Hayat veya Canlılık Nedir?
Hayatı tanımlamak derin bir meseledir ancak bu kısa yazıda yüzeysel olarak tanımlarsak; ‘Herhangi bir madde çevresiyle etkileşime girebiliyor, dışarıdan gelen uyarılara tepki verebiliyor, büyüyor ve çoğalabiliyor ise canlı’ diyebiliriz. Canlılığın en küçük birimi ise hücredir. Bir hücre, hücre zarı ile çevrilen, çekirdek, mitokondri, endoplazmik reticulum gibi belli başlı yapılardan oluşur. Canlılığın en temel taşı ne olabilir diye düşünürsek muhtemelen DNA (Deoksiribonükleik asit) denen ve çekirdekte bulunan, bütün canlılığa dair bilgileri saklayan kalıtım materyali diyebiliriz. DNA’dan RNA (Ribonükleik asit) sentezlenir, ondan da proteinler sentezlenir. Bu proteinler hücre içi veya dışında etkileşimlere girerler. Aslında bu anlatılanların bu kadar da kesin çizgilerle ayrılamaz olduğunu ilerleyen bölümlerde göreceğiz.
DNA’nın kalıtım materyali olarak kalabilmesi için proteinlere ve RNA’ya ihtiyaç vardır. Yani DNA kendi kendini kopyalayabilmek ve programlayabilmek için kendi ürünlerine ihtiyaç duyar. Mantık olarak biraz ters veya karmaşık geliyor mu? Hayattaki en temel yapı taşı olan DNA nasıl oluyor da kendi ürünü olan RNA veya proteinlere ihtiyaç duyuyor? Bazıları en temel yapı taşının RNA veya protein olduğunu iddia ediyor olsa da yine ayni sorun karşımıza çıkar. RNA sentezlenmesi için protein gerekir, ve her ikisinin sentezlenmesi için de DNA’da kodlanmış kalıpları (genleri) olması gerekir. Bu karmaşıklık aslında her birinin birbirine bağımlı olduğunu gösteriyor, ki hücrenin kendi kendine olamayacağının göstergesidir. Sistem içindeki bütün bireyler birbirine ihtiyaç duyduğuna göre, bu sistemin dışında bir yapıcı olması gerektiğinin işaretidir. (Bir hücreyi parçacıklardan oluşan bir duvara benzetirsek, bu duvarı oluşturan tuğlalar kendi kendilerine duvarı örmüş olamazlar, tuğlalarda böyle bir işlemi gerçekleştirecek özellikler görülemez; bir bilinçli tercih yapan usta, o tuğlaları yerleştirmiş olması mantıken ulaşması gereken zorunlu sonuçtur.)
Tabii burada nükleik asitler nasıl olur da oluşmuştur, o konuya hiç değinmedim bile. Genel bilimsel/evrimsel inanışa göre evren ilk oluştuğunda öyle bir ortam vardı ki gerekli olan karbon, azot, hidrojen, fosfat ve oksijen öyle bir şekilde bir araya geldi ki bir “tesadüf eseri” bugünkü bildiğimiz nükleik asitler oluştu. Ve bu nükleik asitler öylesine bir araya gelerek canlılığın ilk temel taşı olan DNA veya RNA’yı “tesadüfen” oluşturdular. Bu “rastgele” olaylar “Milyarlarca yıl “rastgele” meydana gelerek!!” sonunda anlamlı bir DNA dizisi oldu ve ilk basit canlı böyle oluşmuş olmalı!! (ne de olsa milyarlarca yıl geçti. Masal veya efsane gibi değil mi? Hayır bu “rastgeleler” bilimsel gerçekler olarak anlatılmaktadır (!) Lütfen gülmeyin, daha bilimsel neler var!). Bu mantığa sığmayan ve hiçbir delili olmayan efsaneye inanmak zorunda bırakılıyoruz, çünkü karşı bir alternatif kesinlikle bilimsel kabul edilmiyor.
Not: Halktan birçok kişi “bilimsel” terimini “gözle görülen kanıtlara dayalı” diye anlarken, aslında modern bilimsellik tanımında başka bir prensip daha var: “bilimde doğal olmayan hiçbir şeyden bahsedilemez” (‘methodological naturalism’). Peki ya kanıt ile bu prensip arasında bir çatışma olursa? Deliller, kanıtlar, doğanın kendi kendine var olamayacağını, dolayısıyla doğa ötesi bir yaratıcının olması gerektiğine işaret ederse ne gibi bir mantıksal çıkarımda bulunacağız? Delillere rağmen “doğal” olduğunu iddia eden bir açıklamada ısrar etmek mi bilimsellik? İtiraz edenler olsa da, şu anki hâkim ‘bilimsellik’ anlayışına göre maalesef cevap budur. Bundan dolayıdır ki, gözümüzle gördüğümüz müthiş düzenli ve maksatlı DNA’dan, hücreden, sayısız olaydan yola çıkarak ‘her şeyi bilen, gücü yeten ve kasteden bir yaratıcı olması lazım’ çıkarımı mantıklı olduğu ve kanıta dayalı olduğu halde ‘bilimsel olamaz’ diye baştan eleniyor. Geriye ‘tesadüfen evrimleşmiş’ tezi kalıyor, yani “evrim” elimizdeki en iyi bilimsel açıklama gibi gösteriliyor! Yaratıcı fikrini önyargı ile reddedince, tesadüfen evrimleştik diye kabul etmeye zorlanıyoruz.
Çok önemli gördüğüm bir noktayı burada belirteyim. Canlılığın en önemli özelliklerinden biri dışarıdan yapılan bir etkiye tepki vermeleridir. Yani, bir hücre içinde olan her olay dışarıdan gelen bir uyarıya cevap olarak meydana gelir. Bir diğer tanımla “hücrede kendi kendine hiçbir reaksiyon başlamaz!!”. Yine bununla alakalı çok önemli bir diğer nokta da hücrede “kimlik” veya “hafıza!” olayıdır. Her bir hücrenin DNA’sında o hücrenin ne olduğu hafızada, yani kayıtta tutulur. Hücre bölünse de bu hafızayı kullanarak yine ayni tip hücre oluşturulur. Yani bir hücre kendi kendine “ben daha kompleks bir yapı haline gelmeliyim, bulunduğum çevre onu gerektiriyor” gibi bir karar vermez, veremez. Yani ileriye yönelik bir adım atmak, evrimsel olarak ilerlemek bir canlının yapısında yoktur!! Hele bir de daha kompleks, daha çok enerji gerektiren, ve daha çok karmaşık düzenleme gerektiren bitkiler, hayvanlar, ve insan gibi bir karmaşıklığı tercih edecek hiçbir güç evrende yoktur!
Kök hücre denen her bir farklı hücre tipine dönüşebileceği bilinen bir hücre var. Kök hücrenin kimliğini koruyabilmesi için daha önce farklılaşmış besleyici hücreler ile çevrelenmesi gerektiğini biliyor muydunuz? Yani bu daha önce farklılaşmış hücrelerden yollanan birtakım uyarıcı faktörler gelmezse “kök” hücre farklı hücrelere dönüşebilme özelliğini kaybeder. Gördünüz mü yine birbirine bağımlı olma durumunu? Bir örnek verelim: Bir kök hücrenin bir sinir hücresine dönüşmesi için, daha önce farklılaşmış başka hücrelerden ne yapması gerektiğine dair uyarılar, yani emirler alır. O zaman hangi hücre hangisinin kökeni oldu? İkisi de bir diğeri olmadan var olamaz. Bir düşünürümüzün dediği gibi “Kâinat içindeki maddeler arasındaki birbirine bağımlılık kâinat cinsinden olmayan bir yapıcı olması gerektiğine işaret ediyor”. Bu birbirine bağımlı olma, en küçük yapı taşları olan atomlar, DNA, RNA ve proteinlerden tutun, uzayda gezegenler, güneş ve diğer yıldızlar arasındaki ilişkiye kadar her seviyede bize kendini gösteriyor.
“Çevresel güçler” denen atmosfer, su, toprak, sıcaklık, veya etraftaki diğer canlıların bir canlıyı daha da kompleks olmaya yönelteceği kadar mantıksız bir düşünce olamaz. Çünkü bunlarda kasıt ve bilgi yok ki daha iyi bir şey planlasın ve ortaya koysun. Evrim teorisine göre, çevresel koşullar etkisi altında da olsa “rastgele” olaylar olması gerekiyor. “Rastgele” mutasyonlar, genlerin bir canlıdan diğerine geçişi gibi argümanlar, ve milyarlarca yıl süre eklenince sanki evrimsel bir ilerlemenin olması gerektiği gibi bir algı yaratılıyor. Bütün bunların olasılığını hesaplamaya hiçbir hesap makinesi yetmez. Kaç kez başarısız mutasyon veya değişim olmalı ki bir kere başarılı olsun!! Her bir canlıda en ufak bir değişiklik için milyonlarca, belki milyarlarca başarısız ‘deneme’, yani ölüm olması gerekirdi. Bu mantıkla, dünyada milyarlarca başarısız kalmış fosil bulmamız gerekirdi. Nasıl oluyor da sadece başarılı türlerle ilgili fosiller çıkıyor? İnsanın mantığını zorlayan olaylar çok doğal ve olması gerekenmiş gibi yutturuluyor. Bir de canlıların birbirine bağımlı oluşu gerçeğini hep hatırlayalım. Bir proteinin oluşması için neredeyse sonsuz ‘deneme’ yapıldığını varsaysak bile, bu denemeler olurken o canlıya lazım diğer elemanların oluşmuş olduğunu nasıl varsayacağız? DNA için RNA lazım, bu arada DNA kopyalanması ve paketlenmesi için protein lazım, hücre çeperi lazım, hücrede sindirim, onun için besin lazım, onun için bitki lazım vs. vs. DNA’nın yazılımının tesadüfen oluşmasını “beklerken” diğerlerinin varlığını nasıl açıklayacak evrim teorisi?? [Not: Aynı şekilde, yerdeki bir canlının kanadı “tesadüfen” oluşup kuş olana “dek” gözünün, sindirim sisteminin, diğer organlarının tesadüfen oluştuğunu ‘varsayıvermek’ teoriye göre mümkün değil].