Bu yazıda, iblisin Rabbinden ettiği aşağıdaki talebi üzerine düşüneceğiz:
قَالَ رَبِّ فَاَنْظِرْن۪ٓي اِلٰى يَوْمِ يُبْعَثُونَ
“Dedi: ‘Rabbim, öyleyse onların dirilecekleri güne kadar bana süre tanı.’” Sad 79
Aynı talep A’raf 14 ve Hicr 36’da da geçiyor.
Ayette geçen اَنْظِرْن۪ٓي kelimesi istisnasız “bana süre tanı / mühlet ver” şeklinde meallendiriliyor.
Malumunuz, iblis bu sözü Âdem’e secde emrine itaat etmeyişinden hemen sonra söylüyor. Belli ki sadece Âdem’den değil, tüm insanlıktan bahsediyor. Demek ki Âdem’in neslinin yürüyeceğini biliyor. İlaveten, insanlık için bir diriliş günü olduğunu biliyor. Bu demektir ki insanların öleceğini de biliyor. İlaveten, “süre” istediğine göre, zaman mefhumuna sahip. Zaman, içinde bulunduğumuz bu alem şartlarına ait bir mefhum olduğuna göre, buranın şartlarını da biliyor. Halbuki Âdem daha yeni yaratılmış ve ona secde edilmesi daha yeni emredilmişti. Daha Cennete bile konulmamıştı. İblis bütün bunları nereden biliyordu?
Ayette geçen اَنْظِرْن۪ٓي kelimesi üzerine düşünürken, iblisin bu talebinin belki de başka şekilde yorumlanabileceği aklıma geldi. Bu kelime, Arapça’da nazara yani nazar etme fiiliyle aynı kökten geliyor ve baktırma (nazar ettirme) anlamına da gelebiliyormuş — her ne kadar kelimenin esas kullanımı mühlet yani imkan verme şeklinde olsa da. Demek istediğim, acaba iblisin talebi “beni onların dirilecekleri güne nazar ettir / baktır” olarak da anlaşılabilir mi? Diyelim ki anlaşılabilir. Peki, iblisin diriliş gününe nazar etmesi (bakması) veya ettirmesi (baktırması) ne demek olabilir? Siz de bir düşünün isterseniz.
Bu tür bir yorum ilk etapta garip gelebilir. Zira biz iblisin hep mühlet talep ettiğini duyduk ve bildik. Fakat şeytanın Âdem’e yaptığı aşağıdaki teklif, bu farklı yorumun belki de o kadar da garipsenmemesi gerektiğini söylüyordur bize.
فَوَسْوَسَ اِلَيْهِ الشَّيْطَانُ قَالَ يَٓا اٰدَمُ هَلْ اَدُلُّكَ عَلٰى شَجَرَةِ الْخُلْدِ وَمُلْكٍ لَا يَبْلٰى
“Hal böyleyken şeytan ona vesvese vererek ‘Ey Âdem!’ dedi, ‘Sana sonsuzluk ağacını ve sonu gelmez bir saltanatı göstereyim mi?’” Ta Ha 120
Demek ki Âdem cennette olmasına rağmen etrafındaki saltanatın sonu gelmediğinin yani sonsuzluğunun farkında değil! Enteresan. Yine ilginç bir nokta, “cennet” ile görünmez varlıklar anlamındaki “cinn” kelimeleri aynı kökten geliyormuş. Bu da Âdem’in cennette olduğu halde oradaki bekâyı görememesini destekler nitelikte.
Şeytanın Ta Ha 120’deki teklifinden anlıyoruz ki, Âdem’in bekâ ile ilgileneceğini biliyor ve ona göstermeyi teklif ediyor. Yukarıdaki konuya bağlarsak, sonsuzluk ağacını ve sonu gelmez saltanatı göstermekle diriliş gününe baktırmak size de alakalı gelmiyor mu?
Bu fikirler bana konunun daha derinlikli analiz edilmesi gerektiğini düşündürttü. Daha fazla ilerlemeden önce, bakmak ile görmek arasındaki farka dikkat çekelim:
وَتَرٰيهُمْ يَنْظُرُونَ اِلَيْكَ وَهُمْ لَا يُبْصِرُونَ
“Sen onların sana baktıklarını (nazar ettiklerini) görürsün, hâlbuki onlar (basiretleriyle) görmezler.” A’raf 198
Yukarıdaki ayette “baktıklarını” kelimesi için nazara, “görmezler” kelimesi için basara fiilleri kullanılmış. Yani bir şeye nazar edildiği halde o şey görülemeyebilir (basar edilemeyebilir). Şeytanın diriliş gününe nazar etmesi veya ettirmesi de bu şekilde düşünülmeli. Yani o güne nazar ettirmesi, onu göstereceğini (basar ettireceğini) garantilemiyor.
Konuyu zihnimizde daha netleştirmek için öncelikle Şeytanın rolünü ve neyi temsil ettiğini düşünelim. Malum, insanın iradesi olabilmesi için, şeytanın temsil ettiği ve hakikatin zıddı olan bir seçenek gerekli. Eğer bu seçeneğin ne olduğunu zihnimizde netleştirebilirsek, belki şeytanın diriliş gününe nazar ettirmesini de daha iyi anlayabiliriz.
Şeytanın temsil ettiği seçeneği daha iyi anlayabilmek için, öncelikle adem ile ademî kavramları arasındaki farkı dikkate alalım. Adem (Hz. Âdem’den bahsetmiyorum), yokluk yani varlığın zıddı demek. Biz sadece varlık üzerine düşünebilir, tahayyül edebilir ve konuşabiliriz. Hakiki anlamıyla yokluğu ne tecrübe edebiliriz (tecrübenin kendisi varlıktır), ne de sanki varmış gibi varlığın karşısına koyup ona teoride veya pratikte bir “yer” verebiliriz. Yani varlığın tam zıddı olan adem adı üstünde yoktur. Dolayısıyla şeytanın temsil ettiği, hakikati olmayan ve fakat üzerinde konuşabildiğimiz bu seçenek adem değil ancak ademî veya ademsel olabilir. Ademî derken, sadece varlık tecrübe edildiği halde, bir şekilde insana yokluk fikrini veren bir mekanizmadan bahsediyoruz. Bizzat cennette olmasına rağmen, Âdem’e (kendisine edilen tekliften sonra) bekâyı yani cenneti aratan bir mekanizma. Hakikatten kopuk anlamında “batıl” mefhumu ile de düşünebiliriz bu seçeneği. Rahmetten yani varlığın hakikatinden uzak bir seçenek (al ba’eed min arrahmah).
İnsana hem iradenin verilmesinin hem de varlığın varlığının farkettirilmesinin sebebi, var etmenin ve var etmeyi seçmenin ne demek olduğunu ve bunların kıymetini ona bildirmek. Bunlar olmasaydı, insan varlığın mutlak rahmet (Rahman) ve mutlak irade sahibi (Muhtar ve Mürid) kaynağını tanıyamazdı. İnsana varlığın varlığını farkettiren mekanizma ise, içinde bulunulan gerçekliğin ademî yani dereceli algılanması. Mesela dünkü mal bugün artar veya azalır. Maldaki artış varlık, azalma ise yokluk hissi verir. “Her şey zıddıyla bilinir” kaidesi de aslında bunu söyler. Güzellik dereceleriyle bilinir. Derecelendirilmeseydi, yani güzellik dediğimiz özelliği güzel-çirkin ekseninde algılamasaydık, güzellik diye bir mefhumumuz olamazdı. Böyle bir mefhum olmayınca, güzelliğin kaynağını da merak edip arayamazdık.
Varlığı dereceli algılamamız, algılanan özelliklerin eşyanın kendisine ait olduğunu göstermez. Vahiy, varlığı ademî tecrübe etmeniz, onun hakikatinin ademî olduğunu göstermez, dereceler sadece sizin algınızdadır, eşya üzerinde gözlemlediğiniz özelliklerin her bir derecesinin Mutlak bir kaynağı vardır, eşyayı Mutlak varlık kaynağı ile tanımlamanız ve değerlendirmeniz gerekir der. Şeytan ise, gerçeklik algıladıklarınızdan ibarettir yani ademîdir der.
Burası tamam ise eğer, önce Âdem’in kendisine şeytanın teklifi gelmeden önceki halini değerlendirelim, sonra da tekliften sonraki halini.
İngilizcesi şöyle olan bir temsil var:
“There are these two young fish swimming along, and they happen to meet an older fish swimming the other way, who nods at them and says, “Morning, boys, how’s the water?” And the two young fish swim on for a bit, and then eventually one of them looks over at the other and goes, ‘What the hell is water?’”
Çeviri: “İki genç balık yüzmektedir. Karşıdan yaşlı bir balık gelir, onlara selam verir ve ‘günaydın gençler, su nasıl?’ diye sorar. İki genç balık bir süre daha yüzmeye devam ederler. En sonunda birisi dayanamaz ve diğerine dönüp sorar: ‘Su da ne ola ki?’”
Temsildeki genç balıklar denizde yüzdükleri halde, her taraflarını kaplayan suyun farkında değiller. Bu nasıl olabilir? Hemen gafletlerine vermeyin. “Biz de havanın varlığından habersiz geçiriyoruz günlerimizi” demeyin. Zira biri size hava nasıl diye sorduğunda “hava da ne ola ki?” demiyorsunuz.
Genç balıkların “su da ne ola ki” sorusunun benim için en ikna edici açıklaması, bu balıklar için “ben ve deniz” ayrımının henüz gerçekleşmemiş olması. Genç balığın benlik kavramı henüz gelişmediği için, ne ben diyebiliyor ne de deniz. Böylelikle kendisini çevreleyen denizi de göremiyor.
Mustafa Ulusoy bu konuyu bebek örneği üzerinden anlatır:
“Böylelikle insan hayata ‘farklılaşmamış ve ayrışmamış’ bir durumda başlar. Bu farklılaşmamış varlığımızın en önemli özelliği ‘benlik’ in gelişmemiş olmasıdır. Özellikle altıncı aya kadar, insan bilincinin ‘ben’ in farkında olamaması, ‘öteki’nin de farkına varamamasına yol açar. Kendi varlığını bilinçli bir şekilde fark edemeyen insan, kendisi ile kendisi dışındaki varlıkları oluşturan ‘öteki’ arasında bir ayrım yapamaz. Ben ve öteki arasında ayrım yapamama, bebeğin pasif bir konumda olduğunu göstermez. Bebek çeşitli uyaranları algılar ve onlara cevap verebilir. Uyaranlar, ben ve öteki arasında ayrım yapmaktan daha ziyade, biz duygusu çerçevesinde algılanır ve cevaplanır. Bebek, ben ve öteki arasında bir ayrım olmaksızın, anne ile oluşturulan ‘biz’ sistemi içinde yaşar. Bu mutlak aciz yaratılan bebek için oldukça güven verici bir duygudur. Bebek kendini okyanusun içinde bir damla gibi hisseder (okyanus duygusu). Bebek kendini ve kendisi dışındaki, özellikle anne olmak üzere, her varlığı birbirinden tam olarak ayrışmamış, tek bir sistemin içinde birbiriyle sıkı sıkıya bağlanmış varlıklar olarak algılar. Bu sıkı sıkıya bağlanmışlık daha çok biyolojik bir bağlılıktır.”
Benlik bilinci gelişmemiş bebek, annesini ayırt edemez. Çünkü ben ve o yerine biz vardır. Aynen onun gibi, okyanustaki balık da benlik bilinci gelişmemiş ise okyanusu farkedemez. Ve yine onun gibi, halihazırda cennette olan Âdem, eğer ki benlik bilinci yerleşmemiş ise, cenneti farkedemez.
Böyle bir durumdaki balığa su (âfak) nasıl diye sorduğunuzda, âfak da ne ola ki der. Çünkü henüz enfüsü (kendisini) âfaktan ayırt etmemiştir. O balığa âfak nasıl diye sormak, aslında onu âfak / enfüs ayrımını yapmaya, yani nefsini tanımlamaya davettir. Zira balığın ben diyebilmesi lazım ki, okyanusu farketsin. Onun için su nasıl sorusundan önce, sen nesin / kimsin sorusu cevaplanabilmelidir. Yaşlı balık görünüşte su nasıl diye sormasına rağmen, eğer ki genç balıkların halinin farkında ise, aslında onlara kendilerine bakmayı teklif eder. Aynen şeytanın Âdem’e âfaktaki bekâ alemini göstermeyi teklif etmesi ve teklifi kabul eden Âdem’e kendi nefsinin yani “ene”sinin belirmesi gibi (bedet lehuma sawatuhuma – Ta Ha 121).
Peki, o halde şeytanın cennetteki Âdem’e teklifini, yani bize nefsimizi nasıl gösterdiğini ve bu mekanizmanın nasıl işlediğini anlamaya çalışalım.
Buluğ çağına giren insanın artık şuurlu bir benliği vardır. Çok rahatlıkla “ben ve o”, “benim ve onun” diyebilir. “Bu haneye mâlik olduğum gibi, Hâlık da şu kâinatın mâlikidir” der. Diyebilir, çünkü eşyanın kendi malikiyetine girmesini ve çıkmasını (ademî artma ve azalmaları) defalarca tecrübe etmiştir. Bu da malikiyet mefhumuna sahip olduğunu gösterir. Malikiyet mefhumunu kazanması, malikiyetin mutlak kaynağını (Mâliku’l-Mülk) tanıması için şarttır. Tabii malikiyet mefhumu ile başkalarının malikiyetini de fark ve kabul eder. “Ben ve o” ayrımı, Mâliku’l-Mülk ismine ilaveten diğer her ismin gölgesinde de yerleşir ve derinleşir.
Malikiyet mefhumu sayesinde, “mülküm azaldı / çoğaldı” diyebilir ve çoğalmayı hayır, azalmayı şer addeder. Yani hayır ve şer yargısının temelinde, malikiyetin ve diğer isimlerin tecellilerinin derecelendirilmiş (ademî) tecrübesi yatar. İnsan farkında olsa da olmasa da, hayır ve şer yargısının harici vücudu yoktur, yani hayır ve şer sadece insanın zihnindedir. Zira aynı tecrübe ne ile kıyaslandığına göre renk değiştirir. Eğer tecrübe edilen varlık daha öncekine nazaran daha çok ise hayır, daha az ise şer olarak addedilir. O sebeple, an itibariyle tecrübe edilen varlığın derecesinin (mesela o anda ne kadar mülke sahip olunduğunun) aslında hiç bir önemi yoktur. Kişinin algıladığı varlık derecesine verdiği duygusal ve zihinsel tepkiyi belirleyen, o tecrübenin daha önceki tecrübeler ile olan kıyasıdır. Bu da gösterir ki hayır ve şer yargıları tamamen insan zihninin bir ürünüdür.
Bu demek değil ki insanın algıları ve yargıları önemli değil. Bilakis, bu algılar ve yargılar insanın tecrübe ettiği gerçekliğin rengini belirledikleri için çok büyük öneme haizdir. Fakat insan bunların kendi varlık anla(ma)yışının ve zihni aktivitesinin ürünü olduğunu idrak etmez ise, işte o zaman Kur’an’ın “sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler” (Bakara 18, Bakara 171) vasıflamasından nasibini almış demektir.
Bir başka deyişle, hayır ve şer, yasak ağacın meyvesinin tadılması ile zuhur eder. Ebedi varlık ağacına işaret edilmek suretiyle kendisine nefsi gösterilen insan, malikiyet mefhumunu edinmiştir. Şu haliyle okyanustan ayrı düşmüş bir damla gibidir.
فَاَخْرَجَهُمَا مِمَّا كَانَا ف۪يهِۖ
“…ve onları, içerisinde bulundukları konumdan çıkardı.” Bakara 36
Âdem, ağaçta gözüne kestirdiği meyveyi dalından kopararak o meyveyi de kendisi gibi okyanustan ayrı düşürür ve mülküne geçirmeye (ısırmaya) yeltenir. Fakat mülkiyet mefhumunun verilmesinden kasıt mülkün mutlak malikinin (Mâliku’l-Mülk) tanınması olduğu için, bu kastın gerçekleşmediği her mülk edinme denemesi insana bir şeylerin yanlış gittiği haberini verir. Zira edinilen mülkün derecesinin (ısırılan meyvenin miktarının) artması insanı tatmin etmediği gibi, mülk dereceleri arttıkça bir sonraki tecrübede o derecelerde azalması ile hüsrana düşme riski de bir o kadar artar ve böylelikle insan onu alınmaz bir çaresizlik hissiyatı içine duçar olur…
وَاُمْل۪ي لَهُمْۜ اِنَّ كَيْد۪ي مَت۪ينٌ
“Onlara mühlet veriyorum. Doğrusu benim tuzağım pek sağlamdır.” A’raf 183, Kalem 45
(İlginçtir, şeytanın talebi için de bu iki ayette geçen mühlet verme fiili kullanılabilirdi, fakat onun yerine enzirni tercih edilmiş.)
Damla kendini yani okyanustan ayrı olduğunu farkedince, çıplaklık yani ayrılık hisseder ve okyanusla tekrar o eski birlikteliğini arar. Fakat artık okyanus gitmiş, yerini damlalar almıştır. Damla olarak gördüğü diğer her şey (düşmüş yapraklar) ile bir olmak ister ve onları kendine yapamayarak (onların algısında var olmaya çalışarak) çıplaklığını gizleyemeye çalışır (A’raf 22, Ta Ha 121). Evet, maalesef hayatımızın çoğu çıplaklığımızı başkaları (diğer ayrı düşmüş damlalar) ile saklamaya çalışmakla geçer. Bu tavrın kökeninde, ayrı düşülen okyanusun özlemi yatar (Yusuf’tan ayrı düşen Yakub’un özlemini hatırlayın).
İçine düşülen bu fıraktan kurtulmanın tek yolu ise, tüm tuzakların Sahibi ve her damlaya şah damarından daha yakın olan o Vâhid-i Ehade iltica etmek ve ondan kelime almak, yani onun İsimlerine tutunmaktır (Bakara 37). İsme tutunmanın anahtar kavramı ise “numune”dir.
“Zira o meyveler, numunelerdir: Tatmaya izin var, ta asıllarına talip olup müşteri olsun. Yoksa hayvan gibi yutmaya izin yoktur.” 8. Soz
İnsanın mülkiyetinde olanın kendisinin değil, bir aslın numunesi olduğunu anlamasının yolu, mülkiyetinin ve mülkiyetindeki ademî azalma ve çoğalmaların sadece kendi algısının ürünü (vehmi) olduğunu farketmesinden geçer. Yapması gereken, algılarına varlık Veren’e yönelip, O’nun gönderdiği rasullerden aldığı eğitim doğrultusunda algılarını yorumlayıp, varlığı ademî olmaktan azledip, tüm mülkiyetin O’na ait olduğunu ilan etmektir. Kendi benliğinin farkına varmasıyla okyanustan ayrı düşen damla, bu sefer şuuru, bilinci ve basiretiyle eşya ile okyanus olup, o okyanusun şuur ve bilincini tamamlamalıdır.
“Büyük bir havuza sahip olmak için, bir buz parçası hükmündeki enaniyet ve şahsiyetini o havuza atmaktır ve eritmek gerektir. Yoksa, o buz parçası erir, zayi olur; o havuzdan da istifade edilmez.” Kastamonu Lahikasi
İnsanın benlik edinmesinin (şeytanın ona ebed ağacını göstermesinin — enzirni) neticesinde algısında zuhur eden ayrılık (firak), aslında tüm varlıkla şuurlu bir birlikteliğin (vuslat) gerçekleşmesi ve insanin tüm varlığın mümessili olması içindir. Demek ki tüm ayrılık acılarının arka planında, insanı bu büyük projeye hazırlama gayesi yatar.
“Gaflet suyu ile tenebbüt eden benlik, Hâlıkın sıfatlarını fehmetmek için bir vahid-i kıyastır. Çünkü, insanlar görmedikleri şeyleri kıyas ve temsillerle bilirler. Meselâ, bir adam Cenâb-ı Hakkın kudretini anlamak için bir taksimat yapar. ‘Buradan buraya benim kudretimdedir, bundan o yanı da Onun kudretindedir’ diye vehmî bir çizgi çizmekle meseleyi anlar. Sonra mevhum hattı bozar, hepsini de ona teslim eder. Çünkü, nefis, nefsine mâlik olmadığı gibi, cismine de mâlik değildir.” Mesnevi-i Nuriye, Katre Risalesi
Meseleyi anlayan Âdem, kendisine ilka olunan (aldığı) kelimelerin yani vahyin şuuruyla, şuurlu olduğunu fark ettiği okyanusa lika eder (kavuşur), ebed ağacındaki yerini iftihar ve lezzet ile alır, arza halife olmaya liyakatını ispat eder. “Tüm bu şuurlu okyanus / ebed ağacı benimdir” demeye hak kazanır. Arzda iken ebede nazar ve basar eder, hayatı ile Rabbinin destanını yazar.
“Ve şu bahtiyar ise, tadar, işi anlar, yemesini tehir eder ve intizar ile telezzüz eder.” 8. Söz
İntizar kelimesi Kur’an’da bir kaç yerde “intezir / muntezir” formunda geçiyor. Mesela
فَانتَظِرُواْ إِنِّي مَعَكُم مِّنَ الْمُنتَظِرِينَ
“İntizar edin, doğrusu ben de sizinle beraber intizar edenlerdenim.” A’raf 71
Büyük çoğunlukla zaman boyutunda “bekleme” olarak çevrilen intizar kelimesinin, gözetme/gözleme (expectantly) anlamı da varmış. Güzel akıbet beklentisinde olma gibi. Konumuz bağlamında düşünürsek, eğer insan ebed ağacı ile şuurlu bir birlikteliği gerçekleştirebilirse, hayatını o ağaca lezzetli bir nazar ve basar etme tecrübesine dönüştürebilir. Eğer enzirni / intizar ikilisini zaman ekseninde yorumlarsak, şeytanın talep ettiği mühlet, yukarıda bahsini ettiğim süreç üzerinden insanın lezzetli bekleyişine dönüşüyor yani dönüşsün diye var. İntizara lezzet veren, tüm lezzetlerin asılları ile, onların mutlak kaynağı üzerinden kurulan bağ, yani okyanus ile gerçekleştirilen şuurlu birliktelik. İnsanın asıllara namzet olduğunun belgesi de, elindeki numunede. Hak gelince batıl zail olduğu gibi, asıl olan numunesiyle nazarda yerini alınca, vehmi mülkiyetler, damlalar ve ademî gerçeklik zail olur, onların yerini Mâliku’l-Mülk, okyanus ve ebed ağacı alır.
29. Mektubun son cümlesinde geçen insan-i kamil tasvirinin son kelimeleri ile bitireyim [köşeli parantezdekiler benim eklemem]:
“…bu dünyada saadet-i ebediyeye bakmak [nazar/basar], belki de o saadete girmektir [intizar].”
İblisin enzirni talebinden başlayıp Âdem’in ebed ağacına nazar etmesine uğradığımız, oradan da insanın intizarına vardığımız bu düşünce yolculuğunda bana eşlik ettiğiniz için size sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum.
wa salâmun ‘alel murselin wal hamdu lillahi rabbul ‘âlemin