda olur, gerçekleşir demek. Bu şekildeki okuma beni imana götürür. Yani her bir şeye bakacağım, bana verilen tecelli numunecikleriyle, -ben onlara alet diyorum- aletleri kullanarak her bir şeyde Onun yaratıcısını tanırım. Çünkü her bir şeyde bir şahsiyet var ve bu Onun şahsiyetine tanıklık eder. Ve O şahsiyetin gözlemlediğim özellikleri var. Onun olmazsa olmaz olan özellikleri. Mesela Onun sonsuz kudreti olmazsa şu kainat olmaz, Onun sonsuz ilmi olmazsa şu kainat olmaz, Onun sonsuz iradesi olmazsa şu kainat olmaz, Onun sonsuz hikmeti olmazsa şu kainat olmaz gibi, diğerlerini say sayabildiğin kadarıyla…”
“Demek ki iman dediğimiz olay insanın kendisini tanımasından başlıyor. Basit gibi görünür ama kendisini tanımayan ne kendisinin ne de diğer varlıkların Yaratıcısını tanımada kemale ulaşamaz, mükemmelliğe ulaşamaz. Ama mantıkî olarak yahut entelektüel olarak bir kavramdan ibaret olan soyut bir yaratıcı anlayışına ulaşır, ulaşabilir. O da bir mesafedir. O da bir mertebedir. Hiç böyle bir yaratıcıya ulaşmamakta direnenler de var. Ama bize verilen kabiliyetlerle uyumlu olanı kendi şahsiyetimizi okuyarak şahsiyetimiz üzerinden bütün insanları, bütün varlıkları yaratanın ‘şahsiyetini’ kendimizde ve baktığımız her şeyde görmek, görmeye çalışmaktır.”
Dersin devam eden bölümlerinde hem söz konusu paragraf hem devam eden paragraflarla ilgili çok kıymetli müzakereler ortaya konuldu, konuluyor. Allah razı olsun.