İman-bilgi ilişkisi, iman-tanıma ilişkisi, iman-şehâdet ilişkisi öteden beri dikkatimi çeken konular olmuştur. Bunlardan özellikle iman-şehâdet ilişkisinde, imanın “gaybîliği” ile şehâdetin yani tanıklığın “görmeye dayalı olması” ve kelime-i şehâdete, “Ben şahitlik ediyorum ki” diye başlanması görünüşte apaçık bir çelişki değil midir, diye aklımdan geçmiştir. Gerek Kur’an ve Risale okumalarımda gerekse Ha-mim derslerinde, imanın içinde yaşadığımız fizikî alemden yola çıkarak yani “müşâhede”ye dayalı olarak temellendirilmesi hususu ile -tarif gereği- iman esaslarının “gaybî olması”nı, bu bağlamda düşündüğümde, çelişkili olmak şöyle dursun, insanî özelliklerime tamamen uyan bir yaklaşım olduğunu kendi dünyamda az-çok tecrübe etmeye çalışmışımdır.
Geçen hafta sonu yapılan ve mazeretim dolayısıyla benim fiilen katılamadığım ancak kayıtlardan takip ettiğim müzakereli bir derste (https://www.youtube.com/watch?v=Kw4XRU3J6OQ), okunan metinle bağlantılı olarak konunun tam da buraya geldiğini gördüm. Miracın semerât ve meyvelerinin anlatıldığı metnin ilgili cümleleri şöyle başlıyor: “Erkân-ı imaniyenin hakâikini göz ile görüp, melaikeyi, cenneti, ahireti, hatta Zât-ı Zülcelâl’i göz ile müşahede etmek…” (31. Söz, Dördüncü Esas). İlk sözü alan bir müzakereci haklı olarak, “iman hakikatlerini göz ile görmek ne demek, Zât-ı Zülcelali göz ile görmek ne demek?” diye soruyor ve şöyle devam ediyor: “Metin, imanın rükünlerinin görülmesinden değil, imanın rükünlerinin hakikatlerinin görülmesinden bahsediyor. Mesela melaikeye iman, imanın rükünlerinden birisi. Ben elime bir kitap aldığımda, kitaba önce gözümle, sonra da içindekilerin hakikatine diğer insanî özelliklerimle muhatap oluyorum. Kitapta okuduğum anlamlı cümlelerin mutlaka bilinçli, bilgili bir kişinin iradesini kullanarak yazdığını gözümle gördüğüm kelimelerden kesinlikle müşahede ediyorum ve ‘bu kitabın bilinçli, canlı, bilgili… bir yazarı olduğu hakikatine’ kesin olarak iman ediyorum; yazarını bedeniyle görmediğim halde. Eğer yazarını bedenen görsem, imanım ziyadeleşecek mi? Hayır! Yazarın zatını görmekle onun ilmini, bilincini, iradesini zaten görmüş olmayacağımdan ulaştığım hakikatin daha da pekiştirilmesine bir faydası olmaz ki! O halde meleklere iman için varlık kitabına önce gözümle muhatap olacağım, sonra da bunun hakikatine insanî özelliklerimle intikal edeceğim”.
Müzakereci devam ediyor: “Metinde, ‘Zât-ı Zülcelali göz ile görmek’ ifadesine de yer veriliyor. Bu, -tarif gereği- mantıken muhal görünüyor. Zira göz ile görmek ‘ihata etmeyi’ gerektirir. Halbuki ‘mutlak’ olanın fizikî anlamda görmeye ve ihata edilmeye konu olması mümkün değildir. Ben bunu hep söylenegelen şu yaklaşımla anlıyorum: ‘lâ ilahe hakikati insanın kainattan yola çıkarak ulaşacağı bir sonuçtur’. Evet, insan bu yolculuğu göz, kulak, dil, el gibi cismanî özellikleriyle gerçekleştiriyor. Nitekim iman, ‘insanın ayağını kainata basarak ‘gayb’ hakkında şehâdette bulunması’ şeklinde tanımlanmıştır. Dolayısıyla metin miracın meyvesini, ‘insanın cismanî özellikleriyle gaybî hakikatlere ulaşabileceğinin müjdesi’ olarak açıklıyor. Yani gaybî hakikatlere ulaşmak için gözünü kapatmak zorunda değilsin. Aksine gözünü aç, kulağını aç, elini uzat… onlar seni Rabbine çıkaracaktır’ diyor”.
Diğer bir müzakereci şunları paylaşıyor: “Ben bu tür konuları şöyle bir benzetme ile anlıyorum: Bir sanatkar, diyelim ki bir müzisyen var. Adı, mesela Eren olsun. Ben size, ‘Eren’i biliyor musunuz?’ diye sorsam, siz onu biliyorsanız ‘evet biliyorum’ dersiniz. ‘Onu tanıyor musunuz’ diye sorsam, ‘evet, tanıyorum’ dersiniz. Peki, ‘bu kişi müzisyen olduğunu söylüyor, biliyor musunuz’ desem, “evet, öyle söyleniyor, biliyorum’ dersiniz. Soruyu değiştirip, ‘Peki o kişinin müzisyen olduğuna inanıyor musunuz?’ desem ne yapacaksınız? Eğer o kişinin müzik yaptığını, şarkı söylediğini görmüş, dinlemiş iseniz ‘evet’ diyeceksiniz. Görmemişseniz fikir beyan edemezsiniz. İnanmak, Kur’an’ın tabiriyle ‘iman’; emin olmak, güvenmek anlamındaki kökten gelir, ‘doğrulamak, onaylamak, tasdik etmek, tasdikinin gerçekliğinden emin olmak’ demektir. Peki bu nasıl gerçekleşir? O kişiyi görerek değil, o kişinin sıfatlarının tezahürünü görerek gerçekleşir! Ben bir kişiye bakıp onun müzisyen olduğunu onaylayamam, ama onun müzisyen olduğunun söylendiğini bilirim. Bu, bilgidir, iman değildir. Onun için ben, ‘iman bilgi cinsinden değildir’ hükmünü kendime slogan edindim…”.
Benim açımdan heyecan verici müzakere şöyle devam ediyor: “Burada bir önceki müzakerede gündeme gelen önemli bir kelimeye değinmek istiyorum: ‘müşâhede’. İman, müşâhede sonunda ulaşılan bir sonuçtur. Şahitlik etmek, şehâdet etmek de bu demektir. Hepsi aynı kökten gelir. Tekrar müzisyen örneğine dönersem, müzisyeni fiziken görerek onu tanımış, onun sanatkarlığını teslim etmiş olamazsın. Gördüğün fizikî bir varlıktır sadece. Onun sıfatlarının tezahürüne şahit olduğunda, onun sanatını fiilen icra ettiğini gözlemlediğinde onu tasdik etmiş olursun. Onun için iman ‘görerek tasdik etmektir’. ‘Eşhedü’ bu demektir. Peki neyi görüyorsun? Sıfatlarını göremezsin. Sıfatlarını ancak fiilî bir forma girdiği zaman görürsün. Dolayısıyla ‘Allah fizikî bir forma girecek, ben de göreceğim’ demek değildir. Bu, Hıristiyanların basitleştirilmiş iman anlayışından ibarettir. Sıfatların görülmesi ise ancak onların ‘eylem’e dönüşmesiyle gerçekleşir. O halde hakikatini görmek ancak hakikatin tezahürü ile mümkündür. Zâtının görülmesi iman konusu değildir, ‘hayal gördüm’ diyebilirsin. Müzisyeni şahsen görmem benim için, onu sıfatlarıyla tanıma adına pek bir şey ifade etmez. Ama müzisyeni, sanatını icra ederken görürsem, şarkısını dinlersem, o zaman onun müzisyen olduğunu tasdik ederim. Sonuç olarak Zât-ı ilahî söz konusu olduğunda, ‘zâtının hakikatleri’ Onun sıfatlarıdır, sıfatlarını da ancak tezahürünü görerek tanırız…”.
“Benim anladığım kadarıyla Eren’in şahsı ile görüşmemizin onun müzisyenliğini tanımamla doğrudan alakası yok. Başka açılardan bana zevk verebilir o ayrı ama benim inancımı artırmaz. Onun için İmam-ı Ali, ‘Perde-i gayb açılsa imanım artmayacak’ demiştir. Perde-i gaybın açılması ne demektir? Yaratıcıyı Zât olarak görmek demektir. Görsen bile imanın artmıyor ki. Ama bazı ayetlerde işaret edildiği gibi (Kıyame 75/22-23) görmekten kaynaklanan tarifsiz bir muhabbet, sınırsız bir lezzet var, onlar ayrı…”.
Müzakereler, bizim için miracın mahiyeti, Hz. Musa’nın Allah’ı görmeye dönük talebi ve ona verilen cevap, Allah’ın dağa tecelli edince dağın yerinde kalamayarak paramparça olmasının (A’raf 7/143) nasıl anlaşılması gerektiği gibi konularda devam edip gidiyor. Benim için bu müzakerelerde en çok faydalandığım hususlardan birisi ‘iman- şehâdet’ ilişkisine dair ortaya çıkan yaklaşımlar oldu. Zihnimde şu daha açık olarak belirginleşti: Bir kişiyi gerçek anlamda tanımak onu fizikî varlığı itibariyle değil, sıfatlarının tezahür etmesiyledir. Onun içindir ki Kur’an, “Allah’ı kesinlikle göremezsin ve fakat tecellilerini görebilirsin” diyor, ki bir yaratık için mutlak olan Yaratıcıyı görmek bu demektir. O halde ben varlıklarda gördüğüm özellikleri, varlıkların kendisinden olamayacağından emin olarak, Yaratıcımın özellikleri olduğunu teslim ederek Rabbimi tanıyabilirim. Bunun için de başta göz olmak üzere bütün bedenî özelliklerimle varlık alemine muhatap olacak, insanî/ruhî özelliklerimle de bunun hakikatini tasdik edeceğim. Demek ki iman hem gaybîdir hem de müşâhedeye dayalıdır. Allah razı olsun.
“… varlıklarda gördüğüm özellikleri, varlıkların kendisinden olamayacağından emin olarak, Yaratıcımın özellikleri olduğunu teslim ederek Rabbimi tanıyabilirim.” ifadelerinizi birkaç somut örnek ile; ve bir de
1. ‘maddenin ezeli olmaması/olamaması’
2. ‘maddenin/kainatın yaratılmışlığı/yaratılmamışlığı’
3. ‘Allah’ın ezeli olması’ hususlarını nasıl anladığınızı/temellendirdiğinizi (size sıkıntı vermeyecek ise) biraz geniş bir şekilde yazmanız mümkün müdür? Selametle kalın..