Geçtiğimiz hafta sonu gerçekleştirilen (02. 01. 2022), Ha-mim’in online Lahikalar dersinde (https://www.youtube.com/watch?v=UxcZXddbi7E), Barla Lahikası’nın Mukaddeme’sinin büyük bir kısmı okunup müzakere edildi. Müellif burada Hulusi Bey ve Sabri Efendi’nin Risale-i Nur hakkındaki fıkralarının bir mektup suretinde Risale-i Nur eczaları içine dahil edilmesinin sebeplerini açıklıyor. Beş madde halinde sıralanan bu sebeplerden dördü okunarak, birebir kendi hayatımıza bakan yönleri itibariyle değerlendirmeye tabi tutuldu. Ben, dersin bütününü ilgili kayıtlara havale edip Üçüncü Sebeple ilgili olarak zikrolunan ve bu iki zatın diğer talebelere göre birincilik kazandıkları üç özellikten birisi olarak anılan aşağıdaki paragrafa dair müzakerelerin birkaçına işaretle yetinmek istiyorum:
“Üçüncü Hassa: Ben kendi nefsimde tecrübe ettiğim ve eczahane-i mukaddese-i Kur’âniyeden aldığım ilâçları, onlar da kendi yaralarını hissedip o ilâçları merhem suretinde tecrübe ediyorlar. Aynı hissiyatımla mütehassis oluyorlar. Ve ehl-i imanın imanlarını muhafaza etmek gayreti, en yüksek derecede taşımaları ve ehl-i imanın kalbine gelen şübehat ve evhamdan hasıl olan yaraları tedavi etmek iştiyakı, yüksek bir derece-i şefkatte hissetmeleridir.”
Görüldüğü gibi parçanın ifadeleri de anlamı ve mesajı da gayet açık. Müellif kendi tecrübesine işaret ederek manevi rahatsızlık ve yaralarına karşı Kur’an eczanesinden ilaçlar ve merhemler aldığını, bunları kullanarak söz konusu hastalık ve yaralardan kurtulduğunu, bahsi geçen iki talebesinin de aynı ilaç ve merhemleri tecrübe ettiklerini belirtiyor. “Aynı hissiyatımla mütehassis oluyorlar” ifadesi ile de karşılıklı duygudaşlığa dikkat çekiyor. Arkasından bu iki güzide talebesinin ehl-i imanın imanlarını muhafaza etmek, onların hastalık ve yaralarının iyileşmesine vesile olmak için istek ve gayretlerinin yüksek bir şefkat derecesinde olduğunu dile getiriyor.
Yarım saat dolayında müzakere edilen bu paragrafla ilgili olarak bir müzakereci şunları paylaştı: “Kur’an’ın güzel bir talebesi olan Üstad’ın bu iki mümtaz talebesinin özelliklerini okurken, kendimiz için okumamız gerektiği ortada. Ben şahsen kendim için okuyorum. Gerek bundan önce zikredilen gerekse burada zikrolunan özellikleri bizim de kendi dünyamızda kazanmaya çalışmamız gerekiyor. Metin böyle bir teşvikte bulunuyor diye anlıyorum. Her halde ‘hayır efendim, bizimle ilgisi yok, o iki talebesiyle ilgili hatıraları naklediyor’ diyen varsa fikrini söylesin! Esasında bunu hem Risale okumalarımıza hem Kur’an okumalarımıza taşımamız gerekiyor. Zira buralarda, yaşanmış örnekler anlatılıyor. Bu örnekler üzerinden bize mesajlar veriliyor. Peygamber hatıraları yahut peygamber kıssaları dediğimiz nedir? Bir insan hayatında, bir toplumda, bir ilişkiler ağı içinde yaşanmış örneklerin bize aktarılmasıdır. Bu ne demek? Biz de, ben de yaşanmış örneklere bakarak bunları kendi şartlarımda, kendi hayatımda tatbik etme imkanı bulacağım, bulmam gerekiyor.”
Gündeme gelen başka bir müzakere şu oldu: “Üstad, kendi hastalık ve yaraları için Kur’an eczanesinden aldığı ilaç ve merhemleri tecrübe ettiğini, faydasını gördüğünü, bu iki talebesinin aynı yolu takip ederek tecrübe ettiklerini belirtiyor. Burada şunu hemen söyleyeyim: Ben bizzat kendimin tecrübesini yapmadığım bir hakikati, tüccarın toptancıdan alıp parakendeci dükkanına koyarak satması gibi bir tutum içinde olmayacağım. İlla ki önce ben tecrübe edeceğim, eğer rahatsızlıklarıma ilaç olur, şifa bulursam, ondan sonra bu ilaçtan aldığım şifayı bir başkasına sunacağım. Manevi rahatsızlıklar için kullanılan ilaçtan bahsediyoruz. Bunlar maddi şeyler değil ki kendim tatmadan başkasına verebileyim! Birisi açsa, ben ona yemek alacaksam, kendim tatmadan ona verebilirim. Ama iman hakikatleri ruhun ihtiyacı olduğu için ben önce kendi ruhi hayatımda tecrübe edip ondan sonra başkalarına nakledebilirim. Kendimde tecrübe etmediğim bir iman hakikatini başkasına bilgi cinsinden sunmanın o kişiye faydasının olmayacağı hikmet-i ilahiyeden anlaşılıyor. Hikmet-i ilahiye öyle yaratıyor ki karşıya tesir etmiyor, bir iz bırakmıyor. Bunu tecrübe edebiliriz. Zaten inanmadığımız bir şeyi iman konularında ancak bilgi olarak naklederiz. Belki kimya bilgisini tecrübesini yapmadan satabiliriz ama iman bilgisini, iman ilacını satamıyoruz.”
Başka bir müzakereci aynı paragrafla ilgili olarak şunları söyledi: Parçada eczane, ilaç, merhem, hastalık, yara… gibi kelimelerin kullanılması bana derman aramak için derdimizin farkında olmamız gerektiğini hatırlattı. Kendisini manevi bakımdan sağlık kontrolünden geçirmeyen, hastalık, sıkıntı ve yaralarının farkında olmayan kimselerin şifa araması, Kur’an eczanesine gitmesi, orada ilaç olarak sunulan hap ya da şurupları alması mümkün olmayacaktır. Bu fert olarak bizim için böyle olduğu gibi muhataplarımız açısından da böyledir. O halde kendimizi bir check up tan geçirmek gerektiği gibi muhatabımızın yahut muhataplarımızın da manevi hastalık ve yaralarını göstermemiz gerekiyor. Ta ki tedavi için arayışa girebilelim.”
Diğer bir müzakere şu istikamette cereyan etti: “Metinde, ‘ehl-i imanın imanlarını muhafaza etmek gayreti…’ diye başlayan ifade beni biraz başka yerlere götürdü. Şöyle ki, inanmayan yahut inanmadığı söyleyen kimselere baktığımızda bunların bir kısmının şartlanmış oldukları, bir kısmının da yanlış din takdiminin kurbanı olduklarını görüyoruz. Şartlanmış kimselere söyleyecek sözümüz olamaz. Bu kasıtlı insanlara ne kadar delil getirirsek getirelim faydası olmaz. Peki bu insanlar bir tarafa, bunların etkisinde kalmış zavallı insanların fıtratları, kanaatimce, ehl-i iman olmaya çok müsait. Bunlar dinin sathî şekilde takdim edilmesinden dolayı din ile aralarına mesafe koymuşlar. Özellikle din adına yapılan yanlış işlemler veya din adına ortaya çıkan insanların söylemlerindeki tutarsızlıklar, anlamsızlıklar, bağnazcasına savunmalar bu insanları dinden soğutmuş. Bu insanlar dinsizliği kendilerine ideoloji edinmiş değiller. Onların da şefkatle çağrılması gerekiyor. Onların fıtratları bozulmamış olup belki de sorunlu bir din anlatıldığı için dine mesafeli duruyorlar bugünkü toplumda, benim görebildiğim. Ama o kasıtlı kesim, o şartlanmış kesim var ya, onlara bir şey söyleyemezsiniz. Kur’an, devamlı söyler ya, ‘Onlar sağırdır, onlara duyuramazsın, onlar kördür, onlara bir şey gösteremezsin’ (Araf 7/179). İşte bu kasıtlı olmayanlarla konuşun, hemen şöyle diyeceklerdir: ‘Bir camide hoca şöyle söyledi’, ‘bizim mahallede dindar birisi var, şöyle yaptı’ vs. Çok sathî bir gerekçe söyleyecek. Yahu kardeşim, çok temelli meseleler var. Senin varlığınla ilgili meseleler var. Hayatın nedir, bu dünyada bulunuş maksadın nedir, gerçekten sen kendini maddeden ibaret bir varlık olarak görebilir misin? Duygu dünyan ne diyor? Bunların tatmin olması için nelere ihtiyacın var? Bırak şimdi dindarların yanlışlarını, istismarlarını, dini bilmeyenlerin dini savunuyorum diye mesnetsiz sözlerini… bunlar seni dinden soğutmuş’ demek, bunların elinden tutmak, bunlara da açılmak gerekiyor, diye düşünüyorum. Sonuç olarak kendimizi sınırlamamız icap ediyor, diye değerlendiriyorum.”
Gerek bu paragrafla gerekse okunan diğer paragraflarla ilgili birbirinden güzel müzakereler devam edip gidiyor. Allah razı olsun!
Allah ebeden razı olsun