Ders Notları

Hadislerin Güvenirlik Kriteri: İnsanî İhtiyaçları Karşılayıp Karşılamaması

Hadislerin Güvenirlik Kriteri: İnsanî İhtiyaçları Karşılayıp Karşılamaması | Ha-Mim

Ha-mim’in geçtiğimiz hafta sonu (12 Haziran 2022) yapılan Mektubat dersinde (https://www.youtube.com/watch?v=mHqmBcuoFs0), Hz. Muhammed’in (asm) mucizelerinin ele alındığı On Dokuzuncu Mektub’un Yedinci Nükteli İşaret adlı başlığı okunup müzakere edilecekti. On altı haftadır devam eden bu okumaların on yedincisinde, moderatör “hadisler ve tarihsellik” bağlamında rivayetlerin güvenirliği konusunda önemli bir başlığı gündeme getirdi; bu vesile ile değerli müzakereler paylaşıldı. Bunların tamamını ilgili kayıtlara havale edip bir kısmını aktarmak istiyorum.

Dersin başında moderatör, yaptığı hazırlık çerçevesinde şu beş maddeye dikkat çekti: “a) Hayatta her şey tarihseldir, b) on dört asrın çok ötesinde, hatta bazan milyonlarca yıl öncesine dayanan bilgilere güveniyoruz, c) Hadisler çok güvenilir kaynaklar ve araçlar ile bize ulaşıyor, d) Hadisler hayatımızdaki her şey gibi ‘gürültü’ içeriyor, e) Bu ‘gürültü’ sebebiyle şikayet etmek yerine, elimizden geldiğince hadislerden faydalanmaya çalışmamız lazım; buna ihtiyacımız var.”

Moderatör tarihselliğin geçmişle, geçen ânla ilişkisinden hareketle hemen her şeyin tarihsel olduğunu, şu anda sıcaklığını hissettiğimiz güneş ışığının bile gerçekte güneşten sekiz dakika önce gelen ışıklar olduğunu, aynı şekilde doğru olduğunu düşündüğümüz tarihsel olayların her birinin bu anlamda tarihselliğinin söz konusu olduğunu, ancak bunun söz konusu olay ve olgulara güvenilemeyeceği anlamına gelmediğini belirtti. Bunun üzerine bir müzakereci söz alarak şunları dile getirdi:

O halde Kur’an’ın ve Resul’den gelen nakillerin güvenilir olup olmadığına, ‘benim bugünkü dünyada, insanî sorularıma cevap veriyor mu, vermiyor mu’ diye bakmak icap ediyor. Bunun için, -tekrarlayalım-, Kur’an ve sünnetin tanımının önce belirli bir tabana oturtulması lazım.

“Tarihsellikle ilgili bu yaklaşımlar önemli ve takdire şayan. Ama şöyle düşünmekten de kendimi alamadım: Tarihselliği meşrulaştırmak acaba bir çözüm müdür? Yani hadisler söz konusu olduğunda her şey tarihselidir, vakıamız bu, çaresiziz diye bir sonuca ulaşmak sağlıklı bir yol mudur? Yoksa bunun yerine Kur’an ve hadisleri zaman ve mekan kategorisine sıkıştırmadan, bir tanım yaparak, daha doğrusu Kur’an ve hadisin tanımını dikkate alarak hareket etmek daha doğru değil midir? Hatırlarsak tanımlarımızı, Kur’an ilm-i ezeliden gelen ve bütün insanlara seslenen bir konuşma, hadis kendisinin sözleri olan Resul de ilm-i ezelinin terbiyesinden geçmiş görevli bir şahsiyettir. Öyleyse bu tanımları yapmak, bu tanımları hatırlamak, bu tanımları dikkate alarak konuya yaklaşmak gerekiyor. O halde Kur’an’ın ve Resul’den gelen nakillerin güvenilir olup olmadığına, ‘benim bugünkü dünyada, insanî sorularıma cevap veriyor mu, vermiyor mu’ diye bakmak icap ediyor. Bunun için, -tekrarlayalım-, Kur’an ve sünnetin tanımının önce belirli bir tabana oturtulması lazım.”

“İki yıldır ‘nübüvvet’ derslerinde hep birlikte bir çaba içerisindeyiz, sağlıklı bir sonuca ulaşalım diye gayret ediyoruz. Eğer bu sürecin sonunda Risaleti, ‘Rabbimizin insanlığın sorularına cevap vermek üzere gönderdiği mesajı, insan cinsinden birisini seçerek onun vesilesiyle insanlara iletmek ve onu hayatına yansıtarak örneklik yapmak’ şeklinde anlamış isek, -ki şimdiye kadarki çalışmalarımız sonucunda bunu anlamış olduğumuzu ümit ediyoruz-, o zaman Resul’e isnat edilen ve Müslüman toplumun benimsediği her naklin içeriğini, Kur’an ve Resul’ün maksatlarına ters düşmediği sürece onaylayabiliyorsak belli bir çözüme ulaşırız. Şu kadar var ki ibadât, muamelât, ukubât gibi fıkhî kuralları içeren nakillerin otantik olup olmadığı alan uzmanlarının dikkate alacağı özel bir konudur. Biz burada Resul’ün risalet misyonundan faydalanmak için hadis nakillerini çalışıyoruz; -dediğimiz gibi-, fıkhî konularda hüküm vermek alan uzmanlarını ilgilendiriyor. Zira Resul madem ki ‘Yaratıcıdan gelen mesajı, insan cinsinden görevli bir şahsiyet olarak uygulamaya koymakla görevli bir memurdur, -bu tanımın altını on kere çizmek lazım-, o halde ondan gelen nakillerin benim şu anda insanî sorularıma cevap vermesi gerekir. Tanım gereği olarak! Eğer cevap vermiyorsa, isterse ben Resul’ün kendi ağzından, kulağımla duymuş olsam bile benim için bir anlam ifade etmez. Mesela Peygamber zamanında Velid b. Muğire diye birisi vardı. O zamanın varlıklı ve nüfuz sahibi bir şahsiyeti idi, bilgili idi, edip idi. Peygamber’i duydu, sözlerini işitti. Fakat oralı olmadı. ‘Benim onunla yarışmam lazım’ dedi. Bir kenara çekildi. Bir süre toplumun karşısına çıkmadı, -öyle rivayetler var-. Neden? Duyduklarının hakikat olmadığını zannettiği için mi çıkmadı yoksa ‘vahiy gelecekse bana gelmeliydi’ diyerek bencilliği, kaprisi, gururu dolayısıyla mı çıkmadı? (Zuhruf 43/31) Başka bir ifadeyle, Allah’a ‘beni yaratmış olabilirsin ama benim hayatıma karışma’ mı dedi yahut demeye gelen tavır mı sergiledi? Bu çok önemli bir husus.”

“Evet, bu çok önemli. Çünkü Kur’an inkarcıları hep ‘yalanlayıcılar’ diye tanımlar. Bu ne demektir? Bir sözün yalan olması için o sözü söyleyenin bahsi geçen konuyu gerçekten dile getirdiği gibi zannetmiş olması değil de, bilerek aksini söylemesi demektir. Basit örneği ile, cebinde kalemi olan birisi, sorulduğunda bilerek ‘kalem yok’ diyor. Bu yalandır. Ama cebinde kalem var ve fakat yok olduğunu zanneden birisi, sorulduğunda ‘yok’ dediği zaman yalan söylemiş olmaz. Adam masum. Öyle zannettiği için ‘yok’ diyor. Oysa diğeri düpedüz yalan söylüyor. Kur’an, ‘kafir’ dediği, Resul’ün düşmanı dediği kimseleri Resul’ü ve onun getirdiği mesajı ‘yalanlayanlar’ diye anıyor. Çünkü onlar bilerek aksini konuşuyorlar. Bu çok önemli bir anlayış. Kur’an’ı bu anlayış ile yeniden okumak lazım. Neden? Çünkü kafir tanımı değişti. Kafir, bildiği halde üstünü örten, tekzib eden kimsedir. Söz gelim, bilmeden giderken ayağım taşa çarpmış. Taş da sıçrayıp bir şeyin üstüne düşmüş. Onun altında da değerli bir malzeme var, fakat haberim yok. Ben bakıyorum ve diyorum, ‘hayır burada değerli bir malzeme yok’. Bu durumda buna ‘yalancı’ denir mi? Hayır, ‘cahil’ denir, ‘bilmiyor’ denir. Kur’an ‘cahil’ tabirini de kullanır. Ama küfür yalancılık, kafir de yalancıdır.”

“Şimdi az önce sözünü ettiğimiz Velid b. Muğire, Hz. Muhammedi ‘hak’ görmediği için kabul etmiyor değil; bilerek onu inkar ediyor. Dolayısıyla yalan söylüyor. Ama içten içe diyor ki Resul’ün sözleri uydurma olamaz. Çünkü içeriği itibariyle insan mantığına ve duygularına aykırı değil. Ayrıca Resul’ün bizzat kendisinin uydurması olması mümkün olmayan edebi yönü olduğunu da görüyor. Edebi yönü bakımından hangi söz beşeri nitelik taşır hangi söz anlamı ve ifade biçimi ile beşer üstüdür bilir, biliyor. Başka bir örnek Ebu Cehil. İşi gücü ‘yalanlamak’. Aslında gerçeği biliyor. Çünkü kaynaklarda ‘bilge kişi’ olarak anılıyor. Ama enaniyet, kibir, gurur dolu. Ticari nüfuz ve servetinden ayrıca topluma göre bilgi düzeyinin üstünlüğünden güç alarak gerçeğin üstünü örtüyor. Aynı pozisyonla biz de karşı karşıya geliyoruz, şu anda. İster Peygamber’in hanımı ol, yanında kendi kulağınla duy; hiç fark etmiyor. Neden? Alacağım ben onun sözünü, kendi dünyamda bir analize tabi tutacağım. Diyeceğim ki ‘bu söz benim insanî sorularıma ve ihtiyaçlarıma cevap veriyor mu? Öyle bir cevap ki ancak Yaratıcımın verebileceği cevap mıdır? İşte mesele bu!”

“Kur’an’a yaklaşımımız, aynı şekilde hadis diye nakledilen rivayetlere yaklaşımımız böyle bir temele oturmak zorunda. Bu olunca, benim tarihsellik diye bir problemim hiç olmaz. Diyelim bir söz, Resul’den gelmiş, benim soru ve ihtiyaçlarıma cevap veriyor, tamam. Yahut güzel bir söz, kimine göre Resul’den gelmiş, kimine göre Resul’ün bizzat kendisinin söylediği iddiası uydurma. Bana insanî ihtiyaçlarım bakımından hakkaniyetli geliyorsa faydalanmaya çalışacağım. Çok örnekleri var bunun. Mesela duyuyoruz ki ‘Ahir zamanda başınızı dışarıya çıkardığınız zaman tekrar içeriye alamayacaksınız. Çünkü boynunuz öyle büyüyecek ki içeriye almak mümkün olmayacak’ mealinde bir söz naklediliyor. Şu veya bu nedenle Müslüman toplum tarafından bu söz Resul’den geliyor diye algılanıyor. Belki öyledir, belki değildir bilmiyoruz. Bu ne demek? Çünkü seneler önce TV antenleri çıkınca ‘işte boynuz, bir daha içeri alamazsınız’ demiştim arkadaşlara. O zaman sadece televizyon kanalları vardı. Televizyon müptelası olduğunuz zaman başınızı alamazsınız; mesela kitap okuyamazsınız, tefekküre vakit ayıramazsınız, dostlarınızla doyasıya muhabbet edemezsiniz. Şimdi artık antensiz bir şekilde iki yaşında bir çocuk, kendi dünyasına uygun videoları bulup seyredecek şekilde kendisini pencereden dışarıya bakamayacak hale getiriyor. Bu söz hadis midir, değil midir bilmiyorum. Hadis diyenler var, uydurma diyenler var. Beni hiç ilgilendirmez. Gerçekten ben toplumda kabul görmüş bu sözün doğru olduğuna ikna olmuş durumdayım. Çünkü yaşıyorum, yaşananları görüyorum. Sonuç olarak hadisler konusunda hassasiyet tarihselliği reddetme adına değil de Resul’e karşı takınılacak tavrın gerçek bir tabana oturması gerektiğidir.”

Zira Resul madem ki ‘Yaratıcıdan gelen mesajı, insan cinsinden görevli bir şahsiyet olarak uygulamaya koymakla görevli bir memurdur, -bu tanımın altını on kere çizmek lazım-, o halde ondan gelen nakillerin benim şu anda insanî sorularıma cevap vermesi gerekir. Tanım gereği olarak! Eğer cevap veriyırsa tamam, cevap vermiyorsa, isterse ben Resul’ün kendi ağzından, kulağımla duymuş olsam bile benim için bir anlam ifade etmez.

Başka bir müzakereci ise -küçük tasarruflarla- şunları paylaştı: “Kur’an’ın tebliğine, temsiline ve tatbikine memur olan bir şahsiyet olması sebebiyle Resulullah’ın (asm) söz, fiil ve takrirlerine karşı ilk dönemlerden itibaren büyük bir hassasiyet gösterilmiş, hadis ilmi adıyla anılan bir disiplin ortaya çıkmıştır. Bu ilim ya da disiplin kısa zamanda gelişerek hadislerin; a) önemi, b) tesbiti, c) rivayeti, d) tedvin ve tasnifi, e) öğrenimi, f) çeşitleri konularında çok önemli çalışmalar ortaya koymuştur. Hadisler temelde; a) metin açısından, b) isnat yani rivayet zinciri açısından taksime tabi tutulmuştur. Metin tenkidi açısından hadisler anlam itibariyle; a) Kur’an’a, b) sıhhati tespit olunmuş diğer hadislere, c) akl-ı selime, d) müşahedemize, e) tarihi vakıalara uygun olup olmaması gibi açılardan kritik edilmiştir. İsnat bakımından ise hadisin naklinde yer alan raviler; a) adalet yani samimiyet ve dindarlık açısından, b) zapt yani hafıza durumu bakımından değerlendirmeye tabi tutulmuştur. Bu çerçevede ravileri güvenir olup olmaması yönünden incelemeye tabi tutan -hadis ilminin bir dalı olarak- ‘cerh ve ta’dîl ilmi’ ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda binlerce hadis nakledicisini tek tek inceleyip değerlendiren “ricâl” kitapları kaleme alınmıştır. Sonunda güvenirlik bakımından alan uzmanları Resul’e isnat edilen sözleri sahih, hasen, zayıf ve mevzu (uydurma) diye tasnife tabi tutmuş, temel hadis kaynakları bu tasnife göre kaleme alınmıştır. Hadislerin güvenirliği konusunda özetin özeti olarak klasik literatürdeki bilgiler böyle olmakla beraber, bu derste gündeme getirilen ‘hadislerin bugün bizim insanî soru ve ihtiyaçlarımıza cevap verip vermemesi’ konusu dikkat çekici göründü bana. İstifade ettim, Allah razı olsun.”

Dersten sonra düşündüğümde zihnimde şöyle bir tablo belirdi: Dersin başında ifade olunduğu üzere hadisler tarihsel bir malzeme, On dört asır öncesinden geliyor. Peygamber Kur’an’ın açıklayıcı olması bakımından onun söz ve fiillerine verilen önem, bu alanda otaya çıkan hadis ilmi muhakkak ki rivayetlerin güvenirliği konusunda bir fikir veriyor. Derste altı çizilen ve “rivayetlere benim yahut bizim insanî ihtiyaçlarımıza cevap verip vermemesi” açısından bakmak, -her ne kadar metin kritiği ile ilgili eserlerde muhtemelen işaret edilmiş olsa da- oldukça orijinal bir yaklaşım olarak görünüyor. “Ben kimim, nereden geldim, nereye gidiyorum, akıbetim ne olacak, bu dünyada görevim nedir?” gibi temel insanî sorularımı cevaplaması açısından hadislerin geneli bakımından çok önemli bir kriter bu. Ama her hadisin yahut hadis olarak nakledilenlerin, -elbette fıkhî ahkama dair olanlar hariç- sıhhati konusunda bu kriter ne kadar işlevsel olabilir, biraz düşünmeye ihtiyaç var gibi geliyor bana.

Bilmem siz ne dersiniz?

Yazar hakkında

İlyas Üzüm

Dünyalıyım. Güneş Sistemi sokağında oturuyorum. Yaşadığım Samanyolu galaksisi şehrini bile gezemedim. Yolda mıyım, emin değilim ama "yolda olmak, yolcu olmak" istiyorum; zaman ve varlığın sonsuz yolculuğunda.

Yorum yazın