Ha-mim’in geçtiğimiz hafta sonu (06. 08. 2022) yapılan Şualar dersinde (https://www.youtube.com/watch?v=QrSPJs1SI5E), İkinci Şua’nın İkinci Makamının okunmasına ve müzakeresine devam edildi. Tevhit, vahdaniyet ve vahdetin temellerinden söz edilen bu bahsin aşağıda yer alan paragrafı hakkında kıymetli tefekkürler paylaşıldı:
“Amma hâkimiyet ve âmiriyetin vahdete şehadetleri ise, Risale-i Nur’un çok yerlerinde gâyet kat’î bir surette ispat edilmiş. Hülâsatü’l-hülâsası şudur ki: Hâkimiyetin şe’ni ve muktezası istiklâliyet ve infiraddır ve gayrın müdahalesini reddir. Hattâ, acizleri için muavenete fıtraten muhtaç olan insanlar dahi, o hâkimiyetin bir gölgesi cihetiyle gayrın müdahalesini red ve istiklâliyetini muhafaza etmek için, bir memlekette iki padişah, bir vilâyette iki vali, bir nahiyede iki müdür, hattâ bir mahallede iki muhtar bulunmuyor. Eğer bulunsa hercümerc olur, ihtilâl başlar, intizam bozulur. Madem hâkimiyetin bir gölgesi, âciz ve muavenete muhtaç olan insanlarda bu derece müdahale-i gayrı ve iştiraki reddedip kabul etmezse, elbette aczden münezzeh bir Kadîr-i Mutlakta, rububiyet suretindeki hâkimiyet, hiçbir cihetle iştiraki ve müdahale-i gayrı kabul etmez. Belki gâyet şiddetle reddeder ve şirki tevehhüm ve itikad edenleri gâyet hiddetle dergâhından tard eder. İşte, Kur’ân-ı Hakîmin ehl-i şirk aleyhinde gâyet şiddet ve hiddetle beyanatı bu mezkûr hakikatten ileri geliyor.” (Şualar, İstanbul 2020, s. 17)
Görüldüğü gibi metin hâkimiyet ve âmiriyetin vahdete şahitliğini ele alıyor. Bir müzakereci kısaca şunları söyledi: “Hâkimiyet ve âmiriyet, bilindiği gibi hükmetme, emirlik yapma, idarecilik yapma anlamına geliyor. Metin bir kıyaslama yapıyor. İnsan âciz, yardıma muhtaç olduğu halde, idarî pozisyonda olduğunda şirki, ortaklığı, karışmayı kabul etmediğine göre elbette aczden münezzeh ve kudreti sonsuz olan Allah da hâkimiyetine ve idareciliğine hiçbir şekilde, hiçbir şeriki, karışmayı, müdahale etmeyi kabul etmez diyor. Buradaki temellendirme basit gibi görünmekle beraber, çok esaslı geliyor bana. Parçada ifade edildiği gibi bir ülkede, bir ilde, bir köyde birden fazla idareci olmaz, olmuyor; olsa karışır, düzen bozulur. Gerçekten öyle değil midir? En küçük idari birimden en büyüğüne kadar “birlik” asıldır, birden fazla karışan olursa düzen kalmaz. Bütün alem kusursuz şekilde çalışıyorsa, hiçbir yerde düzensizlik, karışıklık, dengesizlik yoksa demek ki kainat tek bir elden, tek bir irade ile, tek bir kudret ile yönetiliyor. O halde Yaratıcının hiçbir şeriki, hiçbir ortağı yok, diye anlaşılıyor.”
Ardından başka bir müzakereci, önceki müzakerecinin ifade ettiği bir hususu da temellendirmek üzere şunları dile getirdi: “Birkaç noktayı paylaşmak istiyorum. Birisi şu: ‘Bizdeki duygular, idarî konularda iştiraki, ortaklığı kabul etmez ise, kainatın Rabbi de şirki elbette kabul etmez’ şeklindeki kıyasa bazıları, ‘sen Allah’ı kendine mi benzetiyorsun’ derler diye endişem var benim. İnançsızlar da aynı kıyasla ilgili olarak şöyle diyorlar: ‘Sen böyle bir duyguya sahip olduğun için Allah diye zihnindeki bir kavrama bu duygunun gereğini yapıştırıyorsun’. Şimdi bizdeki duyguları kullanarak Allah’ı tanımlamaya kalktığımızda şöyle bir açıklamaya ihtiyaç var: Bizdeki duyguları veren kaynak, o duygular vasıtasıyla Kendini bize tanıtıyor. Neden? Ben madem var edildim (bu sonucu kabul etmeyen bir kişi ile önce böyle bir sonuca nasıl ulaşıldığını konuşmak gerekir), beni var eden, beni var etme şekliyle bana Kendini tanıtıyor. İnsan da şuurlu, bilinçli bir varlık olarak yaratıldığı için, şuuru, onun böyle bir duygunun varlığının maksadını anlamaya sevk ediyor. Yani bende böyle bir duygu var, nereden geldi bu duygu, diyor. O zaman beni kim var ettiyse, o duyguyu da o var etti. Beni kim var etti? Ben, baktığımda, kainatla tam bir uyum içindeyim, kainattaki bütün yaratıklarla bağlantı kurabiliyorum. Demek ki kainatı kim yarattıysa beni O yarattı. O zaman bendeki duygularım, beni bu duygularla yaratanı daima tanıtmak için verilmiş olmalı. İşte bunu her zaman vurgulamamız lazım. Çünkü bir taraftan avamın yani sıradan insanların yanlış anlamalarının, bir taraftan inanmayanların yersiz itirazlarının asılsız olduğunu bu şekilde göstermek gerekiyor. ‘Efendim tamam, anladım, tekrar etmeyelim’ demeyeceğim. Her gün ‘lâ ilâhe’ demeye ihtiyacım var. Ne her günü? Her saat ‘lâ ilâhe’ demeye ihtiyacım var. Her olayda ‘lâ ilâhe’ demeyi kendimize hatırlatmaya ihtiyacımız var. Bu da her konuşmamızda, her tefekkürümüzde kullanılması gereken bir husus.”
“Özetle, insan şuurlu bir varlık. İnsan şuuru sayesinde farkına varıyor. İnsanda farkına varma özelliği var. Metinde anlatılan konuyla irtibatlandırırsam, evet, bir yerde hâkimsem, yönetici isem, ikinci bir kişinin karışmasını istemem. O kişi benden daha üstünse bırakırım hâkimiyeti ona, değilse, bu işi yapmak için bir merkezde isem, başkasının yani bir şerikin, bir ortağın karışmasını istemem. Metinde dendiği gibi bir şehirde iki vali olmaz kardeşim. Olursa işler karışır. Bu kadar net ve açık! Bendeki bu duygu bana söylüyor ki, ben bu kainatı yaratanı bu özelliği ile tanımam lazım. Çünkü O, bana bu özelliği bunun için vermiş olmalı. İşte bu geçişi her zaman yapmamız lazım. Bunu yapmadığımız zaman insanların itirazlarına kapı aralamış oluyoruz.”
“İşaret etmek istediğim bir diğer konu ‘şirk’ kavramı. Şirk dediğimiz zaman biraz açıklamamız gerekiyor. Biz şirk deyince anlasak bile çevremizdeki insanlar bununla ne kast edildiğini anlamıyorlar. Bilmemiz lazım. Hani hep söylenir, ‘Allah’a şirk koşma, Ona ortak kılma’ vs. diye. Bu neyin nesidir bilmemiz lazım. Ben şöyle bir şey söyleyeyim: En aşırı insanlarda bile açıkça, ‘Bir Allah var, bir de Onun yanında birisi yahut birileri var’ diyen yok. Ya? Şirk genel olarak bilindiği üzere, ‘Ben Allah’a inanıyorum’ dediği halde o Yaratanı kainatın dışında bırakıp günlük olarak kainatla kurduğu ilişkiler ağı içinde, -yaratıklarla ilişkisi var, devletle ilişkisi var, komşularıyla ilişkisi var, ailesiyle ilişkisi var, kıyafetleriyle ilişkisi var…-, gördüğü özellikleri dikkatsizlikle bunların kendilerine nispet etmektir. En basitinden bir elbiseyi ele alalım. Birisi, ‘Bak, bu elbise beni güzel yaptı’ dediğinde, kainatın dışında bıraktığı Allah benimle hiç alakası olmayan hayali bir varlık olarak kalıyor. Böyle bir durumda ben, güzellik veya güzellik verme gibi bir özelliğin varlık kaynağı olarak elbiseyi göstermiş oluyorum. Yaratıcı için zorunlu olan bir özelliği elbiseye vererek adeta, ‘Sen benim güzelliğimi yarattın’ diyorum. İşte bu anlayış kasıtlı olmasa bile -ki genellikle Yaratıcıya inananlar için kasıtlı değildir-, şirk kavramından bir şekilde nasibini alıyor.”
“Kimilerinin dediği gibi ‘Bir Allah var, bir de Onun yanında İsa var demek ne kadar yanlış’ demenin hiçbir anlamı yok. Biz de bunu her zaman yapabiliriz. Varlıklardan birisine, ‘Sen şunu yapansın’ dediğimizde, böyle bir anlayışa sahip olduğumuzda şirke düşmüş oluyoruz. Ama günlük dildeki kullanımlar hariç. Hani günlük dilde, mesela, ‘çaydanlığı ateşe koydum, ateş de güçlü idi, çabucak kaynatıverdi’ deriz ya, bu türden değil. Bunu bir bakıma doğru olduğunu zannederek veya ağız alışkanlığıyla söylediğimiz yeminle (yemin-i lağv) irtibatlandırabiliriz. Yemin çok ağır bir sorumluluk olduğu halde Kur’an bu tür yeminlerden sorumlu tutulmayacağımızı söylüyor (Bakara 2/225). Mesela, ‘Vallahi bugün canım çok sıkıldı’ diyorum, Allah’ı şahit tutuyorum ama neye şahit tuttuğumun bile farkında değilim. Halbuki yemin yani Allah’ı şahit tutmak çok önemli bir olay. Nitekim asılsız bir olay için yemin edersem bunun çok ağır bedeli ve kefareti var, âyetler söylüyor bunu.”
“Ama dikkat edelim, mesela ‘devletimiz olmasa hayatımız nasıl olur’ türünden bir söz söylediğimde, devleti hayatımın garantörü olarak görmüş oluyorum. ‘Güvenliğimi devlet sağlıyor’ mealinde bir söz söylediğimde, devleti ‘güvenlik’ gibi bir nosyonun kaynağı olarak anmış oluyorum. İşte yaratıcı olarak bu olayda devleti gördüm. Materyalist bilim adamları ne diyorlar? ‘Doğa yapıyor’ diyorlar, yaratıcı olarak doğayı gösteriyorlar. İşte şirk denilen olay, bir kimsenin evrenin bir Yaratıcısı olduğuna inansa dahi varlıklardaki, eşyadaki özellikleri varlıkların, eşyanın kendisine vermesidir. Kasıtsız günlük dildeki kullandığım cümlelerin sorumluluğu olmadığını söylemiştik, karıştırmamak lazım. İster doğa desin, ister ‘iç güdüsel olarak yapıyor’ desin, bunlar uluhiyete ait özellikleri mahlukata atfetmiş oluyor, böylece şirke düşüyorlar.”
“Bu vesile ile Yusuf suresinin 105. ve 106. âyetini paylaşmak istiyorum: ‘Göklerde ve yerde nice âyetler vardır ki yanlarına uğrarlar da onlardan yüzlerini çevirerek geçip giderler. Onların çoğu Allah’a ancak şirk koşarak inanırlar’. Bu âyet çok önemli. Şirkin nedenini açıklıyor. Şirkin nedeni kainatın varlığını, kainattaki her bir eşyanın varlığını, bunların varlıklarını ve varlıklarına yansıyan özelliklerini bir ‘âyet’ olarak okumamaktan kaynaklanıyor. Çünkü her şeyde Yaratana ait özellikler var, bu özellikler varlıkların kendisine ait değil. Eğer bir insan kainat tefekkürü yapmadan, -ki sıradan insanlar bunu nasıl yapacak, onlar fizik bilmiyorlar, astronomi bilmiyorlar demenin gereği yok, herkes kendi kapasitesine göre yapar, önemli olan senin benim davranışımızdır-, kainattaki özellikleri sorgulayıp Varlık Kaynağına atfetmeden yaşıyorsa her zaman şirke düşme riski var demektir. Dolayısıyla bu konuda yüksek bilinç kazanmak için gayret göstermek gerekiyor. Biz de bunu konuşuyoruz. Başkalarının şirke nerede girdiği hakkında hüküm vermek bizim görevimiz değildir. Söz konusu âyetler kendisini şirkten koruyamamanın nedenini; kainattaki her birimi bir ‘âyet’ olarak okumamak olduğunu bildiriyor. Biz neden Ha-mim’de sürekli olarak her bir şeyi ‘âyet’ olarak okuma eğitimine girmemiz gerektiğini söyleyip duruyoruz? Bundan dolayı. Biz Risale-i Nur’dan bunu öğrendik ve bu yöntemin bizim için gayet makul ve önemli olduğunu hayatımızda tecrübe ediyoruz. Ben, beni böyle bir kaynakla tanıştırdığı için Rabbime çok şükrediyorum. İşte böyle bir eğitime girmediğimiz zaman şirk beraberimizde geziyor; insan gerçek tevhide ulaşamıyor. Çok dikkatli olmamız lazım.”
Derste, ayrıca gerek parçanın bütünü gerekse parçada geçen “istiklâliyet, infirâd, dergâh, rubûbiyet suretindeki hâkimiyet” gibi kelime ve kavramlar hakkında da benim çok faydalandığım açıklamalarda bulunuldu. Bunların hepsi kıymetli olmakla beraber ben, özellikle şirke düşme sebebi ile ilgili olarak zikrolunan iki âyet ile bu âyetlerin yorumu çerçevesinde ortaya konulan izahlardan daha çok etkilendim. Demek ki evrendeki hiçbir varlık, hiçbir yaratık, hiçbir olay karşısında insanî bakımdan duyarsız kalmayacak, onların her birerinin Yapıcısını gösteren ve Onun özelliklerine işaret eden “âyet” ve “âyetler” olduğunu düşüneceğim. Bu düşünceden uzaklaştığımda şirkin bir şekilde bana bulaşmasından kendimi kurtarmam mümkün olmuyor diye düşündüm. Allah hepimizi daima tevhidi gerçekleştiren, şirkin her çeşidinden uzak kalan gerçek müminlerden eylesin diye dua ettim ve ediyorum. Allah razı olsun.