Bir önceki hal, bir sonraki halin varlığının karar vericisi mi?
Evet, hikmet, fenn-i tabakatü’l-arz ve ilm-i hayvanat ve nebatat lisanıyla, iki yüz bini mütecaviz olan envâın Âdemleri hükmünde olan mebde-i evvellerinin her birinin müstakillen hudûsuna şehadet ettiği gibi mevhum ve itibarî olan kavanin ve şuursuz olan esbab-ı tabiiye ise
Fen bilimlerinin araştırmalarına göre 1910’lu yıllarda yeryüzünde iki yüz bin çeşit canlı varlık tespit edilebilmişti. Müellifin 1924 yıllından sonra yazdığı Risale-i Nur Külliyatında canlıların türlerini dört yüz binin üzerinde olduğunu yazar. 1980’li yıllarda biyoloji, bir milyon değişik canlının yeryüzünde olduğunu söylemişti. Bilim adamlarının son araştırmalara göre 8 milyon 700 bin canlı türü tespit etse de aslında dünyadaki canlı türlerinin 100 milyonu bulabileceği tahmin ediliyor. Her yıl bilim adamları 15 bin yeni tür keşfediyor.
Bir canlı türünün ilk mebdei/başlangıç noktasını aramanın gereği kalmadı. Mesela bir kedinin ilk Âdemi kimdi, diye uğraşmak yerine, gözümün önünde gerçekleşen şu andaki kedinin yavrusuyla olan ilişkisini gözlemlememiz gerekir. Yahut konuyu biraz daha genişleterek, yavru kedinin gelişmesinde, kedinin hücreleri kendilerini çoğaltarak mı büyüdüğünü, sorduğumuzda mebde-i evvellerine girmiş oluruz. Günümüzdeki insanlar artık yavru kedinin büyümesiyle uğraşmıyorlar, onun yerine kedinin hücresinde gerçekleşen kimyevi faaliyetlerin bir andan diğer bir ana geçişinde, bir an önceki halin ikinci andaki halinin varlığının karar vericisi olup olmadığını tartışıyorlar. Yahut hücrenin DNA’sındaki parçacıklar, çevreye uyum sağlamak için, ya da daha iyi fonksiyonel hale gelmek suretiyle bir karar verme merci olarak mı görev yapıyorlar?
Said Nursi neslin başlangıcından bahsederken konuyu harekât-ı zerrata getirir. Bu dikkat çekilmesi gereken çok önemli bir tespittir. Harekât-ı zerrat konusunun Yeni Said döneminde Sözler kitabında yer aldığı için Nursi’nin yeni düşüncesi olduğu zannedilir. Üzerinde çalıştığımız Muhakemat kitabından anlıyoruz ki bu yeni bir düşüncesi değildir, 1910’lu yıllarda yazdığı bu eserin ikinci Tenbih bölümünde “Ezeliyet-i madde ve hareket-i zerrattan teşekkül-ü envâ gibi umur-u bâtılaya ihtimal vermek,” diye şikayet edecektir. Biraz daha ilerleyen satırlarda, “Harekât-ı zerrattan husulü dâvâ olunan kuvvet ve suretler, a’raziyetleri cihetiyle envadaki mübayenet-i cevheriyeyi teşkil edemez. A’raz cevher olamaz. Demek, bütün envâın fasılları ve umum a’razın havâss-ı mümeyyizeleri, adem-i sırftan muhtera’dırlar,” diyerek bunların sorgulanması gerektiğini söyleyecektir.. Nursi’nin yaptığı bu tespitinden anlıyoruz ki, zamanın ihtiyacının söylemine uygun bir dille muhatap olarak, konunun özünü kaçırmadığına şahit oluyoruz.
Kur’an’ın çok kullandığı bir tabir vardır: ‘’Küllü şey.’’ Peki ‘’şey’’ nedir? Dedemiz eline bir portakal alır, bu bir şeydir, kabuğu bir şeydir, her bir dilimi ayrı bir şeydir. Modern eğitim düzenin çarklarında ezilmiş bizler, ‘’şey’’ deyince bir partikülün her bir anı olduğunu anlarız. Herkes kendi kapasitesince sorumludur. Dedem “Portakalı yok iken var eden benim güzel Rabbimdir, canım O’na kurban olsun” der ve eğitim aşamasını geçer. Fakat biz öyle dersek değil sınıfı geçmek, okulda bile olduğumuz kabul edilmez. Bizim imtihan şartlarımız ayrı, onlarınki ayrıdır.
Hz. Muhammed a.s.v.’ın sahabeleri (öğrencileri) ilim adamı değillerdi ve laboratuvarlarda çalışılan atomun zerrelerinin hareket ettiğinden haberleri yoktu. Onların yeni dünyasında artık yıldızlar, ağaçlar, hayvanlar, develer sahipsiz değildi. İnsanlar dahil her şey O Sahibin tasarrufu altında oluyordu. Bu dünya görüşüne göre hayat tercihi yapan insanlar haline gelmişlerdi. Bizim ise zaten “Allah ve Peygamber var” diye duyduğumuz kültürel bir atmosferden aldığımız bir eğitimimiz var. Sahabenin muhatap olduğu eğitimle kendi aldığımız eğitimi kıyaslarsak çok büyük hata yapmış oluruz. Onlar kendi şartlarında zirvede sorgulama yaptılar ve büyük bir inkılap gerçekleştirdiler. Herkes kendi şartlarında sorgulama yapması ve inkılabını gerçekleştirmesi gerekir. Belli bir düşünce/tefekkür ameliyesinden geçtikten sonra, dünya görüşümüzü yeni bir forma sokmamız gerekir. Üç yaşındayken anne babamızın öğrettiği “Subhaneke”yi hala ezbere okuyup fakat ne demek olduğunu öğrenme zahmetine bile katlanmamışsak, iman konularında tefekkür eden alimleri ‘bid’a ile uğraşıyorlardı’ diye suçlamaya hakkımız yoktur.
Sahabe kendi sorusunu sordu, zirvede kararını verdi ve kararlılığını öyle sabit kıldı ki hayatını feda etmeye hazır oldu. Biz ise değil hayatımızı feda etmek, koskoca bir ömrün bir gününü “Kur’an ne diyor?” diye incelemeye bile zaman ayırma cesaretini gösteremiyoruz. İşimizden bir gün bile ihmal etmeye tahammülümüz yok, bütün hayatımızı işle, güçle doluyoruz. Bir cesaret gösterip “Ben kimim? Burada ne yapıyorum? Bu dünyanın aslı, esası nedir?” diye sormuyoruz. “Allah yarattı” diye tutturup gidiyoruz, Kur’an ne diyor, diye bir saat bile mütalaa yapmadan ömrümüzü bitiriyoruz. O kadar mağruruz ki “İmanın elif, ba’sından başlayalım” demek tenezzülünde bulunamıyoruz. Kendimizin dahi ne olduğunun farkında olmadığımız bir emniyet içindeyiz. Gelenek hatta alışkanlık haline getirdiğimiz dini hayatımızın tabanlarını mutlaka sorgulamak zorundayız.
Mebde-i evvellerinin her birinin müstakillen hudûsuna şehadet ettiği gibi mevhum ve itibarî olan kavanin ve şuursuz olan esbab-ı tabiiye
Bu cümlede geçen hudus kelimesi teknik bir terimdir. Şu anda yok iken var edilmiş bir oluşuma şehadet eder. Mesela bebek annesinden ve babasından türemiş gelmiş değildir, dünkü bebekten de türemiş değildir. Dünkü bebek dünkü haliyle yeni bir ‘’hadise’’ idi, yeni bir varlık idi. Bugünkü bebek ise, dünkü bebeğin varlığına benzemesine rağmen hiçbir surette zorunlu sonucu değildir. Dünkü bebeğin bugünkü bebeğe dönüşmesi yeni bir hadisedir, yeni bir olaydır. Dün yolda bir trafik kazası gördük, bugün de aynı yolda ona benzer bir trafik kazası gördük diye dünkü kazanın bugünkü kazanın varlık nedeni olduğunu söylemek kadar düşüncesizce bir kanaattir. Bebeğin bugünkü halinin dünkü haline yakın, benzer şekilde var ediliyor olması ne bir tenasülün ne de bir silsilenin varlığına işarettir. Yani birbiriyle teselsül ve tenasül etmiyorlar, devamı değildirler yeni bir hadisedirler. Müstakillen hudusuna şahadet ettiği gibi evvellerinin, her birinin dünkü hali bir haldir, bugünkü hali başka bir haldir. Her bir andaki hadisenin müstakil olarak hâdis olduğuna, yok iken varlık verilmiş olduğuna şehadet edilir.
Bu kadar hayret feza silsileler ve bu silsileleri teşkil eden ve efrad denilen dehşet-engiz hadsiz makine-i acibe-i İlâhiyenin tasnî ve icadına adem-i kabiliyetleri cihetiyle, herbir fert ve herbir nevi, müstakillen Sâni-i Hakîmin yed-i kudretinden çıktığını ilân ve izhar ediyor. Zülcelâl her şeyin cephesinde hudûs ve imkân damgasını koymuştur.
Şuursuz olan esbabın, sanatlı bir şekilde vücud verişine (var edişine) adem-i kabiliyeti vardır yani kabiliyetsizliği vardır. Benim yarınki halimi var edebilecek hiçbir özelliğim yoktur. Kainat cinsinden olmayan, sonsuz özellikleri ve o özellikleri bir hikmet dairesinde tecelli ettiren, varlıklara müstakillen, bağımsız bir şekilde vücud veren bir Sani-i Hakim var olmalıdır. Ki her bir şey, O Sani’in bizzat kendi kudretinin tecellisi suretinde varlık alemine çıktığını ilan ve izhar eder. Bir önceki halinden müstakillen, tamamen bağımsız bir şekilde varlık verilmektedir. Bir sonraki hal, bir önceki halin benzeri olması ve bir düzen içerisinde yaratılması bizim ilişkilerimizin bir güven içinde gerçekleşmesine yardım içindir. Nursi, her bir varlığın her andaki ‘’mebde-i evvelini’’ (varlık alemine gelişindeki ilk başlangıcını,) müstakillen, yani bir an önceki yaratılan halinden bağımsız olarak Yaratıcısının Sonsuz Kudretinden doğrudan doğruya vücud verilmesi olarak tanımlar. “Âdemi Allah yarattı, maymundan türemedi” demekle sorunu çözmüş olmayız. Eşyanın varlığını an be an incelediğimizde Yaratıcının, her şeyin cephesine hudus ve imkan damgasını koyduğunu anlıyoruz. Herşeyin cephesinde bir önceki halinde olmayan, bir sonrakinde yeni bir ‘’hadise’’ var edilir. Yani, misli (benzeri) fakat aynı olmayan özelliklerle donatılarak yeni bir yaratma gerçekleştirilir.
el-ihtirâ’: Yarmak manasınadır. Ve bilâ-sebk ve bilâ-misl bir nesne inşa ve peyda eylemek manasına müstameldir.Kâmusul’l-Muhit Tercümesi’nden. (Firuzabadi’nin)