Usûle Dair

Cemaat Nasıl Olur?

Cemaat Nasıl Olur? | Ha-Mim

Soru:
Cemaat, bir amaç için toplanan insanların oluşturduğu gruba denir. Ancak, buna, “-cilik” eklenirse eğer, o zaman cemaatin asıl gayesinden uzaklaşma başlanmıştır diye anlıyorum ben. O yüzden, bu “-cilik”tan uzak bir cemaatin tarifi nedir sizce? Risale-i Nur’da da ehemmiyetle bahsedilen bir konu bu aynı zamanda. Bir kaç hadis ve ayet de paylaşmak istiyorum cemaat olma ile ilgili. Umarım bu konuyu anlamamızda yardımcı olur bizlere.

– “Cemâat rahmettir, tefrika ise azaptır” (İbn Hanbel, IV,145).
– “Allah’ın eli cemâatle beraberdir. ” (Tirmizî, Fiten, 7).
– “Bereket cemâatle beraberdir. ” (İbn Mâce, At’ime, 17).
– “Cemâate yapısınız. Çünkü Allahü teâlâ bu ümmeti dalâlet üzere bir araya getirmez.”
(Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
– “Kim cemâatten bir karış ayrılırsa, İslâm ipini boynundan çıkartmıştır. ”
(Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)

– “Ey inananlar, Allah’tan O’na yaraşır biçimde korkun ve ancak müslümanlar olarak olun. Ve topluca Allah’ın ipine (Kur’ân’a) sarilin, ayrılmayın.” (Âli İmrân, 3/102-103).
– “Sen yönünü Allah’ı birleyici olarak doğruca dîne çevir. Allah’ın yaratma kanununa (uygun olan dine don) ki, O, insanları ona göre yaratmıştır. Allah’ın yaratması değiştirilemez. İşte doğru dîn odur. Fakat insanların çoğu bilmezler. Yalnız O’na yönelin ve O’ndan korkun; namazı kılın ve (Allah’a) ortak koşanlardan olmayın. Onlar ki dinlerini parçaladılar ve bölük bölük oldular. Her grup kendi yanındakiyle sevin(ip övün)mektedir.” (er-Rum, 30/30-32).
– “Allah yolunda hepsi birbirine kenetlenmiş, yekpare ve müstahkem bir bina gibi, saf bağlayarak mücadele edenleri sever. ” . (Saff, 61/4).

Cevap:
Cemaat veya cemaat olmak; cemaat halinde hareket etmek; cemaate karşı çıkmamak. Bir buz parçası nev’indeki enaniyeti eritip havuza atmak. Kardeşine karşı rekabetkarane davranmamak; gıpta damarını kırmak; hased etmemek. Bu gibi bir çok kelime ve terkiplerin neleri ifade ettiğini anlamak gerçekten çok zor.

İhlas Risalelerinin, Risale-i Nurların anlaşılması en zor parçalarından olduğunu söyleyebilirim. Anlaşılması o kadar zor ki kendimi çok aciz hissediyorum. Pratiğe dökmek için bir kriter, bir ölçü olsun istiyorum elimde ama şimdiye kadar bir sonuca ulaşamadım. Ulaşan arkadaşlarımdan yardım bekliyorum. İhlas Risalesinin orijinalini her zaman kitaptan okuyabilirim. O yüzden, oradan doğrudan alıntı yapmak yerine pratik örnekler vererek açıklama getirebilirseniz müteşekkir olurum. Herhalde cemaat böylesi işler için gerekli.

Bazı insanî duygularımızı paylaşalım:

– Hakikate ulaşmak, onu yaşamak ve hissetmek istiyoruz.

– Kendimize faydalı bulduğumuz bir hakikati, diğer insanlarla da paylaşmak galiba fıtri bir duygu ki herkeste görülüyor.

– Aynı hakikati paylaşanlarla beraber olmak, insanı memnun ediyor. Demek ki, fıtri bir teşvik var.

Daha başka şeyler de söylenebilir. Ama uzatmadan meselenin özüne gelmek istiyorum:

Hakikat nedir?

Dikkatinizi çekti mi bilmem; İhlas Süresinde hiç de ihlasdan bahsedilmez gibi görülüyor ilk bakışta. Neden ki diye düşünmek lazım. Sanırım ihlas denilen şey, İhlas Süresinin içeriğinde gizli. Yani, bütün yönleriyle Yaratıcı olarak varlığını tasdik ettiğimiz Allah’ı, tevhid esasıyla tanımak, ihlas olsa gerek. Peki tevhid ne demek o zaman?

Şöyle denilebilir belki, ihlas tevhiddir veya tevhiddedir; tevhid ise hakikattır.

Hakikat kelimesi o kadar göreceli ve özneldir ki, kimse kesin olarak kendi anladığı şeye bu hakikattır diyemez. Ancak bu, hakikatin kendisinin öznel ve göreceli olduğu anlamına da gelmez. Çünkü insanlar hakikat gerçeğini hep kendilerine göre ve kendi kapasiteleri ile anlarlar. Göreceli ve öznellikten kasıt budur.

Dolayısı ile bizim konumuz burada, nesnel bir hakikat-i hariciye var mıdır ya da yok mudur tartışması değildir. Kabul ediyoruz ki, hariçte bir hakikat vardır; ama benim hakikat diye bildiğim o hakikatin kendi dünyamda yansımış şeklidir. Yani benim hakikatla olan ilişkim görecelidir ve bana göredir. Sorun burada yatıyor. Her insan, kendisinin tercihini hak biliyor ve tercihini uygulamaya koyamadığında yanlış yaptığını söylüyor veya itiraf ediyor. Hatta, dikkat edilirse görülür ki “Hariçte hakikat yoktur”, diyenler bile bu tercihlerinin hakikat olduğunu iddia ediyorlar.

Yaratıcı tektir ama Yaratıcının tek olduğunun hakikatini tasdik etmenin sonsuz dereceleri vardır. Çünkü kainatta ve insan duygularında bu tekliğe şehadet eden sonsuz çeşitte deliller vardır. Herkes kendi kapasitesine göre bu delillerden yola çıkarak içinde hakikat olan bir söylem geliştirebilir.

Dolayısı ile hiç kimse kendi tercihinin ve yönteminin mutlak hak olduğunu idda edemez. Ancak, kendi argümanlarının hakikatlı ve savunulabilir olduğunu söyleyebilir. Savunabildiği ve delillendirebildiği kadarıyla, ehl-i hakikat tarafından kabul görür.

Demek ki, herkes kendi mesleğinin muhabbetiyle yaşayacak. Benim mesleğim en güzeldir diyebilecek ve o meslekte gidenlerle birlikte olacak; ancak tek hak benim mesleğim diyemeyecek.

Bu çerçevede, cemaat, aynı mesleği takip edenlerin birbirini tenkid etmeden aynı hedefe doğru yürürken yardımlaşmalarıdır denilebilir. Buradan da şu sonuç çıkar: ”Cemaate karşı çıkmayalım, cemaati bozmayalım,” gibi sözlerin pek bir hakikati yoktur; çünkü eğer sen, cemaat dediğin topluluğun içindeysen ve buna rağmen olup bitenlerden memnun değilsen, o zaman sen bu cemaatten değilsin ki, bozmayalım diyebilesin. Zaten bozmuşsun; kalbinde cemaat yok ki. Aynı meslekte değilsiniz ki.

Peki bu bir tefrika mıdır? Yani, katılmadığın ve hakikatlı olduğuna inanmadığın bir görüşe karşı çıkmak tefrika çıkarmak mıdır? Sanırım bunun cevabını şu şekilde verebiliriz: Kendin için hakikat demediğin bir şeyi, tefrika çıkarmamak adına, hakikatmış gibi kabul etmek ya da kabul ediyormuş gibi görünmek sahte görünüşlülüktür; kaçınılan tefrika tohumunu kendi içinde barındırıyor demektir.

Peki, kendileri ile aynı safta olmadığım insanlara düşman mı olacağım? Hayır. Senin hakikatin sana; benim hakikatim bana. Bu hal bir ükelalık değildir. İnanmadığına inanmış gibi görünmek asıl sahtekarlıktır. Dikkat edilmesi gereken nokta, kendi mesleğinin muhabbetiyle cemaat olmalı kişi; kendi mesleğinin muhabbetini beslemeyenlerle cemaat olamazsın ki zaten! İçin için yarışır durursun. Samimi de olamazsın. Asıl tehlike ve dikkat isteyen bu husustur.

Said Nursi, Hakikat Çekirdekleri’nde Arapça bir ibarede şöyle der: “Tesanüd içindeki bir cemiyet, ataleti harekete tebdil eden bir vasıta olur. Tehasud içindeki bir cemaat ise, hareketi atâlete çevirmeye vasıtadır.”

Demek ki, her beraberlik, mutlaka cemaatin devamına ve dolayısıyla beklenilen hizmetin terakkisine vesile olmayabilir. Çok defa şahid olunduğu gibi, hakikat anlayışı farklı olduğu halde sırf cemaat bölünmesin kaygılarıyla birlikteliklerini devam edenler, ipin inceldiği yerde ve de ilginçtir, prensip olarak siyasetle hiç alakası olmaması gereken iman hizmeti mensupları nedense her seçim öncesi dönemde, bölünme hadisesi yaşarlar– hem de kavgalı bir şekilde. Demek, aynı yerde, aynı isim altında, aynı salonda bulunmak mutlaka aynı hizmet safında bulunmak anlamına gelmeyebiliyormuş. Düsturların şuurunda olmak önemliymiş. ”Cemaat, aynı düsturları paylaşanların beraberliğidir,” tanımı çıkabilir bu örneklerden de.

Bunu, bir taraftan gaz pedalına basarken bir taraftan da frene basarak araba kullanmaya benzetebiliriz. Hepimiz müslümanız, kıblemiz bir, kitabımız bir demek, aynı meslekte hizmet edeceğiz, aynı salonda bulunacağız anlamına gelmez. Mutlaka kavga edeceğiz anlamına da gelmez. Herkes kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket edecek anlamına gelir.

Said Nursi’nin, yine Hakikat Çekirdekleri’nde özetlediği harika bir tespit var:

“Cemaatte vahid-i sahih olmazsa, cem ve zam, kesir darbi gibi küçültür”.

Bu cümleyi bir örnek ile şöyle anlatır:

“Hesapta malûmdur ki, darb ve cem ziyadeleştirir. Dört kere dört, on altı olur. Fakat kesirlerde, darb ve cem, bilâkış küçültür. Sülüsü sülüsle darb etmek, tusu’ olur, yani dokuzda bir olur. Aynen onun gibi, insanlarda sıhhat ve istikamet ile vahdet olmazsa, ziyadeleşmekle küçülür, bozuk olur, kıymetsiz olur.”

Sıhhat ve istikamet ile vahdet olmazsa, cemaate katılanların sayısı büyüdükçe hizmet küçülür, kıymeti azalır! Ne muazzam bir hakikat bu! MaşaAllah, barekAllah!

Cemaat meselesini anlamada problemi olan herkes bu cümleyi ezberlemeli.

Hiç mi aramızda ihtilaf olmayacak? Bunun şartlarını da 22. Mektup, 1. Mebhas, 5. Vecih’te şöyle özetler:

“…müsbet ihtilaf. Yani, herbiri kendi mesleğinin tamir ve revacına sa’y eder. Başkasının tahrip ve iptaline değil, belki tekmil ve ıslahına çalışır.”

Herkesin kendi mesleğinin rağbet görmesine çalışması doğrudur, güzeldir. Fakat, kendisi için belli bir meslek belirlemiş bir kişi, bir başka meslekte olanların yanına gelirse, o kişi kaçınılmaz olarak kendi mesleğinin revaç bulmasına, rağbet görmesine çalışacaktır. Bu gayet fıtri bir tavırdır.

Burada dikkat edilecek nokta, iki ayrı meslek sahibi bir araya gelir de herkes kendi mesleğinin rağbet görmesini sağlamak üzere konuşmaya başlarsa ne olur? Siz tahmin edin! Benim dikkatimi çeken nokta burada.

Rekabet ve hased başlamaz mı? Öyleyse yapılacak şey, fizikî birliktelik olmamalı. Çünkü tehasud içindeki bir cemaat yani bir birine hased edenlerden oluşan bir cemaat ya da birliktelik, hareketi atalete çevirmeye vesile olur. Öyle bir ortamda herkes kendi içinden diğerini tenkis etmeye başlar, yani fren yapmaya başlar ve sonunda araba durur. Said Nursi’nin atalet dediği de budur.

Yürüyen hizmetinizi durdurmak istemiyorsanız, aynı mesleği ve hizmet anlayışını paylaşan kişilerle birlikte olun.

Ben şahsen bu durumun hiç bir istisnasını görmedim hayatımda. Ayrı meslekte giden kişilerin birlikte hizmet etme çabalarında, hakim cerayan kim ise o, diğer hizmeti kendine mal ediyor. Hakikat değil, hakim olan cerayan kazanıyor. Dikkat etmek lazım.

Onun için Said Nursi, o zamanın hakim cereyanı tarafından, kendisine Doğu vilayetleri vaiz-i umumiliği gibi çok önemli bir görev teklif edilmesine rağmen kabul etmemiştir. Söyleyeceği her hakikat, hakim cerayan adına geçeceği için, hakikat olmaktan çıkacaktır.

Herhalde hizmette istikamet bu demektir. Değilse, masum halk, “Demek, bu cereyan, yani o devirde duruma hakim olanlar, iyi kişiler olmalılar ki, böyle güzel şeyler söyleyen insanlara görev veriyorlar” diyerek hakim cereyana katılacak ve dua edecekti. Anlatılan hakikatlerden ziyade, hakim cereyan rağbet kazanacaktı.

Gerçekten bu konular çok zor konularmış. Öyle, “Okudum ve kelime kelime tüm anlamını da anladım, tamam” deyip geçilecek konular değil. Uygulamada ne demeye geliyor diye sormadan ve üzerinde hassasiyetle düşünmeden, “Tamam canım, hepimiz Müslümanız” diyerek, safdillik yapmak, hizmet yapmak değil, belki de hizmetin kıymetini düşürmektir.

Peki, başka meslekte olanlarla irtibatımız hiç mi olmayacak? Eğer müsaade ederlerse, “tekmil ve ıslahına çalışılır.” O zaman ben gider başka meslekte olanlarla Risale okurum, bu bir tekmil ve ıslah değil midir? Can alıcı bir soru. Pratikte çok karşılaşılan bir durum.

Kanaatimi paylaşayım: Eğer senden gelecek hakikati, hakikate olan ihtiyacından dolayı talep ediyor ise, evet, gidelim ve kendimizin hakikat bildiklerini paylaşalım; onların eksikliklerini giderelim (tekmil); daha da güzel iman hakikatlerine muhatap olsunlar (ıslah), diyebiliriz.

Eğer senden gelecek hakikati, kendi mesleğinin revacı için araç olarak kullanıyorsa; sen Risaledeki hakikatleri okuduktan sonra kendi mesleğinin revacı için kalbleri yumuşamış masum insanlara kendi anlayışındaki hizmete yardım çağrısında bulunuyorsa, işte o zaman hakim cerayan, hakikati alet ediyor demektir. Bu durumda, “Cemaatte vahid-i sahih olmazsa, cem ve zam, kesir darbi gibi küçültür,” denilen durum ortaya çıkıyordur. Sen bir şey söylüyorsun ama o diğeri, başka bir şeyi hedefliyor ve kullanıyor ise, “vahid-i sahih” yok demektir . Böyle bir durum, iman hizmetinin küçülmesine neden olur.

Peki, hakikaten öyle mi? Neden küçülsün ki diye sorabilir miyiz? Cevabı için, Said Nursi’nin, “İman hakikatları hiçbir şeye alet edilemez” düsturunu hatırlayalım. Masum insanlar, iman hakikatlarının başka şeylere alet edildiğini sonradan farkedince, iman hakikatlarının değeri onların gözünde düşer. İman hakikatları bizzat hedeflenmediği için, istikametinden sapar ve kalbe değil mideye gitmeye başlar. Adalet-i İlahiye nasip etmez. Hal-i hazırdaki alem bunun en güzel örneğidir.

Dikkat edilecek bir diğer husus da şudur:

“Meslek”teki ihtilaf ile “meşrep”teki ihtilafı karıştırmamak lazım. Biz şimdiye kadar meslekteki ihtilaftan bahsettik. Meşrepteki ihtilaf ise fıtridir, aynı hakikati başka bir üslup ile takdim etmektir. Hiçbir kimsenin meşrebi diğerinin aynı olamaz. Meşrep, üslup farklılığıdır. Aynı hakikati birisi şöyle ifade eder, diğeri bir faklı şekilde ifade eder; hiç kimse diğer bir kimsenin aynı olamaz. Ehadiyet bunu iktiza eder.

Mesela, iman hakikatlarının anlaşılması mesleğinde ittifak etmiş iki kişi, bu maksada ulaşmak için verdikleri örneklerde ve bu örnekleri yorumlama şeklinde, örf veya meslekleri gereği, usulde değil ama fürüda, bazı farklılıklar gösterebilirler. Böyle bir durumda, meşrepte bir farklılık olmasına rağmen, meslekte ittifak olduğu sürece, bu meşrep farklılığının hem önemi yoktur ve hem de fıtri bir hal olduğu için yadırganmamalıdır.

Bu noktanın önemini ben acizane şurada görüyorum: İhlas ve Uhuvvet Risaleleri’ni okurken dikkat etmek lazım; meşrepteki ihtilafa karşı takınılacak tavırlar, halka halka genişletilerek bir analize tabi tutuluyor.

Mesela, meşrepleri farklı olmakla beraber aynı meslekte ittifak etmiş kişiler arasında olması gereken tesanüdü sağlamak için yapılmış bir tahlili, meslekleri farklı kişiler arasında olması gereken tesanütten bahsediyormuş gibi algılayarak bu Risaleleri okursak, pratik hayatta hangi düsturu nerede kullanacağımızı bilemeyiz, karıştırırız.

”Allah” diyen herkes, “Bir Yaratıcı olması lazım” diyen herkes, Silsile-i Nubuvvet’e dahildir ve kardeşimizdir. Fakat bu kısma giren herkesle aynı salonda birlikte hizmet etmemiz gerekir sonucuna ulaşırsanız, işte orada tehlike çanları çalmaya başlar! Çoğalırken küçülürsünüz. Tekrar edelim: “Cemaatte vahid-i sahih”, meslekte aranır. Hizmet tarzında aranır. Hizmet tarzı ayrıdır, birlikte Allah demek veya birlikte namaz kılmak ayrıdır.

Bütün bu söylenilenlerin vasat noktada, yani sırat-ı müstakimde karar kılması için şunların da tahlile ilave edilmesi gerekir:

”Gayrin tenkisiyle kendi kemalini göstermek, ihtilafın kaynağıdır.”
(Muhakemat, 1. Makale.)

Burada şöyle bir soru akla gelebilir. Gayrin tenkisi, yani yanlışını ve eksikliğini hiç göstermeyeceğiz, öyle mi?

İki noktaya dikkat etmek lazım:

1- Diğerlerinin yanlışlarını söyleyerek kendinin doğru olduğunu iddia etmek yanlıştır. Sen kendi doğrun ile geleceksin. Kendi doğrun ile kendinin hakka tabi olan bir kişi olduğunu ortaya koyacaksın.

2- Bir yanlışı hiç mi gündeme getirmeyeceğiz? İşte yarası olanların sığınağı bu nokta. “Yanlışı gündeme getirmeyiniz”, diyorlar. Neden? Çünkü savunacak tarafları yok; tutunacak dalları yok. Yanlışın bahsedilmesinden rahatsız oluyorlar. Cevapları yok da ondan.

Halbuki, Kur’an’ın en temel esası “la” ile başlar; “illa Allah” demeden önce “La ilahe” der Kur’an. Esbab dairesinde, önce yanlış olan tespit edilir ve reddedilir, ve bu yanlışın yanlışlığından faydalanılarak doğru olan aranır demektir bu.

Böyle bir tavır, hep yanlışlarla uğraşacağız anlamına gelmez. Hep pisliklerle uğraşmak gibi olur. Ama, yanlışın, yanlış olduğu tesbit edilmeden de, doğrunun doğruluğundan emin olamazsınız.

Haydi, “La ilahe” demeksizin “illa Allah” de bakıyım. Mümkün mü? Ben diyemiyorum. Kur’an’ın, yanlış yapan kavimlerin yanlışlarını anlatması; hatta peygamberlere itiraz edenlerin gerekçelerini bir bir sayması; verdiği temsillerde bir yanlış yapan, bir de doğru yapan iki kişinin tahlilini yapması; Said Nursi’nin temsillerinde hep yanlış ve doğru ile hak ve batıl karşılaştırmalarının yapılması bize bir ölçü veriyor.

Başkasının hatasını kendimizin hak olduğu anlamına getirmek üzere kullanmadan (Gayrin tenkisiyle kendi kemalini gösterme yolunu seçmeden), yanlışın yanlış olduğu, doğrunun da doğru olduğu sergilenmesi gerekir. Ta ki, hak ile batilin arası açılsın. Hak ile batilin arası ancak böyle açılır. Dünya böyle yaratılmıştır: Eşyadaki ene’yi yırtmadan, hüve’yi göstermek mümkün değildir.

Dikkat edilmesi gereken başka noktalar da var. Mesela:

“Sebeb-i ihtilaf-i muzır, ‘Bu haktır’ düsturu yerine ‘Yalnız hak budur’; ve ‘En güzeli budur’ hükmü yerine, ‘Güzeli budur’ hükmü ikame edilmiştir.” (Tuluat Risalesi’nden)

Bu alıntıda, vasat bir tavrın düsturu ortaya konuyor. Ben şöyle anlıyorum, yanılıyorsam lütfen düzeltin:

Doğruyu ve yanlışı belirledikten sonra, bana göre, benim anlayışıma göre, şu doğrudur, şu yanlıştır. Ama bir başkasının ihtiyacına göre bir başka şey doğru olabilir. Onun için bizim “Bu haktır” demeye hakkımız var. “Yalnız hak budur” ya da “Yalnız benim mesleğim haktır” demeye hakkımız yok.

Ben, “Bu devirde insanlar, fen ve felsefeden gelen dalalete karşı duramıyorlar. Onun için imanın hakikatlarını muhtaç olanlara anlatmak lazım. Müslümanları dalaletin saldırısına karşı korumak lazım” deyip, “İman hizmetine talip olmak ve bu meslekte istikamet üzere gitmek, Kur’an’ın imanın hakikatlarını anlatan yönüyle hizmetine talip olmak bu devirde şarttır” diyebilirim ve diyorum.

Ama, herkes şimdi böyle yapmalıdır, yapmazsa sapıktır demiyorum. Farklı alanda ihtiyacı olduğunu düşündükleri kişilerin ihtiyaçlarına cevap vermek için bazı kişiler bir başka meslekte gidiyor olabilirler. Ben o meslekte gitmemeye karar verebilirim. Onları suçlamak için değil ama, benim mesleğimin onların mesleği ile aynı olmadığını söyleyebilirim ve kendi mesleğimin muhabbeti ile yaşarım, hizmetime devam ederim.

Hem iman mesleğinde olmak ve hem de, mesela, hayat ve şeriat mesleğinde hizmet edenlerle birlikte hizmet etmek, ihtilafı ortadan kaldırmak değildir. Bilakis, cemaat olmak için gerekli olan meslekte “vahid-i sahih” bulunmadığı için, yani meslek ittifakı sağlanmadığından dolayı, küçülmek ve hizmetin etkisini azaltmak ya da hizmeti frenlemektir.

İman hizmeti ile hayat ve şeriat hizmetlerinin hepsi dini hizmetler olmasına rağmen, iman hizmetinde bulunmak ile hayat veya şeriat hizmetinde bulunmak meslek itibariyle farklılık arz eder. Said Nursi, şimdi, “İmanı kurtarma zamanıdır,” diyerek mesleğinin istikametini belirlemiş ve ona göre Risale-i Nurları telif etmiştir.

Said Nursi’nin özetlediği gibi, “Elhasıl: Herkes kendi mesleğine ‘hüve hakkün’ demeli, ‘Hüve’l-hak’ dememeli. Veyahut ‘Hüve’l-ahsen’ demeli, ‘Hüve’l-hasen’ dememeli.” (Rumuz Risalesi’nden)

Yani, “Benim mesleğim haktır” diyebileceğiz ama, “Yalnız benim mesleğim haktır” dememeliyiz. “Benim mesleğim daha güzeldir” diyebiliriz ama, “Güzel yalnız benim mesleğimdir” dememeliyiz.

Said Nursi’nin hem Eski Said ve hem de Yeni Said dönemlerinde kendisine rehber edindiğini gördüğümüz bu düsturun “Lemeat”taki ifadesi ile konuya son verelim, inşaAllah:

“Ey talib-i hakikat! Madem hakta ittifak, ehakta ihtilaftır. Bazen hak, ehaktan ehaktır. Hem de olur hasen, ahsenden ahsen.” Lemeat Risalesinden.

Yine anladığımı yazıyorum: Ey hakikat arayıcısı! Kendin için, en hak gördüğün hakikatta ittifak etmeye çalış. Hakikatin en güzelini bulup “Herkes, benim bulduğum en hakta ittifak etmeli” dersen, ihtilafa sebep olursun. Senin için en hak olan, herkes için en hak olmak zorunda değildir. Herkesin kendine göre ihtiyacı, talebi, ve ihtiyacını karşılama usulü var; herkesi tek bir noktada birleştirmek, hilkatteki tenevvüe – çeşitliliğe – aykırıdır. Bütün kuşları en güzel bildiğin kuşa benzetmeye kalkma, öldürürsün onları.

“Doğru, en doğrudan daha doğrudur.” Yani en doğruyu buluncaya kadar bekleyeceğim dersen, elindeki doğrulardan kendini mahrum edersin. Çünkü doğru, yani hak olan herşey aslında en doğrunun o pozisyondaki bir yansımasıdır. En doğru sonsuzdur, mutlaktır; mutlaka bu dünyada ulaşamazsın. Kendini doğrudan mahrum edersin, hep doğrusuz yaşar gidersin.

“Güzel, en güzelden daha güzeldir.” Bu veciz ifadeler de aynı manayı taşıyor. Kendin için bulduğun güzele razı ol. Eğer daha da güzelini bulacağım diye elindeki güzele razı olmazsan, en güzelin peşinde koşarken hiçbir güzele sahip olmadan bu dünyadan ayrılırsın. Aslında bütün güzel olanlar, en güzelin o eşyadaki yansımasıdır. Elindeki güzelin, en güzelin bir yansıması olduğunu bil ve istifade et.

Yani, mesleğinin muhabbetiyle hareket et. Cemaat ol, “Yalnız benim cemaatim güzeldir.” manasına gelen cemaatçi olma! Ümmete mensup ol; ümmetçilik yapma! Müslüman ol; Müslümancılık yapma!

“Cemâat rahmettir, tefrika ise azaptır”. Cemaat ol; cemaatçilik yapma, tefrika çıkarırsın. Ben bu şekilde anlıyorum bu güzel hadisi.

Vallahu a’lem bis-savab.

Bu gayet hassas konuda, ehl-i dikkat kardeşlerimin eleştirilerini beklerim.

Rabbimiz hepimizi istikamet üzere tutsun, inşaAllah.

Yazar hakkında

Ali Mermer

Yorum yazın

3 Yorum

  • MasaAllah o kadar guzel paylasimlar ki, hepsi icin, bunlari tekrar tekrar okumam lazim diyorum :) Rabbim cumlenizden razi olsun.

  • mükemmel bir risale i nur şerh ve izahı olmuş.Allah  (C.C)daim eylesin. anlatılanları iyi anladım bununla birlikte Üstadın (k.s) bana kuran ve kurandan gelen risale yetiyor size de yeter demesinin sırrını ve kuranın merci olmasının tılsımını da birazcık fehmedebildim.