Usûle Dair

Ahiret Gelecekte midir? – Ek

Ahiret Gelecekte midir? - Ek | Ha-Mim

Editörün Notu: Ahiret gelecekte midir? başlıklı yazı, aşağıdaki ilk soruya cevaben yazılmıştır. Sonrasında gerçekleşen müzakere ise bu ek sayfada yayınlanmıştır.

Zafer – Bir süredir üzerinde düşündüğüm bir konuyu açmak istedim. Benim görebildiğim kadarıyla dinî kaynaklarda ahiretten gelecek kipi ile bahsediliyor. Biz de buradaki konuşmalarımızda ahirette şunlar şunlar olacak diye konuşuyoruz. Ahiret hakkında, sırf ölümden “sonra” diye, gelecek kipi ile bahsetmek ne kadar doğru? Hakikaten ölümden “sonra” mı? Şu an için ahiret âleminde olmadığımızı biliyoruz. Öldükten sonra gidip göreceğiz, diyoruz. Ölmeden gidip göremeyeceğimiz doğru. Fakat ölmek benim anladığım kadarıyla şu an için içinde bulunduğumuz şehadet âleminin şartlarından ayrılmak demek. Bizim zaman anlayışımız ve dolayısıyla geçmiş/gelecek tanımlarımız tamamen bu âlemin şartlarında geçerli. Dolayısıyla, bu âlemin şartlarından ayrılma ile karşı karşıya kalınan gerçekliğin “gelecekte” olduğunu bilmek, söylemek ve ona göre yaşamak ne kadar doğru?

İlyas – Çok önemli bir konuyu gündeme getiriyorsunuz. Dediğiniz gibi gerek dinî literatürde gerekse hâkim anlayışta “ahiret” tamamen “istikbale” ait bir telakki.

Ben herkesin bildiği hâkim telakkiyi birkaç cümle ile özetleyeyim: Ölen her insan berzah hayatına (dünya ile ahiret arası hayat) intikal eder. Kıyamete kadar bu hayat devam eder. Kıyamet (İsrafil’in sura üflemesiyle) dünyanın ölümü demek olur. Dünyadaki, yahut güneş sistemindeki, yahut evrendeki denge bozulur, dağlar, denizler birbirine girer… Canlı hiçbir şey kalmaz. Daha sonra İsrafil’in sura ikinci kez üflemesiyle “ba’s” (dirilme) başlar. Berzah hayatını yaşayan ruhlara yeniden “beden” giydirilir. Mahşerde toplanılır. Hesap başlar. Mizanda, insanların inandıkları ve yaptıkları tartılır. Sırattan geçilir veya geçilemez. Hesap sonrası hasenatı “ağır” gelenler cennete, hafif gelenler cehenneme sevk edilir. Müminler ebedi cennette kalır, kâfirler ebedi cehennemde.

Ahiret gelecekte midir?” başlıklı yazının düşündürdüklerini biraz daha somutlaştırarak ifade etmek gerekirse ayet ve hadislere dayalı olarak şekillenen ahiret ile ilgili olarak, yaygın anlayıştaki bütün telakkilerin artık “mecazi” olduğunu mu düşüneceğiz? Daha açığı, dünyada veya güneş sisteminde umumi bir kıyamet olmayacak mı? Kıyametten sonra berzah hayatını yaşamakta olan ruhlara “beden” verilerek yeni bir hayata kavuşturma (ba’s), akabinde bütün insanların haşir meydanında “toplanması” olmayacak mı, mizan, sırat tamamıyla metaforik açıklamalar mı?

Mehmet – İçinde bulunduğumuz varlık âleminin yok olacağı belli bir şey; dindar olmaya ve vahiyden kıyamet kopacak diye bir haber almaya gerek yok bunun için. Artı, Nasrettin Hoca’nın dediği gibi iki tane kıyamet var; birisi ben ölünce, diğeri kâinat ölünce. Ben öldükten sonra kâinat yaşasa ne fark eder? Ölüm diye bir şey var; ben öleceğim. İçinde bulunduğum galaksinin benden sonra yaşamasının benim için bir anlamı yok ki. Peki, burası tamam.

Sırat, cennet, cehennem, ateş gibi bu dünyaya ait olmayan mefhumları biz ancak bu dünyaya ait olan kelimelerle ifade edebiliriz.

Diğeri, sırat, cennet, cehennem, ateş gibi bu dünyaya ait olmayan mefhumları biz ancak bu dünyaya ait olan kelimelerle ifade edebiliriz. Burada dikkat çekilen nokta şu: Şunlar olaCAK, bunlar gerçekleşeCEK diye beklerken, orada olacak şeylerin aslında burada olan şeylerin uzantısı olduğunu unutmamak gerekiyor. Yani bu dünyadan bağımsız olarak tasavvur edilen bir sırat köprüsü, bizim hayaller âleminde kaybolmamız sonucunu doğurur. Sıratı bu dünyada geçemeyen insan öteki tarafta neyin sıratını geçecek?

Cehennem ateşi ile de bizim asla kaldıramayacağımız bir durumun tarifinden başka bir şey kastedilmiyor. Neden “ateş”? Çünkü bu dünya şartlarında ancak bu kelime ile bir anlam devşirebiliriz biz; öteki tarafı görmedik ki oranın gerçeğinin nasıl olduğunu başka bir şekilde tarif edebilelim.

Allah’ın “mücazatı”, bizim varlık yorumumuzun sonucunda ortaya çıkan organik sonuç demek.

Belki daha da önemlisi cennet ve cehennemin hakikatinin ne olduğunu burada iken anlamak. Allah’ın “mücazatı”, bizim varlık yorumumuzun sonucunda ortaya çıkan organik sonuç demek. Bardağı kıran çocuğa tokat atmak “mücazat” değildir. Çünkü ikisi arasında organik bağ yok. Biz genelde cehennemi bu şekilde tasavvur ediyoruz; burada hırsızlık yapana dünyevi anlamda “ceza” olarak öteki tarafta ateşe atılacak diye biliyoruz. Değiştirmeye çalıştığımız püf nokta burası. Hırsızlık ile ateşin bir alakası var mı? Şu söylendiği haliyle yok. Peygamberden “kayırma” beklediğimiz sürece de hiç bir zaman bu ilişkiyi kuramayacağız.

Şunu da hatırlayalım: Üstad’a soruyorlar “cehennem nerededir?” diye. Bundan kasıt, “onun şu dünyadaki koordinatlarını ver” demek. Böyle soru olmaz aslında. Ama cevap o kadar hikmetli ve beliğ ki; hem bu soruyu soracak kadar meseleyi bilmeyenin tam istediği gibi bir cevap, hem de işin hakikatine bir göndermede bulunuyor — anlayanlar için. Şöyle diyor:

“Küre-i arz, hareket-i seneviyesiyle, ileride mecma-i haşir olacak bir meydanın etrafında bir daire çiziyor. Cehennem ise, arzın o medar-ı senevîsi altındadır.” (Mektubat, 1. Mektup, 3. Sual)

Cehennemin, “dünyanın medar-ı senevisinin altında” olması ne demek? Üstad “usûl” dersi veriyor — düşünmek isteyenlere. Nedir o? Cehennem dediğimiz şey, bu dünyada yaşayan insanların burada yaşadıkları süre içerisinde yaptıkları işlerin sonucunun döküldüğü yer. Hadi ona da “alt” diyelim. Alt, aşağı demek ya. Hâlbuki, ne uzayda ne de ahirette alt üst olması mümkün değil. Bunu literal olarak almak isteyenlere de uyuyor bu kelime; ahiretin hakikatini bu dünyanın kelimeleri ile anlayamayız diyenlere de. İşte bu yüzden Said Nursi, “usûl”un üstadı.

Başka bir usûl üstadı Yunus Eme de benzer şeyleri söylüyor bize:

“Kalu bela söylenmeden, tertip düzen eylenmeden,
Hak’dan ayrı değil idim, o ulu divanda idim.”

Veya;

“Miraç gecesi Ahmed’in, dönderdim Arş’da nalını”

Biz Mirac’a sadece Hz Muhammed çıktı diye biliyoruz — falanca tarihinde. Bu adamcağız diyor ki, o gelmeden önce ben zaten ordaydım; gelince de nalınlarını düzeltiverdim onun için; yani ona ben yardım ediverdim neyi nasıl yapacağı ile ilgili.

Meczup mu bu Yunus dedikleri? Bilemedim ki… Kalu belayı alıp getirdi kendine; bir de miraca çıktı Peygamberden önce. Bütün “âlem” ve “zaman” ve mekân kavramlarını alt üst etti. Biz hâlbuki ne güzel, kalu belayı “geçmişte”, sıratı da “gelecekte” biliyorduk; hem de çok inceymiş falan diyorlardı. Ama bu adam onun üstüne kendi evini kuruyor… Bildiğimiz ve inandığımız “mitolojinin” temellerini yıktı geçti; neye inanacağız şimdi biz?

İlyas – Allah razı olsun, Mehmet Ali Hocam hakikatli açıklamalar yapıyorsunuz. Çok güzel “devriye” örnekleri de verdiniz. Galiba burada önemli olan ayet ve hadislerde “öbür tarafta” olacağı belirtilen hususların bu dünyadaki uzantılarını iyi çalışmak, iyi ortaya koymak gibi görünüyor mesele. Söz gelimi, kabirde sorgudan geçme, ba’s, İsrafil’in sura üflemesi, haşr, mizan gibi kavramların dünyadaki izlerini, köklerini, işaretlerini çalışmak…

Zafer – Katkılardan ötürü teşekkür ederim. Benim açımdan konu bilgiden çok “hâl” ile ilgili. Söylenenler içinde halime faydası olabilecekler hakkında düşünmekteyim.

“O gün yer, başka bir yere, gökler de başka göklere dönüştürülür…” (14: 48). Ali Mermer’in yazısında alıntıladığı bu ayet hakikaten konunun can damarıyla ilgili gibi gözüktü bana. Enteresan, Ali Hoca tercümeyi “dönüştürülecek” şeklinde vermiyor, “dönüştürülür” diye veriyor. Hâlbuki neredeyse bütün çevirilerde ya gelecek kipi kullanılmış, ya da “O gün”ün gelecekte olduğu zımnen kabul edilmiş. Ali Hoca ise açıklamalarında “O gün” yapılan dönüşümün aslında şu anda gerçekleştirilmekte olduğuna da atıf yapıyor. Eğer öyleyse, Kur’an’da geçen her “o gün” (yevm) tabirini de “şu an” olarak alabiliriz gibi geliyor bana.

Eğer “yevm” kelimesi ile benim içinde bulunduğum an kastediliyorsa, bu cümlede geçenlerin hepsini ben şu an, bu âlemin şartlarında tecrübe edebiliyor olmam gerekir. Bunun sağlamasını yapabilir miyim? Mesela İbrahim’in (asm) yıldıza, aya, güneşe “Rabbim o” demesini ve sonra da bunlardan vazgeçmesini, onun hayatta iken kabir sorgusundan geçmesi olarak görebilir miyiz? Mesela “Ölmeden önce ölünüz” hadisi, Kur’an’ın haber verdiği dirilişin (ba’s) bu hayatta tecrübe edilebileceğini göstermez mi? Karşımdaki gerçeklik, bir nazardan bakınca sorgulama, başka bir nazardan diriliş ve haşr, diğer bir nazardan da mizana çekiliş olarak yaşanabilme kapasitesinde ise eğer ve ben bundan habersiz yaşıyorsam, bu beni “o gün” sarhoş insanlar (“insanları sarhoş görürsün, fakat onlar sarhoş değildir” 22:2) grubuna dahil etmez mi?

“Küre-i arz, hareket-i seneviyesiyle, ileride mecma-i haşir olacak bir meydanın etrafında bir daire çiziyor. Cehennem ise, arzın o medar-ı senevîsi altındadır” alıntısı da çok manidar. Demek ki Cehennem küre-i arzın medar-ı senevisi “altında” ve cennet de “üstünde”. Cennet ve cehennem küre-i arzın hakikatine dahil ondan ayrı düşünülemiyor. Benim hayatım da 24 saatin etrafında dönüyorsa, cehennemim bu 24 saatin altında ve cennetim de üstünde diyebiliriz.

İlaveten, “Cennet de, muttakiler için, uzakta değildir, (o gün) yakınlaştırılmıştır.” (Kaf, 31) ve “O gün cehennem de getirilmiştir.” (Fecr, 23) ayetlerini de bu bağlamda yorumlayabiliriz.

Osman – İnsandaki ebedi saadet ihtiyacının, özden uzaklaşan bütün dinî yorumlar tarafından suistimal edilmiş olmasından dolayı, geleceğe atıfta bulunan hiç bir ahiret yorumu bana pek kabul edilebilir gelmiyor. Genellikle benim tavrım, öldüğümde beni cennete veya cehenneme göndermeyi bırak da bana öyle bir şey söyle ki, bugünümün anlamsızlığından kurtulayım şeklinde.

Ahiret gelecekte midir? başlıklı yazıda bahsedilen geçmişe referans veren bir anlayışı daha önce hiç duymamıştım. Benim için oldukça yeni ve orijinal bir yaklaşım. Allah razı olsun.

Senai – Burada “ağaç”/”şecere” metaforu üzerinden de yürüyebiliriz. Ki Nursi yine Kur’an adına buna riayet eder. Kök zamansal olarak öncedir, meyveler ise en sonra… Fakat hepsi şimdi burada… Bize göre (dünya şartlarında) geçmişten geleceğe akan zaman, aslında agaçta olduğu üzere şimdi ve buradadır. Yeni bir tomurcugun şekli köklerde saklı, en eski olan çekirdeğin özü en son gelen meyvede saklı… Geçmiş geleceğin sonrasında… Gelecek geçmişin öncesinde…

Zahirdeki geçmiş (çekirdek), batında gelecek.
Batındaki geçmiş (son çekirdeği saklayan meyve), zahirde gelecek.

Mesele, şimdi burada geçmiş her anımızı geleceğimiz diye bildiğimiz ahiretin çekirdeği bilmekte… Geleceğimizin geçmişimizden inşa edildiğini bilip an sorumluluğunu kuşanmakta…

Bugün hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya çalış; çünkü hiç ölmeyecek anların bugün inşa ediliyor. Böylece yarın ölecekmiş gibi ahirete çalışırsın!

Zafer – Sizin şifreli olarak yazdığınız aşağıdaki cümleleri biraz açmaya çalıştım.

“Zahirdeki geçmiş (çekirdek), batında gelecek.”

Zahiren geçmişte kalan bir ânı hangi hal üzere geçirmiş isem (o anda ahiretime neyin tohumunu –tuba veya zakkum– ekmiş isem), o andan sonra gelen anlardaki hakikatim (bâtınım) ona göre şekilleniyor. Yani tohumun geleceği kendi içinde kodlu iken, insan geleceğini kendi ameli ve hali ile kodluyor.

“Batındaki geçmiş (son çekirdeği saklayan meyve), zahirde gelecek.”

“Geçmiş hayatım” diye bildiğim, fakat aslında ahiretime ektiğim tüm tohumlar bütünü olan gerçekliğim, “zahirdeki gelecek” diye bildiğim şu anki ben ile / bende saklı / benden içeri. Nasıl ki son çekirdeği saklayan meyve geçmişinin şimdi burada olduğunu ilan ediyor, şu andaki “ben” de, geçmiş anlarımın sonucu olan ahiretteki hakikatimin dünya şartlarında şimdi ve buradaki uzantısı/yansıması oluyor.

Senai – Teşekkür ederim. Güzel ve yerinde açılımlar olmuş. Bu arada, Evvel, Ahir, Zahir ve Batın isimlerinin ardışıklığı ve Nursi’nin bu isimlere dair “ağaç örneği” üzerinden tefekkür etmesi, aslında, her daim bir “şecere”/”ağaç” olarak tanımlanan (şecere-i hilkat) ve 24. Söz’de yine ağaç ve detayları üzerinden açıklanan varlığa da matuf diye düşündüm. Bazen Nursi ince göndermelerde bulunur böyle. Ağacı anlatıyormuş gibi yapar, varlık ağacına göndermede bulunur. Bu dört esmaya dair ilginç bir nokta geldi aklıma.

Evvel olan Zahir’dir de. Âhir olan da Bâtın.

Örneğimiz üzerinden yürürsek, evvel olan dünya şimdi burada zahir, âhir olan ahiret ise (adı üstünde) bâtın.

Evvel ile Ahir arasında olan zamansal mesafe, Zahir ve Batın arasındaki eşzamanlılığa dönüşür ve kalkar.

Zâhir, Bâtın’ın tohumudur. Dünya, âhiretin tohumu olduğu gibi.

Zahir dünya hallerimiz, âhirde âhiret hallerimizin batını olur… Şimdiden dikkat etmek gerek. Sadece şimdi dikkat etmek gerek. Şimdi burada âhiretimize sonsuzca yansıyan eylemler yapıyoruz. Utanmayacağımız haller içinde olmalıyız. Evvelimiz âhirimizi hazırlıyor çünkü… Zahirimiz de bâtınımızda olanı saklıyor çünkü…

İlyas – Müzakereler bana Resul-i Ekrem’in (savs) uyurken ve uyanırken okuduğu dualarda kullandığı kelimeleri hatırlattı: Yatağa girdiğinde, diğer dualarla birlikte şöyle derdi: “Allahümme bi’smike emûtu ve ehyâ: Allah’ım! Senin isminle ölür, senin isminle dirilirim”. Uyandığında da şöyle derdi: “Elhamdu lillahi’llezî ehyânâ ba’de mâ emâtenâ ve ileyhi’n-nüşûr: Öldükten sonra beni dirilten Allah’a hamd olsun, dönüş O’nadır”.

Rasulullah (savs), bir sahabinin dediği gibi, insanların en beliğ konuşanı idi. Bu dualarda “uyumak ve uyanmak” kelimeleri yerine “ölmek ve dirilmek” anlamındaki fiilleri kullanmasının çok manidar olduğu anlaşılıyor. Yani bir bakıma her gün “ölüm”ü ve “ba’si” yani dirilmeyi yaşıyoruz!

Yazar hakkında

Müzakereler

Çeşitli imani konular üzerine yapılan e-posta yazışmaları Müzakereler kullanıcı ismiyle yayınlanmaktadır.

Yorum yazın