Sözlükte “çokluk” anlamındaki “kesret” ile bunun zıddı olan ve “birlik” anlamındaki “vahdet” terimlerinin İslam felsefesi ve İslam tasavvufunda ciddi olarak işlendiğini kabaca biliyorum. Literatüre bakınca da, ilk İslam filozofu kabul edilen Kindî’nin bu iki terim üzerinde ayrıntılı bilgiler verdiğini, Farabî’nin bu terimleri kuşatıcı bir tanıma kavuşturduğunu, daha sonra özellikle İbn Sina’nın bu ikiliye “ehadiyet” kavramını da ekleyerek geniş açıklamalar yaptığını okuyoruz. Tasavvufçuların ise özellikle “vâhid” ve “ehad” sözcükleriyle bunlardan türeyen sıfat olarak “vahdet, vahdaniyet” ve “ehad, ehadiyet” terimleri üzerinde uzun değerlendirmeler yaptıklarını görüyoruz. Mesela, “ehadiyet” onlara göre “bütün isim ve sıfatlardan mücerret olarak Allah’ın zâtının tekliği” demektir. Böyle bir ehadiyet tanımı yanlış olmamakla birlikte bana, pratik hayatımda güçlü bir mesaj vermiyor.
Bu terimlere ve bu sonuca atıf yapmanın sebebi şu: Nübüvveti anlama temelinde uzun zamandır devam eden müzakereli bir ders (https://www.youtube.com/watch?v=lckeOlU_6Js) var. Bu derste, Resulün miracının hikmeti anlatılırken, okunan metin bağlamında kainat, her sayfasında yüzer kitap kadar hakikat bulunan, her satırında yüz sayfa kadar latif mânalar yer alan, her bir kelimesinde yüz satır kadar anlamlar derc edilen harika bir kitaba benzetiliyor. Devamında, bu kitabı Yazanın, bu kitabın mânalarını bildirmek için en liyakatli bir şahsı seçip ona ders vermek üzere, onu yüksek bir seyr ü süluka mazhar kılmasının hikmeti anlatılıyor. Ardından da “Yani, birinci sahifesi olan tabakât-ı kesretin en nihayetinden tut, tâ müntehâ sahifesi olan daire-i ehadiyete kadar bir seyeran ettirmek lazım geliyor. İşte şu temsil ile miracın ulvi hikmetlerine bir derece bakabilirsin” denilerek bu konudaki düşünce aşamaları bir sonuca bağlanıyor (31. Söz, Üçüncü Esas, İkinci Temsil). Baktığımda, bu pasajda hem Resulün (asm) manevi şahsiyetine hem onun miraç mucizesinin hikmetine hem bizim miracımızın nasıl olması gerektiğine hem de ehadiyet hakikatinin pratik hayatımıza bakan yönüne dair çok önemli işaretler bulunduğu gözüküyor.
Dersin sınırlı süresi içinde, metnin bütünü üzerinde değerli müzakereler ortaya konulduğu gibi, “kainat kitabının münteha (zirve) sayfası” olarak anılan “daire-i ehadiyet” terkibi ile ilgi olarak da benim çok yararlandığım müzakereler paylaşıldı. Benim de paylaşmaya değer gördüğüm bir müzakere, -sonradan benim yaptığım küçük tasarruflarla- şöyle başlıyor: “Bu ibareyi okuyunca, ilk bakışta, ‘kainata bakmaya, önce tabakât-ı kesretten başlayacağız, sonra tamamını kapsayacak bir sonuca ulaşacağız’ gibi bir anlam dünyama geldi. Sonra dikkate ettim, metin ‘daire-i ehadiyet’i en münteha sahife olarak tarif ediyor; sonra anladım ki, burada başka bir şey var. Neye benziyor bu? Kur’an’ın, insanın yaratılışını anlatırken Allah’ın Adem’i tek olarak yaratmasından başlayıp, Hz. Adem’e bütün esmasını öğrettiğini ifade eden tabloya. Kur’an’ın anlatımına dikkat ettiğimizde görüyoruz ki, her bir peygamber Adem’e yüklenen ‘esma’dan birisini veya ikisini alıp insanın hayatta karşılaşabileceği her türlü tecrübe alanına yayar. Böylece o esmanın hakikatini en güzel şekilde örneklendirerek temsil eder. Yaratıcının bütün isimleri (özelliklerinin yansıması) Adem’in kabiliyetine yerleştirilmiş. Kur’an’da Adem, insan kabiliyetinin kapasitesini temsil eder. Diğer bir ifade ile Kur’an, Adem örneği ile insan kapasitesinin potansiyel olarak neleri içerdiğini öğretir. Fakat Kur’an’da kıssası anlatılan her peygamber farklı hayat şartlarında, bu isimlerden bazılarını merkeze alarak en mükemmel şekilde yansıtırlar. Mesela uzun dönem hastalığa maruz kalmış bir peygamber olarak Eyyûb (asm) ‘şâfî’ ve ‘sabûr’ ismini, varlıklı bir peygamber olarak Hz. İbrahim (asm) ‘kerim’ ismini, bilgili ve güzel konuşan bir şahsiyet olan Şuayb (asm) ‘alim’ ismini, Tûr-i Sina’da özel bir muhavereye muhatap olan Musa (asm) ‘mütekellim’ ismini, idareci olarak görev yapmış olan Davud (asm) ‘melik’ ve ‘hâkim’ ismini, yaşadığı hayat itibariyle fakirlikten idareciliğe kadar pek çok aşamadan geçen, getirdiği hakikat itibariyle de insanî duyguların tümünü tatmin eden Hz. Muhammed (asm) başta ‘rahim’ ismi olmak üzere bütün esmanın insanların hayatlarını aydınlatacak örnekliklerini sergiler. Yani genel olarak bütün esma Adem’e yüklendi, ama her bir Peygamber bu esmadan bazılarını daha bariz olarak hayatlarına yansıtarak insanlara örneklik sundular, Kur’an da bu örnekleri bize taşıyarak hâla sunmaya devam eder. Ta ki insanlar nasıl bir hayat tecrübesi içindeler ise, o alanda bir peygamberin örnekliğinde kendi varlıklarına konmuş olan esmayı Hz Muhammed’in örnek uygulamasından yararlanarak gerçekleştirebilsinler…”.
Müzakere şöyle devam ediyor. “Bu çeşitliliği kainatta da görüyoruz. Bakıyoruz ki, en azametli haliyle galaksiler karşımızda. En mütevazi haliyle toprak önümüzde. Etrafımıza bakınca bin-bir çeşit bitki, ağaç her tarafta. Her biri kendi içinde çok mükemmel. Hiç kimse patatesi elma ile karşılaştırarak, patates hakkında olumsuz bir şey söyleyemez. Ama hepsinin toplandığı bir hakikat var. Daha doğrusu hepsini kendinde toplayan bir hakikat var. Her biri Yaratıcının isimlerini, bir ya da birkaç ismi de daha bariz şekilde yansıtır. Mesela çiçek; bitkiler arasında bitkilerin en güzeli. Yaratıcının ‘cemil’, ‘mücemmil’, ‘müzeyyin’, ‘mülevvin’ gibi isimlerini diğer bitki türlerine göre daha parlak şekilde yansıtıyor. Hayvanlar aleminde sesinin güzelliği itibariyle bülbül, fiziki görünüşü itibariyle tavus kuşu, diğer hayvanlara göre aynı isimleri daha güzel, daha parlak gösteriyor. Bu yüzden Resul-i Ekrem (asm), tebliğini dile getirişi bakımından ‘andelîb-i zîşan’ denilerek bülbüle, sureti bakımından bitkilerden çiçeklerin en güzeli olan ‘gül’e, hayvanlardan tavus kuşuna benzetilir…”.
“Görülüyor ki kainatta kesret var, çeşitlilik var. Kesreti teşkil eden her tür ve her türün her ferdi en güzel şekilde Yaratıcının özelliklerini yansıtıyor. İnsanda da potansiyel olarak bütün bunları kavrayabilecek kabiliyet var. Fakat işin sonunda yani müntehasında ‘daire-i ehadiyet’ var. Yani öyle dikkatli bir eğitimden geçirileceksiniz, öyle bir eğitmene ihtiyaç var ki, bunun için kainattaki ‘ehadiyet’ gerçeğini o eğitmen, kendi, tek varlığında ifade edebilsin, gündeme getirebilsin. Nedir o? Her bir varlıkta, hatta en ufak varlıkta bile Adem’e yüklenen esmanın (Yaratıcının özelliklerinin,) en küçük atomda dahi bütününün birden gerçekleştiğinin insanlara öğretilmesi. Kur’an kendini tevhid kitabı olarak ortaya koyuyor. Kainata bak, kainatta nereye bakarsan bak, istersen kainattaki en küçük parçacığa bak, burada göreceğin her şey, senin kabiliyetinin dahilinde olan ‘bütün esmayı tanıma’ var ya, işte o kabiliyetini bir tek atomu inceleyerek de gerçekleştirebilirsin. En küçük parçada bile ‘bütünün özellikleri’ yansır, ‘ehadiyet’ bu demek ya, o halde sen, ‘baktığın şey ne olursa olsun, onun büyüklüğü ne olursa olsun, o şeyde Yaratıcının bütün esmasını görebilirsin’. Metinden anlaşılıyor ki insanın terakki aşamasının zirvesi Resulün miracı yani onun miraçta ‘daire-i ehadiyet’i seyeranı ile gerçekleşiyor. Yani kendisine verilen mesaj öyle bir mesaj ki insan kabiliyeti ile kainatta tecelli eden gerçeğin zirvede buluştuğu noktadır miraç…”.
“Burada anahtar kelime ‘ehadiyet’. Yani kainata baktığımızda gördüğümüz şey, onun “mutlak’ın yansıması olduğudur. Yani kainata varlık veren, varlığını devam ettiren, kainatı tek bir organizma gibi sevk ve idare eden Kaynak ancak ve ancak kendisi kainattaki varlık cinsinden olmayan “mutlak” bir kaynak olmalıdır. Kainata bakıldığında, O Kaynağın mutlak kudret sahibi, mutlak ilim sahibi, mutlak hikmet sahibi, mutlak irade sahibi… olması gerektiği zorunlu olarak anlaşılıyor. Bu ‘tevhid’ hakikatidir, ‘vahdaniyet’ hakikatidir. ‘Ehadiyet’e gelince o, kainattaki her bir parçanın müstakil olarak Varlık Kaynağının mutlakiyetini gösterdiğini, yani onu yapanın ancak şu kainatı yapan mutlak kudret, mutlak ilim, mutlak irade sahibi olması gerektiğini anlamaktır. İşte Yaratıcı bunu insanlara öğretmek üzere bir eğitmen, bir Resul gönderecektir, gönderiyor, göndermiştir. Muhammed (asm) ve onun getirdiği mesaj budur. Bundan sonra, bunun üzerine yeni şeyler koyacak yeni bir öğretmene, yeni bir mesaja ihtiyaç kalmamaktadır. Çünkü, insan kabiliyetinin ulaşabileceği en yüksek nokta ile, kainatın yaptığı şahitlik ile, Yaratıcısını tanıtma görevinin gerçekleştirilmesinin mümkün olan en yüksek noktası, zirvede buluşması Hz. Muhammed’in (asm) hayatıyla temsil ettiği mesaj ile gerçekleşmiştir. İşte işaret edilen bu hususlar Resulullah’ın miracı ile temsil ediliyor”.
Dersten sonra, yapılan müzakerelerin açtığı ufukla ‘ehadiyet’ konusunu tekrar düşünmeye çalıştım. Müzakerede de işaret edildiği gibi, benim zihnimde ‘ehadiyet’ konusunu en iyi anlatan temsil ‘güneş-ayna’ metaforudur. Yani güneş, ayna gibi görev yapan her parlak şeye yansıyarak, özelliklerini aksettirdiği gibi, O Varlık Kaynağı kainatın tümünde bütün esmasını yani özelliklerini gösterir. Ayna görevi yapan her bir varlık da kendi çapında Onun isimlerini yani özelliklerini gösteriyor. Kur’an’ın, mesela yer ve göklerin yaratılışından bahsederken birden insanların dil ve renklerinin farklılığı gibi özel bir konuya intikal etmesi (Rum 30/22), yine kainattan bahsederken insanların ‘suretlerinin güzel kılınmasına’ değinilmesi (Teğâbûn 64/2-3) bunun örneklerini teşkil ediyor.
Benim bu ders ve bu müzakereden çıkardığım en çarpıcı husus, kainat kitabının en nihai mesajının, yine Kur’an’ın en nihai mesajının, aynı şekilde Resul-i Ekrem’in hayatıyla sergilediği en zirve mesajın “ehadiyet” olduğudur. Özetlemek gerekirse, ehadiyet tecellisinin insan kabiliyetinin kapasitesi ile kainat şahitliğinin kapasitesinin zirvede buluşmasını temsil eder miraç. Bu sonuca bağlı olarak kendi hayatım açısından ulaştığım en temel ders de, ‘ehadiyet’e dayalı bir tevhid anlayışının insanı her an miraca çıkaracağı yahut miraca çıkmanın bu olduğudur. Bilmem doğru anlıyor muyum?