Ders Notları

Bilgiden Özümsemeye ya da Bilmek ve Duygulara Yansıtmak

Bilgiden Özümsemeye ya da Bilmek ve Duygulara Yansıtmak | Ha-Mim

Ha-mim’de geçtiğimiz hafta sonu (26. 02. 2023) yapılan Lahikalar dersinde, Barla Lahika’sından 214. Mektup okunup müzakere edildi. Özellikle aşağıya alıntıladığım şu kısa paragraf hakkında çok önemli müzakereler paylaşıldı:

“Hem de ilim iki kısımdır: Bir nevi ilim var ki, bir defa bilinse ve bir-iki defa düşünülse kâfi gelir. Diğer bir kısmı, ekmek gibi, su gibi, her vakit insan onu düşünmeye muhtaç olur. Bir defa anladım, yeter diyemez. İşte ulûm-u imaniye bu kısımdandır. Elinizdeki Sözler ekseriyet itibarıyla inşallah o cümledendir.” (Barla Lahikası, İstanbul 2020, s. 225)

Görüldüğü gibi metinde ilmin iki çeşit olduğu, ilkinin bir defa bilinmesi ve birkaç sefer düşünülmesi halinde yeteceği fakat ikincisinin ekmek, su gibi her vakit düşünülmesi gerektiği ifade olunuyor ve “ulum-i imaniye”nin ikinci kısma girdiği, bu çerçevede Risale-i Nur’un da bu kısımdan olduğu belirtiliyor. Derste, gerek Mektup’un tümü gerekse yukarıdaki bu paragrafçık hakkında çok faydalı tefekkürler gündeme getirildi. Ben bunların tamamını ilgili kayda havale edip (https://www.youtube.com/watch?v=Z0S0teGukME) bir bölümünü aktarmak istiyorum.

Moderatörün paragraf hakkında kısa açıklamasından sonra bir müzakereci şunları paylaştı: Birinci ilim ile ikinci ilmi yahut bilgi ile iman arasındaki farkı basit örneklerle şöyle anlamak gerekiyor: Mesela Kur’an’da kıssası geçen Zülkarneyn kimdir, peygamber midir, değil midir? Veya Musa’nın karşısındaki Firavun kimdir, I. Ramses midir, II. Ramses midir, başka birisi midir? Veya öğle namazı kaç rekattır? Veya Kur’an’da kaç tane peygamber adı geçiyor? Lokman peygamber mi idi?.. Bu soruların cevaplarına dair açıklamalar ‘bilgi’dir. Oysa ‘iman’ bilginin ötesinde vahiyle veya sünnetle gelen hakikatlerin özümsenmesi, dünyamıza yansıması, bize mal olması; ‘iman ilmi’ de bunun eğitiminin adıdır. Başka bir ifadeyle ‘ulum-i imaniye’ iman esaslarının duygularımıza aksetmesidir. Duygu deyince, burada insan duygularının sonsuzluğu söz konusu. İnsan duyguları bir şeyi algılayıp tasdik etmede madde cinsinden, sayı cinsinden konuşmaz. Mesela ‘dört büyük melek var’ deniyor. Peki beş büyük melek olsa ne olur? Melek dedin şey nedir? ‘Efendim, Kur’an’da 24 peygamber var veya 27 peygamber var’ deniliyor. Peki ister bir tane olsun, ister 27.000 tane olsun, peygamber deyince ne anlıyoruz? Bunun hayatımızda karşılığı nedir? Veya diyelim ki bir kimse, ‘Allah birdir, bir olduğunu anladım’ dedi. Peki “birdir’ ne demektir? ‘Mutlakiyet’ fikrine ulaşmak bile yeterli değil, bunun bizim dünyamızda aksi, izi, yansıması önemli. Bunun hayatımdaki karşılığı nedir? Günlük hayatımda bununla ne yapıyorum? Duygularım buna karşı nasıl bir tavır takınıyor? İşte bunlar hayati önem taşıyor.”

“Metin bu ikinci tür ilme ekmek, su gibi devamlı muhtaç olduğumuzu ifade ediyor. Yani Yaratıcının ‘bir’ (ehad) olması yahut peygamberlik hakikati yahut namazın mahiyeti gibi hususların sürekli olarak duygularımıza yansıması gerekiyor. Oysa mesela liste olarak Allah’ın sıfatlarını saymak veya ‘şu kadar peygamber var’ demek yahut namazın hükümlerini bilmek böyle değildir. Bu anlamda fıkhın bir sınırı vardır ama iman ilimlerinin nihayeti yoktur”.

Bu tefekkürden sonra başka bir müzakereci Müellifin “İmanınızı lâ ilahe illallah ile yenileyiniz” mealindeki hadis (Hâkim, el-Müstedrek, IV, 256) hakkındaki açıklamalarını hatırlattı. Müellif burada insanın hem şahsının, hem duygularının hem aleminin her zaman yenilendiğine atıf yaparak her insanın, her zaman bu hakikati düşünmeye ihtiyacı olduğunu kaydediyor (Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup, Dördüncü Mebhas, Dördüncü Mesele). Ardından başka bir müzakereci şunları dile getirdi: “Bir önceki müzakerede iman-duygu ilişkisine dair söylenenler bana çok önemli geldi. Gerçekten Kur’an’a bakıldığında imanın ‘duygu boyutuna’ ilişkin dikkat çekici kavramların yer aldığını görüyoruz. Mesela Kur’an müminlerin namazla ilişkisinden bahsederek ‘Onlar namazlarında huşû içindedirler’ (Müminûn 23/2) diyor. Başka bir ayette ‘Allah’ın velileri yani dostları vardır ki onlar için korku ve hüzün yoktur’ (Yunus 10/62) buyruluyor. Yine diğer bir ayette ‘Müminlerin Allah sevgisi daha sağlamdır’ (Bakara 2/165) deniliyor. Bunların hepsi duyu ifade eden hususlar. Duyguların devreye girebilmesi için ise -belirtildiği üzere- imanın ve iman hakikatlerinin insanın duygu dünyasına yansımış olması gerekiyor, diye düşünüyorum.”

Birinci ilim ile ikinci ilmi yahut bilgi ile iman arasındaki farkı basit örneklerle şöyle anlamak gerekiyor: Mesela Kur’an’da kıssası geçen Zülkarneyn kimdir, peygamber midir, değil midir? Veya Musa’nın karşısındaki Firavun kimdir, I. Ramses midir, II. Ramses midir, başka birisi midir? Veya öğle namazı kaç rekattır? Veya Kur’an’da kaç tane peygamber adı geçiyor? Lokman peygamber mi idi?.. Bu soruların cevaplarına dair açıklamalar ‘bilgi’dir. Oysa ‘iman’ bilginin ötesinde vahiyle veya sünnetle gelen hakikatlerin özümsenmesi, dünyamıza yansıması, bize mal olması; ‘iman ilmi’ de bunun eğitiminin adıdır. Başka bir ifadeyle ‘ulum-i imaniye’ iman esaslarının duygularımıza aksetmesidir.

Bundan sonra “ulum-i imaniye” terkibi bağlamında iman-duygu ilişkisini gündeme getiren müzakereci tekrar söz alarak şunları ifade etti: “İslam ilim geleneğinde başta Allah inancı olmak üzere inanç konularını aklî delillerle ortaya koyan bir disiplin var, ‘kelam ilmi’ diye bilinen. Düşündüğümüzde bu ilmin ortaya koyduğu açıklamalar değerli olmakla beraber metinde ifade olunan ‘ulum-i imaniye’ye girmiyor. Sonuçta bunlar da birer bilgidir. Diyelim ki ‘şu nedenlerden dolayı bu alemin bir Yaratıcısı vardır, olmalıdır’ dendiği zaman bu benim hayatıma aksetmiyorsa, benim tarafımdan içselleştirilmiş değilse bilgi olarak kalıyor. Zira anlaşılıyor ki önemli olan insanın iç dünyasıdır. Ki, biz Ha-mim derslerinde ‘Bu dersler entelektüel dersler değil’ deriz. Bunu da ‘iman bilgi cinsinden değildir’ diye özetleriz. Biraz daha somutlaştırarak ifade etme etmek gerekirse, diyelim ki ben ‘Bu kainatın bir yaratıcısı olması lazım’ dedim ya, bu benim haricimde olan bilgidir. Bu bilgi benim duygu dünyama inmedikçe haricimde bir bilgi olarak kalmaya devam edecektir. Avam diliyle konuşmak gerekirse bu bilgilerin ya da inançların insanî hislerime yansıması söz konusu değilse ‘Yaratıcısı varsa var, ne olmuş’ denir, geçilir gidilir. Aklî delillerle, mesela bu alemin yaratıcısının varlığının ortaya konulması yetmez mi denilirse, bence asla yetmez! Zira bu aklî bir sonuçtur. Oysa insan, aklın yanında adına kalp denilen, ruh denilen duygulara sahiptir. Bu aklî süreçte ulaşılan hakikatlerin ruh ve kalbe yani duygulara içirilmesi lazım. Diğer bir ifadeyle bu aklî sonucun duygularla eşleştirilmesi, duygularla kaynaştırılması lazım. Bunun da sonu yok, devamlılık arz eden bir süreç bu. Diyelim ki, ramazanda oruç tutuyorsun, peki ne hissediyorsun, hayatında ne değişti? ‘Yemedim, içmedim, aç kaldım’ diyorsan bu, orucu imana tutturmadığının göstergesidir. Oysa oruç senin için duyguların vasıtasıyla Yaratıcıya yaklaşma keyfiyeti içermesi lazım; senin imanını azalarına ve hislerine yerleştirmesi fonksiyonu görmesi lazım. Seni güvene ulaştırması lazım. Zira iman insanın bütün varlığıyla ve bütün varlığında akıl, kalp ve duygularının onaylayarak ‘evet bu böyledir, böyle olması lazım’ diyerek güven duyduğu, emin olduğu işlemler zincirinin adıdır.”

Moderatör bu müzakereden sonra, “Öyle anlaşılıyor ki din; insanın varlık zemininde, akıl ve duygular vasıtasıyla varlığın şahitliğinde Yaratıcıyı tasdik edip bunun gerektirdiği uygulamalar ile Ona yönelmesidir; yoksa varlık zemininin ihmal edildiği yaklaşımlar dinin içini boşaltmakta ve onu yüzeysel hale getirmektedir” dedi. Peşinden diğer bir müzakereci şunları paylaştı: “Konuşulan hususlar etrafında baktığımızda Peygamber’in (asm) hayatının, Onun ibadetlerinin tam da bu doğrultuda olduğu görülüyor. Mesela Peygamber’in ‘sübhanallah” dediği yerlere baktığımızda Yaratıcıya karşı ‘hayret’inin söz konusu olduğunu fark ediyoruz. Söz gelimi onun (asm) bir şey yiyip içmeye başlarken ‘bismillah’, sonunda ‘elhamdü lillah’ dediği’ belirtiliyor (Tirmizi, “Daavât”, 55). Belli ki bu sözler Peygamber’in salt lafız olarak söylediği sözler olmayıp onun arkasında yenilen ve içilen şeylerin Yaratıcının ihsanı olduğunu anlamak, ihtiyacımızın karşılandığını fark etmek, sonunda memnuniyet duymak gibi hususlar var; buradaki lafızlar bu fark etmeleri ve hissî bakımdan duyulan memnuniyetleri ifade ediyor. Dolayısıyla, aynı anlayış ve duygu boyutunu hissetmeye çalışmaksızın ‘Peygamber su içince elhamdü lillah derdi, ben de su içince aynı söz söyleyeyim’ demek gerekli fakat sathî bir tutumdur.”

Konunun giderek daha da açılmaya başlamasıyla yeni müzakereler arka arkaya gelerek devam etti. Bir müzakereci şu notların altını çizdi: “Su içerken ‘bismillah’ demek, bitirince ‘elhamdü lillah’ demek dilin ibadetidir. Ama insan dilden ibaret değildir. Dil bu vazifeyi yerine getirmekle yükümlü. Dil bu vazifeyi yerine getirirken bunun arkasında, dilin dile getirdiği hakikati hisseden bir ‘halet-i ruhiye’ olmalıdır. O da ruhun ibadetidir. Dikkat etmek lazım, bazı insanlar dil ile yaptıkları işi ibadetin esası olarak anlayabiliyorlar. Hayır! Her organın ve duygunun ibadeti vardır. Mesela bedenin ibadeti namazda ayakta durmak, rükûa gitmek ve secde yapmaktır. Bedenimize bu ibadeti yaptırmalıyız ama beni bedenim kontrol etmemeli. Bedenim bana binmemeli, ben bedenime binmeliyim. Adeta bedenime, ‘Senin ibadetin de bu, yap bakalım’ demeliyim. Daha vurgulu ifade etmek gerekirse ruhum bedenime namaz kıldırmalıdır, imanın bedenime namaz kıldırmalıdır.”

Su içerken ‘bismillah’ demek, bitirince ‘elhamdü lillah’ demek dilin ibadetidir. Ama insan dilden ibaret değildir. Dil bu vazifeyi yerine getirmekle yükümlü. Dil bu vazifeyi yerine getirirken bunun arkasında, dilin dile getirdiği hakikati hisseden bir ‘halet-i ruhiye’ olmalıdır. O da ruhun ibadetidir. Dikkat etmek lazım, bazı insanlar dil ile yaptıkları işi ibadetin esası olarak anlayabiliyorlar. Hayır! Her organın ve duygunun ibadeti vardır. Mesela bedenin ibadeti namazda ayakta durmak, rükûa gitmek ve secde yapmaktır. Bedenimize bu ibadeti yaptırmalıyız ama beni bedenim kontrol etmemeli. Bedenim bana binmemeli, ben bedenime binmeliyim.

“Fıkıh ilmi bize bedenin hallerini anlatır. Ruhun hallerini anlatamaz. Çünkü fıkıh kendisini öyle tanımlar. Ama bizim elimizde ne vardır? İslam İlmihali. Oysa ilmihal gereklidir ama bedeni görevlerimiz için. İslam’ı -çoğunlukla görülüyor ki-, yalnız bedenen yaşıyoruz biz ne yazık ki. Oysa metinde ifade edildiği gibi ruhî görevlerimiz için ‘ulum-i imaniye’ çalışmalarının içinde olmamız gerekiyor. İşte Risale-i Nur bize böyle bir iman eğitimi veriyor. Ruha ibadet ettiriyor. Bedene de ‘Sen de benim emrimdesin, sen de uygula’ diyor. Çünkü bu dünyada ruh beden ile birlikte var kılınmış. Demek ki ‘bismillah’ veya ‘elhamdü lillah’ hakikatini ruhun bedene, bedenin bir parçası olan dile söylettirmesi gerekiyor. Böyle bir süreç yaşanmıyor da ‘din bedenin yaptığından ibarettir’ denirse, bu ‘dışsal’dır, ‘içsel’ değildir.”

Ardından başka bir müzakereci paylaşılan hakikatleri teyit etmek üzere Resul-i Ekrem’in dini samimiyet yani içtenlik olarak tanımlayan hadisini (Müslim, “İman”, 95) paylaştı. Daha sonra diğer bir müzakereci yapılan paylaşımlara tamamen katıldığını ifade ettikten sonra birilerinin ileride belki yanlış anlayabileceğini düşünerek akıl-nakil dengesi üzerine kıymetli bir tefekkür ortaya koydu. Sonrasında bu konuyu ilk gündeme getiren müzakereci söz alarak şunları belirtti: “Bizim burada, Ha-mim kanalında Risale okumalarımız, Risale-i Nur’daki bahislerden haberdar olmamız başlangıç olarak gereklidir. Ben aklıma aldığım bu bahisleri, bu bahislerde anlatılanları bileceğim. Ama bu yeterli değildir. Bu ancak otomobilin çalışması için marşa basmak gibidir. Arabanın çalışması için marşa basmak zaruridir, ama marşa basmak arabanın yürümesi için yeterli değildir. Arabanın yürümesi için içindeki aksamının sağlam olması, deposunda yeterince yakıt olması, hareket etmesi için debraja basılması, gaz verilmesi vs. şarttır. İman eğitimini yakından bilsek, usulünü ezberlesek bile bunları insaniyetimize indirmedikçe, insanî özelliklerimize yedirmedikçe ve bütün halinde gereğini yapmadıkça otobüsümüzün yürümesi ve sağlıklı şekilde yol alması mümkün değildir, diye anlaşılıyor. Fakat şunu da unutmamak gerekiyor ki, marşa basıp otomobili çalıştırmadan da arabayı hareket ettiremeyiz. Dengeyi iyi kurup nihai maksadımızın farkında olarak yaşama duası yapmak gerekiyor.”

Ders hem Mektup’ta belirtilen diğer hususlar hem burada belli ölçüde paylaşılan konu etrafındaki müzakerelerle derinleşerek devam etti. Allah razı olsun.

Yazar hakkında

İlyas Üzüm

Dünyalıyım. Güneş Sistemi sokağında oturuyorum. Yaşadığım Samanyolu galaksisi şehrini bile gezemedim. Yolda mıyım, emin değilim ama "yolda olmak, yolcu olmak" istiyorum; zaman ve varlığın sonsuz yolculuğunda.

Yorum yazın