Ha-mim’in geçtiğimiz hafta sonu (07. 05. 202) yapılan Şualar dersinde (https://www.youtube.com/watch?v=pkrIM9g-fsc), ehadiyete dair olan İkinci Şua’nın okunmasına ve müzakeresine devam edildi. Benim kısmen canlı olarak kısmen kayıtlardan dinlediğim derste kıymetli tefekkürler paylaşıldı. Bunların tamamını ilgili kayıtlara havale edip burada aşağıdaki parça ile ilgili olarak ortaya konulan bir müzakereyi aktarmak istiyorum:
“Bu Birinci Meyvenin hakikatine beni îsal ve sevk eden zevkî bir hissimdir. Şöyle ki: Bir zaman, ziyade rikkatimden ve fazla şefkatten ve acımak duygusundan, zîhayat ve hususan onlardan zîşuur ve bilhassa insanlar ve bilhassa mazlumlar ve musibete giriftar olanların halleri çok ziyade rikkatime ve şefkatime ve kalbime dokunuyordu. Kalben diyordum: “Bu âciz ve zayıf biçarelerin dertlerini, âlemde hükmeden bu yeknesak kanunlar dinlemedikleri gibi, istilâ edici ve sağır olan unsurlar, hadiseler dahi işitmezler. Bunların bu perişan hallerine merhamet edip hususî işlerine müdahale eden yok mu?” diye ruhum çok derin feryat ediyordu. Hem, “O çok güzel memlüklerin ve çok kıymettar malların ve çok müştak ve minnettar dostların işlerine bakacak ve onlara sahabet edecek ve himayet edecek bir mâlikleri, bir sahipleri, bir hakikî dostları yok mu?” diye kalbim bütün kuvvetiyle bağırıyordu. İşte, ruhumun feryadına ve kalbimin vâveylâsına vâfi ve kâfi ve teskin edici ve kanaat verici cevap ise, sırr-ı tevhid ile, Rahmân ve Rahîm olan Zât-ı Zülcelâlin, umumî kanunların tazyikatları ve hâdisatın tehacümatı altında ağlayan ve sızlayan o sevimli memlüklerine, kanunların fevkinde olarak, ihsanat-ı hususiyesi ve imdadat-ı hassası ve doğrudan doğruya her şeye karşı rububiyet-i hususiyesi ve her şeyin tedbirini bizzat kendisi görmesi ve her şeyin derdini bizzat dinlemesi ve her şeyin hakikî mâliki, sahibi, hâmîsi olduğunu, sırr-ı Kur’ân ve nur-u iman ile bildim. O hadsiz meyusiyet yerinde, nihayetsiz bir mesruriyet hissettim. Ve her bir zîhayat, öyle bir Mâlik-i Zülcelâle mensubiyeti ve memlûkiyeti cihetiyle, nazarımda binler derece bir ehemmiyet, bir kıymet kesb ettiler.” (Şualar, İstanbul 2020, s. 10)
Müellif, metnin başında belirtildiği üzere kendi dünyasında yaşadığı ‘zevkî bir hissinden’ bahsediyor. Sahip olduğu şefkat ve merhamet duygusu dolayısıyla canlıların özellikle insanların, özellikle de mazlumların ve musibete duçar olanların hallerinden çok müteessir olduğunu, onların acınacak hallerine varlıkların, nesnelerin, eşyanın çözüm olamadığını, olmayacağını hatta seslerini bile işitemeyeceğini söylüyor. Ardından böyle bir durumda ruhunun feryadına, kalbinin vaveylasına sükunet verici cevabın ancak her şeyi bilen, her şeyi işiten, her şeyden haberdar olan, sonsuz rahmet ve şefkat sahibi Zât-ı Zülcelale imandan geldiğine işaret ediyor. Derste his yahut duygu konusu vurgulandığında, kaçınılmaz olarak akıl ve muhakeme konusu gündeme geliyor. Bir müzakereci tam da bu konuyu ele alarak şunları söylüyor:
“Bizim ‘akıl-kalp kavgası’ diye tarih boyunca yaşanmış temelli bir problemimiz var. Akıl taraftarları, ‘kalbe güvenilemez, çünkü düsturları yok, kalp severse sever, sevmezse sevmez, niye sevdiğini de bilmez, kendine göre gerekçe uydurur’ diyerek kalbi eleştirirler. Kalp taraftarları ise aklın alanının çok sınırlı olduğunu, her şeye eremeyeceğini, her şeye yetemeyeceğini söyleyerek eleştiride bulunurlar… Peki hangi taraf haklı, burada biz hangi tavrı onaylayacağız? Bu konunun İslam düşünce tarihinde çok tartışıldığını, hakkında ciltlerce kitap yazıldığını, değişik akımlara kaynaklık ettiğini, halen de bu etkilerin bir şekilde devam ettiğini hepimiz biliyoruz, görüyoruz. Şunu anlamak lazım diye kendim bir çözüm yolu buldum: Nasıl ki bedenimizde elin görevi ayrı, kulağın görevi ayrı, gözün görevi ayrı ise aklın görevi de ayrı, kalbin görevi de ayrıdır. Bunlar birbirlerini dışlamadıkları gibi birbirlerine yardımcı olurlar. Neden? Çünkü insan bir bütündür, parçalanamaz. Dolayısıyla akıl önde gider, kalp geride kalır yahut kalp önde gider, akıl onu takip eder veya akıl önemlidir, kalp değildir denemez. Yerine göre birinin önceliği vardır, yerine göre diğerinin önceliği vardır, her ikisi de önemlidir, insanın gerçeğidir, ihmal edilmemelidirler.”
“Bu konuda Kur’an’ın yaklaşımı her ikisine de gerektiği değeri vermek şeklinde görülüyor. Kalbe kabaca ‘insan duyguları ve bunların merkezi’ dersek birçok ayette kalbe atıf yapılıyor. Mesela, ‘Kalplerin ancak Allah’ı anmakla doygunluğa ulaşacağı’ (Ra’d 13/28), başka bir ayette ‘kimilerinin kalplerinin katılaştığı’ (Bakara 2/74) ifade olunuyor. Birçok ayette mefhumen ‘Onların duyguları yok mu, hissetmiyorlar mı, onlar neyi istiyorlar’ demeye gelen ifadeler yer alıyor. Mesela dünyanın sınırlarını aşan bir tarzda cennet tasvirleri var, dünyanın sınırlarına aşan bir tarzda cehennem tasvirleri var… Bunlar insanın hissiyatına hitap eden mesajlardır. Bir de Kur’an’ın insan aklına hitap eden mesajları var. Birçok ayette ‘aklını kullananlar için şöyle deliller var, akletmiyor musunuz, aklınızı kullanmıyor musunuz’ deniliyor. Mesela bir ayette, göklerin direksiz yaratılması, dağların sarsıntıyı engellemek için yer yüzünde çivi gibi dikilmesi ve diğer bazı yaratılışlardan söz edildikten sonra, ‘İşte bu Allah’ın yaratmasıdır. Siz de O’nun dışında olanların yarattıklarını bana gösterin…’ buyruluyor (Lukman 31/11). Bu mesaj 1450 yıldır Kur’an’ın insanlara meydan okuyan bir davetidir. Neyi gösterecek, ‘halk’ı yani yaratmayı gösterecek. Yaratma işlemini gösterecek. Kainat içinde bir tek varlığın bile yaratıcı özelliğine sahip olduğunu kimse gösteremez, gösterilemez. Gösterilemeyeceği de kainatın hamurunda olan bir şey. Zira kainatta her varlık kainatın düzenine uymak zorunda.”
“Demek ki akıl-kalp ikileminde şu tavrı takınacağız: Ne akıl taraftarı, ne kalp taraftarı olacağız; dolayısıyla birisini merkeze alarak ötekini etkisizleştirmeyeceğiz, insanı bölmeyeceğiz… Göz, görür ama duymaz. Kulak, duyar ama o da görmez. Peki bunlar birbirini dışlarlar mı? Hayır, beraberce çalışırlar. Akıl yaratılış gerçeğine konsantre olup yaratılmışlardan yola çıkarak yaratıkları tanımak suretiyle onların Yaratıcısını kabul eder. Ulaştığı sonucun yani kabul ettiği Yaratıcının da ‘kainat cinsinden olmaması’ gerektiğini özellikle vurgular. Orada kalır, kainatın dışına çıkamaz… Akıl kainattaki malzemeleri kullanır, yani yaratıkları değerlendirir. Dolayısıyla yaratıklardaki özelliklerden Yaratıcıyı tanıma ameliyesine girer. Yaratıcıyı, yalnız kendi sınırları dahilinde bir ‘sonuç’ olarak tasdik eder, ‘olması lazım’ der. Ama daha öteye geçemez. Kainatın dışına çıkamaz, malzeme toplayamaz. Bu da önemli bir konu… Kainatın dışında malzemelerin bulunduğuna kani olmuş bugünkü bilim, -ki onlara anti madde, kara delik, siyah enerji vs. deniyor- ve bilimle uğraşan kimseler bunların hiçbir surette araştırmasının yapılamayacağını da biliyorlar fakat sahtekarlık yaparak söylemiyorlar. Bunlar muhakeme ile ulaştığımız, olması gereken sonuçlardır, formüllerin zorunlu kıldığı –bu aklî muhakemenin zorunlu kıldığı demektir- sonuçlardır ama elimizde hiçbir malzemesi de yoktur bunların. Çok dürüst olan bir kişi vaktiyle samimiyet içinde bana, ‘bunlar bizim araştırma alanımıza girmiyor ama olmazsa olmaz şeylerdir’ dedi. Yani gaybtan bahsediyorlar. Fakat art niyetli, politik amaçlı insanlar gayba inandıklarını söylemiyorlar, çünkü o zaman ilahiyat alanına girmiş olacaklar ve de ‘bunların kainat cinsinden olmayan bir Kaynağı var’ demek zorunda kalacaklar. Bunu söylemiyorlar, büyük büyük konuşarak ‘elimizde deliller var, gerçekleri konuşturuyoruz, dataları konuşturuyoruz’ vs. diyerek gençlerin beynini yıkıyor, ihtiyarların de kalbine şüphe koyarak sarsıntıya yol açıyorlar…”
“Peki kalbe gelelim, kalp ne yapar ya? Kalp ise her şeyin ebedisini ister. Yani kainatın içine sığmaz. Mesela karşıda bir kuş gördüğünde, kalp ‘bunun varlığının aslı nedir’ vs. diye düşünmez. Hemen ‘bu ne kadar da güzel, sevdim bunu’ der, sevgi duygusunu kullanır. Bu sevgi duygusu hep ebediyet ister. Kuşu seven duygunun ebedi olarak tatmin olmasını ister. Sonsuzluk ister. İşte aklın ulaştığı, ‘olması gereken’ dediği Yaratıcının bu dünyadaki yaptığı işlerin ebediyetine, sonsuzluğuna bakan tarafı kalbin alanıdır. Onun için metinde işaret olunduğu üzere, bu dünyada sıkıntı içinde kalan canlıları, musibete uğrayan insanları yahut ölümle hayatı biten varlıkları düşününce kalp isyan eder. ‘Niye herkes sürekli huzur içinde yaşamıyor’ der; ‘niye çiçekleri soluyor, kuşlar ölüyor’ der; ‘niye güzellikler son buluyor’ der, feryat eder.”
“Şimdi akılla kalbin nasıl birlikte çalışması lazım geldiğinin en önemli noktasına geldik. Akıl der ki, ‘Kardeşim, duygular! Bak, ben anladım. Fark ettim ki bu dünyanın, bu dünya cinsinden olmayan bir Yaratıcısı olması lazım. O senin düşündüklerini, acıdıklarını, merhamet edip yok olmasınlar dediklerini… O Yaratıcısına bağla! Yoksa sen, benim yardımım olmadan bu dünyada, ben bunları sevmiştim, elimden alınıp gitti, diye bağırır durusun… Akılsız kalp bu çırpınmayı, bu feryadı susturamaz. Akıl da kalp olmadan, ‘olması lazım’ dediği Yaratıcıya referansın nerede yaradığını bilemez. İkisinin kardeşçe, dostça birbirinin takviyelerini yapmaları şart. Onun için yıllardır Ha-mim ortamında ‘insan bütündür, parçalanamaz’ sloganını artık imanın olmazsa olmaz prensibi olarak gördük ve tekrarladık. Fakat pratik hayatta, pratik düşüncelerimizde bu ikisinin kaynaştığı az görülüyor. Yaptığımız tahlillerde böyle kaynaştırmalar çok gözlenmiyor. Bu da bizim dikkatimize sunulan bir konu olarak kalsın. Burada hepimizin akıl ve kalbin birbirini nasıl desteklediğini gösteren düşünce usulleri geliştirmemiz lazım. Yoksa piyasada duyduğumuz ve papağan gibi tekrarladığımız ‘akıl bu işleri çözemez, aklın bir sınır var’ gibi saçma yaygaralarla aklı yaratanı suçladığımızı fark etmeden hatalarımız tekrarlar dururuz.”
“İşte metinde işaret olunan ve kalbin buradaki güzelliklerin kaybolup gitmesi karşısındaki çırpınışına cevap, hiç beklemediğimiz biçimde aklın ulaştığı sonuçtan gelecek, geliyor. Çünkü bu talepleri veren, o canlıyı yaratan, o güzelliğin yahut güzelliklerin kaynağı olan “mutlak’ bir yaratıcı var. İşte burada bütün bunları O mutlak Yaratıcıya bağladığımız zaman çözümü bulunacak, bulunuyor. Ama bunun için kalbin aklın alanından, aklın ulaştığı sonuçtan yardım bekleme ihtiyacını itiraf etmesi lazım. İşte bu noktadaki eksiklikten dolayı ne kalbi merkeze koyan tasavvufçular ne aklı merkeze koyan kelâmcılar (mütekellimûn) birbirlerini anlayabildiler. İki ayrı kanal olarak herkes kendi başına hareket etti ve ediyor. Kaynaşamadılar. Oysa çok basit bir konu. Birbirinin yardımına nereden ihtiyaç olduğu belirlenince mesele çözülüyor. Bu çok önemli bir konu. Konuya iyi konsantre olursak bir cilt kitap okumuş gibi oluruz, diye düşünüyorum.”
Gerek bu uzun fakat çok kıymetli tefekkürü paylaşan müzakereci için gerekse derste aktif ve pasif katılım sağlayan herkes için Allah razı olsun, diyorum.
İlk defa akıl ile kalbin ilişkisini anladım. Allah razı olsun