Ha-mim’de, geçen hafta sonu (19. 02. 2022) yapılan Ayetü’l-kübra dersinde (https://www.youtube.com/watch?v=0kB7wEqetDA), aynı adı taşıyan Risalenin İkinci Babından (Üçüncü Menzil, İkinci hakikat) “Rahmaniyet hakikati” başlıklı kısım okunup müzakere edildi. Benim kısmen canlı olarak kısmen de kayıtlardan dinlediğim derste, her zaman olduğu gibi çok önemli tefekkürler paylaşıldı. Özellikle ilgili bahsin aşağıya alıntıladığım paragrafı etrafında dile getirilen hususlardan çok istifade ettim:
“İşte böyle dünyayı ve âhireti ve her şeyi kaplamış bir rahmet—elbette o rahmet vâhidiyet içinde bir ehadiyetin cilvesidir. Yani, nasıl ki güneşin ziyası, mukàbilindeki umum eşyayı ihata etmesiyle vâhidiyete bir misal olduğu gibi, parlak ve şeffaf her bir şey dahi, kàbiliyetine göre güneşin hem ziyasını, hem hararetini, hem ziyasındaki yedi rengini, hem aks-i misalini almakla ehadiyete bir misal olduğundan, elbette o ihatalı ziyayı gören adam “Arzın güneşi vâhiddir, bir tektir” diye hükmeder. Ve her parlak şeyde, hattâ katrelerde güneşin ışıklı, hararetli aksini müşahede eden o adam, güneşin ehadiyetini, yani bizzat güneşi, sıfatlarıyla her şeyin yanındadır ve her şeyin âyine-i kalbindedir diye bilir. Aynen öyle de, Rahmân-ı Zülcemâlin geniş rahmeti dahi, ziya gibi umum eşyayı ihâtası o Rahmân’ın vâhidiyetini ve hiçbir cihette şeriki bulunmadığını gösterdiği gibi her şeyde, hususan her bir zîhayatta ve bilhassa insanda, o cemiyetli rahmetin perdesi altında o Rahmân’ın ekser isimlerinin ışıkları ve bir nevi cilve-i zâtiyesi bulunarak, her ferde, bütün kâinata baktıracak ve münasebettarlık verecek bir cemiyet-i hayatiye vermesi dahi o Rahmân’ın ehadiyetini ve her şeyin yanında hazır ve her şeyin her şeyini yapan O olduğunu ispat eder” (Şualar, Yedinci Şua, s. 150-151).
Ben bu paragrafla ilgili olarak gerek moderatörün dikkat çektiği noktaları gerekse katılımcıların değerli fikirlerini, -yine kayıtlara havale ederek-, burada bir müzakerecinin paylaşımını, bazı tasarruflarla aktarmak istiyorum. Bir katılımcının metinde geçen “umum eşya” ile “her bir şey” ifadesinin aynı şey olup olmadığı sorusu üzerine, bir müzakereci şunları ifade etti: “Evet, soru yerinde ve güzel. Neden güneşten bahsederken ‘vâhidiyetine işaret’, ışıklardan bahsederken ‘ehadiyetine işaret’ tabirini kullandı? Şu çok dikkatimi çekiyor. Risale-i Nur okuyucularının ‘güneş’ misalini çok kullandıkları ve beğendikleri anlaşılıyor. Risale’de de çok geçer bu misal. Aslında bu, Kur’an’ın usulünden, tavrından kaynaklanan bir anlatım tarzı. Ama biz Kur’an’ı literal olarak okuduğumuz için anlamıyoruz. Mesela Kur’an ‘ve’ş-şemsi’ dediği zaman, tutup da ‘Bakın, Allah güneşi şahit gösteriyor’ diyoruz da şemsin yani güneşin yaratılış şeklinin bize çok önemli olduğuna işaret ettiğini ve dikkate almamız gerektiğini tavsiye ettiğini düşünmüyoruz. Her ne ise… Güneş örneği çok verilmesine rağmen soruda gündeme gelen incelik gözden kaçıyor. Biz önce güneş örneğini veriyoruz. Bazıları, ‘Ben zaten güneşi görüyorum kardeşim, güneş orada. Bu, neden ‘gayb’ olan Allah’a ve Onun kainatla ilişkisine, ihatasına örnek olsun ki’ diyor. Ama bu bir temsil canım diyoruz. Peki bu itiraz nereden kaynaklanıyor? Verilen örneğin takdimindeki eksiklikten kaynaklanıyor. O da nedir? Önce biz güneş diye bir şeyi görmediğimiz bir alemde olduğumuzu düşünerek temsili değerlendirmeliyiz. Temsil olduğu için. Biz bu dünyaya bakıyoruz. Eşya görünmüyordu. Şimdi bir şey oldu, parladı, -biz ona ışık diyoruz-, eşya görünmeye başladı. Görünmesini sağlayan şey nedir diye incelediğimiz zaman, her birisinde aynı özelliği, birbirinden ayrılmaz bir şekilde, parçalanamaz şekilde görüyoruz. Ki, insanlar ışığın mahiyetinin fotonlar vs. olduğunu söylüyorlar da, mahluk yani, ille de onlar şu veya bu ad altında maddeden oluştuğunu söyleyecek, kitle (entity/varlık) verecek ona, ta ki her şeyi maddeden ibaret göstersinler. Şimdiki bilimcilerin oyunlarından birisi de bu! Mesela enerjiye ‘kitle’ vermek istiyorlar. Yer çekimine ‘kitle’ vermek istiyorlar. Yok öyle bir şey. Ama nasıl insanın bedeni var, ruhu var ya, ruhu bir ‘kitle’ye indirgeyerek tahlil edemezsiniz, enerjiye de kitle vermeden tahlil edemezsiniz. Bazı bilimciler dürüstlük yaparak, ‘biz yer çekimini yalnız özellik olarak tanıyoruz, kendisini tanımıyoruz, atomu bile etkisinden tanıyoruz, kendisinden tanımıyoruz, hele elektronlara gelince, parçacıklara gelince bunları ne gördüğümüz var, ne ettiğimiz var, bunları etkilerinden tanıyoruz, anlıyoruz’ diyorlar. Bunlar yanlış demiyorum. Evet, etkisinden var olduğunu tanıdığın bu ‘kitle’ varlığını, özelliklerini sonuç verecek düzenlemeyi, ‘işte öyle olmuş, gelişmiş, evrimleşmiş, evrenin tüm düzeni ile ahenk halinde çalışacak hale uzun bir zaman dilimi içinde gelmiş’ diyerek geçiştirmeli ve ‘bunu nasıl kendi menfaatimde kullanabilirim’ demek mi olmalıdır? Evet biz ışığı da etkisinden anlıyoruz. Yani ne gibi bir görüntü sağladıysa veya netice ortaya çıkardı ise oradan yakalıyoruz. Böylesi yorum yapan kişiler, mutlaka fiziki etkiyi görecek ve ondan sonra varlığından emin olacak. Hangi ad altında olursa olsun, madde cinsinden algılayamadığı bir şeyin varlığını, etkisi aracılığı ile kabul ediyor ve laboratuar deneyleriyle de emin oluyor. Yanlış bir iş yapıyorlar demiyorum, diyemem, yaratılış böyle.”
“Fakat ben bu düşünme metodunu benim varlık kaynağımı, benim varlığımdaki düşünme kabiliyetimi, diğer insanî duygularımı kullanarak anlıyorum ki, bana varlık veren bir Kaynak olmalı, ben kendi kendime var olma özelliğine sahip olmadığımı kendime bakarak anlıyorum. Diğer bütün varlıklar da benim gibi. ‘Bizim ve bizdeki özelliklerin tümünün varlığının bir Kaynağı olmalıdır’ sonucuna ulaştığımı söyleyince, ‘Ama ben laboratuara koyamıyor, inceleyemiyor ve sonunda da ondan nasıl faydalanabilirime yoğunlaşmak istiyorum’ deniyor. Bu yaklaşım ‘insan yalnızca bedenden ibarettir’ ön yargısından kaynaklanıyor. Bu ön yargılarını haklı çıkarmak için de insanın ve diğer hayvanların duygularını yine kitle cinsinden bir kaynağa indirmeye hiçbir delile dayanmadan bahane arıyorlar.”
“Buradaki problem yapılan çalışmalarda ve uyguladıkları metotta değildir. Ben de aynı metodu kullanıyorum. Fakat ben, benim ve diğer varlıkların varlık kaynağını sorgulamak için kullanıyorum. Problem ise, ‘Nasıl olmuşsa olmuş, var olmuş, şimdi kendi kendine çalışıyor’ iddiasıyla varlığın yalnızca maddeden ibaret bir sonuç elde etmek için değerlendirilmesindedir. Ben ise, ‘Eşya varlıklarındaki anlamlılık, kasıtlılık, mutluluk gibi özelliklerinin ihtiyaçlarını karşılaması gerekir’ diyorum. Bu nedenle ben de etkileriyle tanıdığım bu varlık Kaynağı ile duygularım arasındaki ilişkiyi kurma ihtiyacımı karşılıyorum. Yalnız bedeni ihtiyaçlarımın karşılanması, ki gerekli, benim insaniyetimi tatmin etmiyor. Bu nedenle eşyanın anlamlı var oluşunu benim duygusal tatminim için nasıl değerlendirmek gerekir, diye yaptığım sorgulamalarımda ve araştırmalarımda beni tatmin eden bir sonuca ulaşmam gerekiyor. Bunun için evreni ve konumuz olan güneş ışığını ve sonunda gözlemlediğim ışık, ısı vd. etkileri ile güneşin kendisinin varlığına ulaşma, onu tanıma yöntemini öğreten bu temsili yerinde ve doğru olarak kullanmam gerekir.”
“Bunları niye söylüyorum? İşte ‘umum eşya’ ile ‘her bir şey’ ifadeleri arasında taban tabana zıtlık var. Soruda ‘aynı şey değil midir’ diye soruldu ya. Bu ne demek? Her bir şey, her bir parça, gözlemleyebildiğimiz her bir küçük şey; parçası olduğu umum eşya ile birlikte ele alınması gerekir demek. Her bir ışığa bakıyoruz. Aynı anda görünüyor, aynı anda ortaya çıkıyor. Bakıyorsunuz bu tek bir kaynaktan gelmesi lazım diyorsunuz. Ancak kafanızı kaldırıp nereden geliyor bu ışık diye baktıktan sonra güneşi görüyorsunuz. Temsilin bu şekilde anlaşılması lazım. O zaman güneş vâhidiyeti temsil eder. Şu halde, güneş ışığının yansımasını gözlemleyen insanların, o vâhidiyete ulaşmaları için birinci araçları ehadiyet tecellisidir.”
“Burada çok ince bir nokta var. O da şu: Diyorlar ki, endüksiyon yani tüme varım ile muhakeme yapmak geçerli değildir ve bununla ispat yapılamaz. Modern mantık bunu söylüyor: Endüksiyon ile genelleme yapamazsanız. Ama bu, fizikçilerin de başına bela oldu. Şimdi biz parça parça gözlemler yapıyoruz, ondan sonra da bütün hakkında yorumlar yapıyoruz, matematiksel formüller kuruyoruz. Bu endüksiyon değil midir? Bu, genellemeden ibarettir. Her ne ise… Bu konuda ileriye giden Einstein vs. ‘bizim yaptığımız iş ölçümden başka bir şey değildir’, derler. Her ne ise… Bunlar ayrı konular ama biz de bunları bileceğiz ki, insanlar büyük büyük konuştuklarında biliyor gibi konuşuyorlar, böylece palavra atıyorlar. Kendi gerçeklerini örtbas etmek suretiyle her şeyi biliyormuş, her şeyin formülünü kurmuş gibi tavır içine girerek insanlarda güven oluşturmaya çalışıyorlar. Süslü süslü iddialarla başarıyorlar da bunu. Çıkmaza girdikleri yerde, ‘bilim ileride onu da bulacak’ diyorlar. Görüşlerinin benimsenmesine zemin hazırlıyorlar. Sonra da hakimiyet kuruyorlar, medeniyetlerde. Dünyada olan iş bu! Bu oyunun farkına varmamız lazım! Yani ‘iki tane bilimci şunu dedi, bunu dedi, kim dinler onları’ demeyin. Bütün insanlığın beyni bunlarla yıkanmış vaziyette. Neden insanlar dine karşı gittikçe laubalileşiyor? Çünkü din, bilimciler tarafından ‘kaçırılıyor’. Kendilerini, kendi dinlerinin papazları yapacaklar. Öyle hocalara bırakmayacaklar bunu. Kendilerini din lideri yani insanların inanç lideri yapacaklar. Her ne ise…”
“Her halde anlaşıldı. Temsili anlamak için önce tek bir ışığın yansımasına dikkat ediyoruz. Bu tek ışık yansımasında ışığın tüm özelliklerini görmeye ‘ehadiyet tecellileri” diyoruz. Araştırmaya devam ettiğimizde ise diğer bütün ışık yansımalarında aynı ortak özellikler olduğunu anlıyoruz. Ondan sonra bunların tek kaynağı olması lazım sonucuna ulaşıyoruz. Bütün ışık yansımalarının kaynağının gök yüzünde gördüğümüz güneş olduğuna karar veriyoruz. Bu da vâhidiyete ulaşmak oluyor. Onun için ‘her bir şey’ ile ‘umum eşya’ kesinlikle aynı kapsamı ifade etmiyor. Bizim tefekkür silsilemize uymaz bu!”
“Peki, metinde Nursi, ‘her şeyin ayine-i kalbinde’ diyor. Niye ‘ayine-i vücudunda’ demedi? Ciddi bir soru bu. Varlığında değil, varlığının iç dünyasında. ‘Kalp’ insanın iç dünyasını yani ruhunu temsil eder ya, eşyanın iç dünyasında tecelli eden özellikler de eşyanın varlığı ile bize yansıttığı mânâsından anlaşılır. Bir eşya var, varlık var. O varlığın var oluşun mânâsına bakacağım ben. Şimdi ne yapıyor bugünkü bilimciler? -Bunlara çok dikkat etmek lazım!-, mânâya hiç bakmıyor, hatta bazıları ‘mânâsı da yok’ diyorlar. Böylesi peşin hükümlülüğün farkına varmak lazım! Ne yapıyorlar? Eşyanın kalbine bakmıyor, eşyanın yapı taşlarına bakıyorlar. Bu çok önemli bir strateji. Tuzak kuruluyor insan beynine, düşünme tarzına! Eşyanın yapı taşlarına bakıyor. Yapı taşları şöyle yan yana gelmiş, böyle birleşiyor falan. Mesela insanın eline bak, ayağına bak, bedenine bak! Böyle bakarsan, ne yapmış olursun? İnsanı değil, hayvanı tarif etmiş oluyorsun. Hatta hayvanın duyguları da var. O tarafını değil de, ölü bir hayvan tarif etmiş oluyorsun sanki. Çünkü hayatı da izah edemezler. Her ne ise… Bu iş uzun iş, ölü bir beden tanımlıyorlar sanki. Et, kemik ve kandan ibaret bir şey, bir sistem ama hayatın, hayvanın ve insanın duygularının ne olduğu tam belli değil, laboratuar şartlarında incelenemiyor, bilim dışında bir alan demeye geliyor. Veya bu duyguların beynin bir fonksiyonu olduğunu, yani beyin incelenirse, sonunda bunların da nasıl var olduklarının açıklanabileceğini iddia ediyorlar. Yani her hâl ü kârda ‘madde veya enerji türlerinden başka bu kainatta bir şey yok, varlıkların mânâ yönü falan yok’ diyorlar. Oysa İnsanı insan yapan, hayvanı hayvan yapan hatta cansız varlıkları varlık yapan özellikleri onların kalbidir. O özellikleri nedir? Onların var oluş biçiminde yansıyan anlamlardır, mesajlardır, mânâlardır. Bakıyorsunuz, mesela eve geldiniz, evin içine pis bir madde konmuş, ‘bunu buraya kim koymuş’ diyorsunuz. Tepki veriyorsunuz. Neden? Madde olduğu için değil, pis özelliği taşımasından dolayı. Ama güzel bir hediye konmuş kapının önüne. Alıyorsunuz, bakıyorsunuz, güzel ambalajlanmış vs. İçini açayım diyorsunuz, nedir diyorsunuz, kim göndermiş olabilir diyorsunuz. İşte kalbini okuyorsunuz, sizin kapının önüne konan şeyin, pis şeyin ve güzel şeyin kalbini okuyorsunuz. Böyle anladım o meseleyi.”
Allah razı olsun.