“Bir Şeyi Kabul Etmemek Hakkın İse, Reddetmek Hiç Hakkın Olmaz”
“Ey talib-i hakikat! Sana olsa rivayet; sana düşer kabulü, eğer varsa burhanı. Yoksa adem-i kabuldür ki, şek ve tereddüttür.
Adem-i delil, delildir şu adem-i kabule. Lâkin, kabul-i adem, hem reddir, hem inkârdır; aksine ispat ister. Menfî ispat edilmez, butlan-ı zatîsiyle ger müntefî olmazsa. Ger adem-i delilse, caiz adem-i kabuldür. Ger delil-i ademse, olur kabul-i adem. Birbiriyle mültebis, hükümleri ayrıdır: biri şektir, biri inkârdır. İnkâra hakkın yoktur.
Bazen matlûp vahittir, delâili kesîrdir. Biri, hatta onu da şüphe ile reddedilse, yine matlûp reddolmaz. Bazen netice hak, delili batıl olur; zihinde onunla durur. Madem netice haktır, delile ilişilmez.”
Lemaat dersinde, yukarıda yer alan pasaj okunup müzakere edildi. Gerek ifadeler gerekse içerik bakımından “zor” görünen ve ilk bakışta, en azından bana, “çatık kaşlı” gibi gelen metin, müzakerelerden sonra kahkaha atmasa da “güler yüzlü” bir simaya büründü. Metni tebessüme sevk eden müzakerelerden bazılarını (her paragraf bir müzakereciye değil, bir müzakere notuna işaret eder) özetliyorum:
*Metin, temelde “adem-i kabul” yani kabul etmeme ile “kabul-i adem” yani yokluğu kabul etmeyi çalışıyor. Tamam! Fakat her metni okurken olduğu gibi, burada da, “bu metin bana ne diyor”, diğer bir ifadeyle “metin bunları bana neye söylüyor” diye sorarak okuduğumda, belirtmeliyim ki, metinden daha çok faydalandığımı görüyorum.
*Metnin başlığı anlaşılır görünüyor; yalnız “ise” bağlacından sonra “de” ekini getirip “ise de” şeklinde okumak gerekiyor. Bu haliyle başlık diyor ki, “bir şeyi kabul etmemeye hakkın var ise de reddetmeye hakkın yoktur”!
*Pasajın başında yer alan “ey talib-i hakikat” hitabı, metnin kimlere seslendiğini göstermesi açısından önemli bir ayrıntıya işaret ediyor. Hakikatin öğrencisi nedir, “ben o muyum” diye sormak lazım. Hakikatin talibi olmak demek onun peşinde olmak, delile önem vermek, önüme gelen haberleri sorgulayıp tahkik etmek, tahkik sonunda ortaya çıkan sonucu benimsemek gibi kısa fakat önemli göndermeleri içinde barındırıyor!
*Metin, “eğer sen hakikatin öğrencisi isen, sana bir ‘rivayet/haber’ gelmişse, bunun bir kanıtı da varsa senin bunu kabul etmen gerekir” diyor, ilk cümlesi itibariyle. Bu cümlede geçen “bürhan/delil” yani “kanıt” kelimesi önemli gözüküyor. Yakınlarda elime bir kitap geçti, “İslam Nedir” diye. Baktım, “Allah kimdir” başlığını taşıyan ilk bölümde, Allah’ın özellikleri sayılıyor. Nereden? Kur’an’dan. Peki Kur’an nedir, diyorsunuz. Bu da ikinci bölümün başlığı. Diyor ki, “Kur’an Allah’ın Hz. Muhammed’e indirdiği vahiydir”. Peki, “Hz. Muhammed kimdir” diyorsunuz. Bu da üçüncü bölümde anlatılıyor: “Allah’ın gönderdiği peygamber”. Kitapta “kanıt” yok. Bütün örgü dairesel biçimde birbirine atıf yaparak devam ediyor: Totoloji. Yani kitapta varlıktan yola çıkarak ortaya konulmuş bir kanıt yok. Bu kitabı okuyan söz gelimi bir gayr-ı Müslim, “bunda bir delil yok” diyerek İslam’ı kabul etmeyebilir. Buna hakkı var. Çünkü kanıt bulamadı (burada tembellik yapıp başka kitaplara bakma, kanıt var mı yok mu diye sağlıklı tahkik yapma ya da yapmama gibi konuları konuşmuyoruz). Fakat bu gayr-ı müslimin inkar etmeye hakkı yok; şüphe duymaya hakkı var. Metnin devamında bu zaten ifade ediliyor: “Delil yoksa adem-i kabuldür ki şek ve tereddüttür.”
*Delilin yani kanıtın “hayattan”, “varlık aleminden” verilmesi gerekiyor. Din ile hayatı ayıran yaklaşımlar delilsizdir, kanıtsızdır. Risale-i Nur’u, -bu gözle okuyanların nazarında- “devrimsel” kılan özellik budur! Bütün temel iddiaları varlıklar üzerinden temellendirmesi. Bilindiği gibi Ha-mim derslerinde de biz bu usule göre hareket ediyoruz!
*Konu biraz “inceldi” gibi görünüyor. Daha da incelterek metne nüfuz etme bağlamında şöyle diyebiliriz: Bana, söz gelimi, bu alemin Yaratıcısı bulunduğuna dair bir “haber” geldi. Ben de varlıklardan yola çıkarak yani delillere bakarak, “evet, bu evrenin bir Var Edicisi” olmalıdır, dedim. Sonra “melekler var” diye de bir haber geldi. Ben henüz bunun kanıtını bulamadım. Bu takdirde ben “melekler yoktur” şeklinde bir inkara gitmiş olmuyorum. Kanıt bulamadığım için ben “şüphe” içinde bulunmuş oluyorum. Hakikat talibi isem bana düşen budur! Eğer burada durmaz da “hayır, melekler yoktur” dersem, bu, “kabul-i ademdir” yani yokluğu kabuldür, inkardır!
*“Kabul etmemek” ile “yokluğu kabul etmek” arasındaki farkı anlamak için “siyah kuğu” örneği açıklayıcı olabilir: Bugüne kadar gördüğüm bütün kuğular beyaz renkli. Hiç siyah renkli kuğu görmedim. Buradan hareketle “kuğular beyaz renklidir” diyebilirim. Peki siyah kuğu olabilir mi? Kanıtını görmediğim için bu konuda “şüphe” içinde olmalıyım, yani asla olmaz, diye inkar edemem. Nitekim bir yerde siyah bir kuğu tüyü bulunsa, benim “şüphem” yok olur. Fakat siyah kuğunun olmadığında şüpheye değil inkara gidiyorsam bunu kanıtlayamam! Yani “siyah kuğu yoktur” iddiasını kanıtlamak için bütün dünyayı dolaşmam gerekir, bu da imkansızdır!
*Metinde, “Menfî ispat edilmez, butlan-ı zatîsiyle ger müntefî olmazsa” deniliyor. Menfi, bilindiği gibi “müspet”in zıddıdır. Müspet ispatlanabilen, menfi ise inkar yani ispatlanamayan demek. Mesela cehennemin bulunduğunu söylemek “müspet”, bulunmadığını söylemek “nefy” yani inkardır. Bulunduğunu söyleyen birisi yer altındaki magmanın veya volkanik patlamaların buna işaret ettiğini söyleyerek iddiasını kanıtlarken, yok olduğunu söyleyen bir kimsenin bütün alemi dolaşarak olmadığını kanıtlamaya çalışmak gibi imkansız bir yola girmesi gerekir. Buradaki “butlan-ı zâtî” yani zâtî özelliği bakımından batıl olana örnek olarak, aynı anda hem ileri hem geri giden araba misali verilebilir. Bu, arabanın zatî özelliği bakımından imkansızdır, çünkü bir zaman diliminde araba ya ileri gidebilir ya geriye gidebilir. Aynı anda hem ileriye hem geriye gitmesi imkan dahilinde değildir.
*Metindeki, “Bazen matlûp vâhittir, delâili kesîrdir. Biri, hatta onu da şüphe ile reddedilse, yine matlûp reddolmaz” ifadesi anlaşılır, görünüyor: Mesela şu alemin bir Yaratıcısının bulunması “matlûp”tur, ve bunun pek çok delili vardır, şayet bu delillerden birisi ile ilgili bir sıkıntı varsa “matlûp” elbette terk olunmaz. Nursi, başka yerde şöyle der mealen: “Yüz kapısı olan bir saraya bir kapının açılmasıyla girilebilir. Bir-iki kapısı kapalı olsa, o saraya girilmez, denilmez. İman hakikatleri de böyle bir saraydır. Bir veya birkaç delilde problem varsa diğer delillerle ulaşılan o hakikate ilgisiz kalınmaz.”
*Kuğu örneğine dönmek istiyorum. Bu örnek “adem-i kabul” ile “kabul-i adem” arasındaki farkı açıklamakla birlikte, evrenin kaynağını evrende aramaya götürme yanlışlığı barındıran da bir örnektir. Bu yönüyle materyalistçe bir kurgudur, bu örnek. Benim için hiçbir değeri yoktur. Çünkü insanî özelliklerimizle evrende gördüğümüz anlamlılığı, özellikleri sorgularken evrendeki her şeyi mantıkî bakımdan elimine ediyoruz, zira evrendeki düzen ve düzenin devamını evrenle açıklayamıyor, aklî bir zorunluluk olarak kendisi evren cinsinden olmayan bir Kaynağın bulunması gerektiğine ulaşıyoruz! O zaman insaniyetimiz tatmin oluyor!
*Metnin son cümlesi ilginç görünüyor: “Bazen netice hak, delili batıl olur; zihinde onunla durur. Madem netice haktır, delile ilişilmez”. Ne demektir bu? Batıl olan bir delil ile hak neticeye nasıl ulaşılır? Daha doğrusu ulaşılabilir mi? Bana şöyle geliyor: Bir kimse his, vicdan gibi farklı delil türleriyle bir sonuca ulaşıyor; insanî bakımdan bu sonucun “hak” olduğunu düşünüyor. Fakat bunu aklî bir delil ile temellendiremiyor ise “hak”tan vazgeçmemelidir.
*Son cümleyi ben şöyle anlıyorum: Bir rivayet geliyor önüme. O rivayet benim bir “hak”ka ulaşmama vesile oluyor. Sonra o rivayetin delil olma vasfının yani sıhhatinin sorunlu olduğunu öğreniyorum. Metin diyor ki “sen o rivayetin sıhhatinin sorunlu olması sebebiyle ulaştığın “hak neticeyi” terk etme, reddetme! Örnek olarak “Lev lâke” rivayetine atıf yapılabilir. Bu rivayet, risalet-uluhiyet ilişkisini görme bakımından benim bir çok” hak” noktaya ulaşmama vesile oluyor. O halde, bilahare bu rivayetin sıhhatinin problemli olması benim bu hakikatleri bırakmam anlamına gelmemelidir!
* Bir ağaca baktığımda, ne toprakta ne de ağacın ilişkide olduğu varlıklarda böyle bir yapıyı ortaya koyacak kabiliyet olmadığını görüyorum. Ağacın gövdesinin varlığını, toprakla olan ilişkisi üzerinden açıklayamıyorum. Bu toprak bu gövdeyi, mümkün değil yapamaz, diyorum. Ağacın gövdesinin meydana geliş tarzı, Varlık Kaynağının kainata varlık veren olması gerektiğini ifade ediyor. Şimdi benim için böyle mantıklı bir sonuca ulaşmama karşılık, ağacın gövdesinde, toprakta görünen unsurlara nispeten hava unsurlarının daha çok oluşu, netice itibariyle bir şeyi değiştirir mi? Yani ağacın gövdesi katı unsurdan ziyade hava unsuru taşıyor olması, gövdenin varlığının gerçek nedenine dair ulaştığım sonucu etkiler mi? Etkilemez. Bu açıdan bakınca, delilimin batıl olmasının bir ehemmiyeti yok. Fakat ulaştığım sonuçların kalitesi her zaman delillere bağlı olarak değişir. İnsan, ulaştığı sonuçları destekleyen delillerle güvenli bir hayat yaşayabilir.
*Metin, bence temelde “kabul etmemek” başka, “reddetmek başka” diyor. Delil varsa delilin işaret ettiği sonucu kabul etmemi, delil yoksa inkara gitmeksizin “şek” içinde bulunmam gerektiğini çalışıyor. Delili, “bir hükmü bir sonuca bağlamaya vasıta olan kanıt” diye tanımlıyorum. Bir kimse delil olmadan kabul ediyorsa buna “taassup”, delil olduğu halde kabul etmiyorsa “inat ve küfür”, delil varsa kabul ediyor, delil yoksa şüphe içinde oluyorsa “insaniyete uygun tutum”, delil yoksa şüphe duyuyor değil de reddediyorsa “inkar” diyoruz. Diğer taraftan son cümle ile ilgili çağrışımım da şu: Öğreniyoruz ki geçmişte, “delilin butlânı ile medlûlün butlânı gerekir mi” diye bir tartışma cereyan etmiş. Yani delil sağlıksız ise delilin götürdüğü sonuç da sağlıksız olur mu, tartışması. Burada Nursi adeta diyor ki, “delil batıl diye medlulün batıllığına geçiş yapma”!