Ders Notları

İnsanlar mı Kur’an’ı, Kur’an mı İnsanları Terk Eder?

İnsanlar mı Kur’an’ı, Kur’an mı İnsanları Terk Eder? | Ha-Mim

Ha-mim’in geçtiğimiz hafta sonu (30 Nisan 2023) yapılan Mektubat dersinde, Yirminci Mektup’un okunmasına ve müzakeresine devam edildi. İsm-i azam mertebesinde olduğu belirtilen “cümle-i tevhîdiye”nin anlamı, hakikati ve müjdelerine dair olan bahsin mukaddimesinde yer alan aşağıdaki parça ile ilgili olarak kıymetli tefekkürler paylaşıldı:

“Katiyen bil ki, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi, iman-ı billâhtır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billâh içindeki marifetullahtır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en sâfi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir.

Evet, bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve sâfi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olamaz. Cenâb-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrara, ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakikî tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama mânen ve maddeten müptelâ olur.

Evet, şu perişan dünyada, âvâre nev-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta, sahipsiz, hâmisiz bir surette, âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder? İşte bu âvâre nev-i beşer içinde, bu perişan, fâni dünyada, insan sahibini tanımazsa, mâlikini bulmazsa, ne kadar biçare sergerdan olduğunu herkes anlar. Eğer sahibini bulsa, mâlikini tanısa, o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinad eder. O vahşetgâh dünya, bir tenezzühgâha döner ve bir ticaretgâh olur.” (Mektubat, İstanbul 2020, s. 216-217)

Derste, geçen hafta kısmen üzerinde durulan “Allah’a iman” ile “marifetullah” yani Allah’ı tanıma arasındaki ilişki tekrar gündeme getirildi. İlaveten marifetullah ile muhabbetullah yani Allah’a sonsuz sevgi besleme arasındaki ilişki, nihayet bunun insan duygularına kazandırdığı “ruhânî lezzet”e değinildi. Moderatörün ve müzakerecilerin hayatın içinden verdikleri örnekler ve yaptığı açıklamaları da dikkate alarak baktığımda, metnin yorumu bağlamında bende -özetle- şöyle bir fikir hasıl oldu: Müellif ilk önce yaratılışa dikkat çekerek hilkatin en yüksek gayesinin ve fıtratın en yüce neticesinin “iman-ı billah” olduğunu söylüyor. O halde temelde “Allah inancı” var. Bu inanç “hilkat” ve “fıtrat” gerçeğine dayanıyor. “Hilkat”i genel anlamda yaratılış, “fıtrat”ı insanın yaratılışı; hilkati maddenin yaratılışı, fıtratı yaratılıştaki prensipler; hilkati bedenin yaratılışı, fıtratı insanî duyguların yaratılışı diye düşündüğümüzde kendisini gösteren en büyük gerçeklik, insanın insanî özellikleriyle yaratılışın arkasındaki Yaratıcı Kaynağı kabul etmesi ve Onun varlığını onaylaması oluyor. Bundan sonra ikinci aşamada bu Kaynağın bilinmesi ve tanınması konusu gündeme geliyor. O Yaratıcı Kaynak kimdir, Onun özellikleri nelerdir, alemi ve insanı yahut beni niçin yaratmıştır?.. gibi soruların cevaplandırılması devreye giriyor. Bu aşamada insan alemi ve kendi varlığını incelediğinde, aleme ve kendi varlığına yansıyan özelliklerden hareketle Onun niteliklerine, söz gelimi irade sahibi olduğuna/olması gerektiğine, ilim sahibi olduğuna/olması gerektiğine, hikmet sahibi olduğuna/olması gerektiğine, rahmet sahibi olduğuna/olması gerektiğine, beyan sahibi yani mesaj sahibi olduğuna/olması gerektiğine… ulaşıyor. Böylece varlıklara yansıyan özelliklerle, beyanında yani Kur’an’da kendisine ilişkin zikrettiği özellikler çerçevesinde Onu belli özellikleriyle tanıyor, Onun hem “mutlak” yani yaratılmaya muhtaç bu gözlemlediğimiz dünyadaki varlıklar cinsinden olmayan bir varlığa sahip olduğunu, mahiyeti itibariyle “tanınamaz” olduğunu ve fakat varlığı açıkça tanınabilir ve tanınmak zorunda olduğunu anlıyor ve tanıyor, “marifetullah” alanında mesafe kat ediyor.

İbadet kavramını doğru anlamak icap ediyor. İbadet etmeyi ‘resmi bir borç ödeme’ şeklinde anlarsak muhabbet söz konusu olamaz. Ama ibadeti ya da ubudiyeti Yaratıcıyı bilmek, Onun sonsuz kemâl sahibi olduğunu anlamak, Onun benim bütün ihtiyaçlarımı karşılayan olduğunu görmek, buna mukabil bana verilen duygular ile Ona hamd ve şükürde bulunmak, Onun sonsuz muhabbet ve ilgisine karşı muhabbet ve kulluk ile mukabele etmek diye anladığımızda her şey yerine oturuyor.

İkinci aşamada insan hem fiziki alemin tanıklığı hem Onun kelamî mesajı etrafında Yaratıcının sonsuz ilim, kudret, hikmet, mağfiret, rahmet… sahibi olduğunu, kendisinin ise sayısız ihtiyacı olup bunları ancak Onun karşılayabileceğini, Onun da esasen bunları karşılayacağını ve insana sonsuz bir hayat ve saadet bahşedeceğini va’d ettiğini öğrendiğinde Ona karşı nihayetsiz bir muhabbet, sonsuz bir sevgi duyuyor, -kat ettiği mesafeye göre- duyması gerekiyor. Bu husus metinde, “Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti o marifetullah içindeki muhabbetullahtır” ifadesi ile dile getiriliyor. Son aşamada ise böyle bir Rabbe muhabbetin insan duygularında tarifsiz bir sevinç, huzur ve lezzet meydana getireceği ifade ediliyor.

Burada zikrolunan dört aşamanın birbirini gerektirdiği, birinin diğerinin sonucu olduğu şeklinde bir ilişki gözleniyor. Tabandan tavana doğru bu ilişki iman, marifetullah, muhabbetullah, lezzet-i ruhanî olarak sıralanıyor. İnsan duygularının tarifsiz bir haz ve lezzet alması “muhabbetullah”ın sonucu, muhabbetullah hakikati “marifetullah”ın sonucu, marifetullah ise “iman”ın sonucu olarak görünüyor. Her birinin kendi içinde birçok derecesi olan bu aşamaların sonuncusu olan “ruhî” bakımdan duyulan güven, sevinç ve huzur içinde olma hali diğer aşamalarda kat edilen mesafe ile bağlantılı olmalıdır. Herkesin kendi dünyasında deneyimleyebileceği bu hakikat genel vasfı itibariyle bu dörtlü aşamaya uymaya çalışan kimselerde müşahede ediliyor. Nitekim metin “Cenab-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envara, esrara ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır” ifadesiyle bu hakikate işaret ediyor.

Bir müzakereci metindeki “dörtlü aşama”ya dikkat çekerek şunları söyledi: “Müellif iç içe olan bu dörtlü hakikati neye dayanarak söylüyor diye düşündüm. Metinde ‘cin ve insin en parlak saadeti’ ifadesi yer alıyor. Anladım ki müellif, ‘Ben insanları ve cinleri ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım’ (Zariyat 51/56) ayetine referansta bulunuyor. Ayette ibadet etmeye vurgu yapılıyor. Bu zorunlu olarak Mabud’a inanmayı, Onu bilmeyi ve Ona tazimde bulunmayı gerektiriyor. Dolayısıyla ibadet kavramını doğru anlamak icap ediyor. İbadet etmeyi ‘resmi bir borç ödeme’ şeklinde anlarsak muhabbet söz konusu olamaz. Ama ubudiyeti Yaratıcıyı bilmek, Onun sonsuz kemâl sahibi olduğunu anlamak, Onun benim bütün ihtiyaçlarımı karşılayan olduğunu görmek, buna mukabil bana verilen duygular ile Ona hamd ve şükürde bulunmak, Onun sonsuz muhabbet ve ilgisine karşı muhabbet ve kulluk ile mukabele etmek diye anladığımızda her şey yerine oturuyor. Söz gelimi anne ve babamla ebeveyn-evlat ilişkisine girmek ve benim onlara karşı muhabbet ve bağlılık içinde olmam resmi borç ödeme şeklinde mi yoksa fıtrî, samimi, onların bana olan muhabbetlerine muhabbet ile mukabelede bulunma hali midir? Uzatmayayım, metinde geçen ‘marifetullah içindeki muhabbet’ ubudiyetle ortaya çıkıyor. Yani kişi Sahibini tanıyacak, Malikini bilecek, Onun kendisine olan ilgi ve muhabbetine ‘ubudiyet’ ile karşılık verecek. Bunun yolu bu diye anlaşılıyor.”

Başka bir müzakereci de şu notları paylaştı: “Bilindiği gibi, Batı dünyasında yaygın olarak kabul edilen Hıristiyanlık inancı ya da geleneği var. Bu inanç ya da gelenekte ‘Tanrı sevgidir’ anlayışı dile getirilir, yani ‘seven Allah’ inancı. Kainatın şahitliği altında ‘iman-ı billah’, sonra da yine kainata yansıyan özelliklerinden yola çıkarak ‘marifetullah’ aşamasından geçmeyen bu anlayış toplumda yankı bulmuyor. Birçok sorgulayan insan ‘atıyorsunuz’ diyor ve dini reddediyor. Bu bizim için çok önemli bir ihtar oluyor veya ben böyle anlıyorum. Tekrarlıyorum çok önemli bir husus bu! İnsanlar ‘Bir Allah’a inandım, haydi o Allah’a inandıysam din haktır, o zaman dinî hükümleri yerine getirmeyelim’ moduna giremiyorlar. Kainattan temellendirilmemiş, yüzeysel, peşin hükme dayalı inançlar artık sökmüyor, insanlar tatmin olmuyorlar. Metinde, ‘Eğer sahibini bulsa, malikini tanısa, o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinat eder; o vahşetgâh dünya bir tenezzühgâha döner…’ deniliyor. Yani insanın ilahî rahmete sığınması ve ilahî kudrete dayanması sahibini bulmaya ve malikini tanımaya bağlanıyor. Bunlar Nursi’nin çok incelikli ifadeleridir. Rabbini ezbere cümlelerle değil, gerçekte kendisinin her an sahibi ve mâliki olduğunu bilmeyen yahut bunu tam olarak içselleştiremeyen kimseler ilahî rahmete sığınamaz, dünyasını şenlendiremez. Demek ki insan önce bu varlık alemi nedir, insan kimdir, ben niye buradayım, buradaki görevim nedir gibi temel sorulara ikna edici cevaplar bulması lazım.”

Bazı insanlar namazı terk ettiklerini söylüyor. Ben diyorum ki yahut Kur’an’dan öyle anlıyorum ki, ‘Hayır! Namaz onu yahut onları terk etti’. Bazı insanlar diyorlar ki ‘Ben dini terk ettim’. Ben diyorum ki, ‘Hayır, din onu terk etti’. Eğer bir aleti, verenin istediği şekilde kullanmazsak, o aleti veren ‘ben sana bunun için mi verdim bu aleti, bozdun, bozuyorsun bunu’ der ve geri alır. İşte Kur’an da, Kur’an mesajı da böyle sahipsiz kalınca, insanlar mesajı bırakıp da küçük konuları konuşmaya başlar, ‘şu caiz mi, değil mi, şu sevap mı, değil mi, şu kural olmalı mı, olmamalı mı’ boyutuna taşırsa, bu tür detaylarda boğulursa -Allah korusun ve Allah bize şuur ihsan etsin- Kur’an biz terk eder gibi görünüyor. Onun için yana yakıla bunun tedbirini almak lazım diye düşünüyorum.

“İşte bu aşamalardan geçmeyen, mesela Hıristiyan dünyada din giderek zayıflıyor, mabetler işlevini yitiriyor. Artık kiliseler bazı yaşlı kimselerin sosyalleşme adına gittikleri mekanlar haline geliyor. Koskoca kiliseler bir dolara satılıyor. Tamamen sembolik rakamlara! Elden çıkarmak istiyorlar. Başka nedenler de var ama temelde boş mekan niteliğinde buralar. Aynı akıbet şu veya bu oranda İslam dünyası için de geçerli gibi görünüyor. Böyle bir akıbete düşmemek için sağlam usul çerçevesinde metinde zikrolunan aşamalardan geçmeye çalışmak gerekiyor. Din veya inanç dediğimiz şey kültürel kimlik olarak veya peşin hükümlere dayalı kabuller olarak insanları bir yere götürmüyor, götürmediği açıkça görülüyor.”

Ardından modetaör de bulunduğu mekanda birkaç yıl zarfında birkaç kilisenin yıkılıp yerine alış veriş merkezleri yapıldığına veya başka amaçlarla kullanıldığına dair bilgiler paylaştı ve şu notu düştü: “Bizim ülkede de her köşe başı cami açılıyor diye sevinmemek lazım. Onların da cemaat açısından durumu farklı olabilir. Müzakerede dile getirilen hususlar bizler içine uyarı mesabesindedir diye düşünüyorum.” Daha sonra önceki müzakerenin sahibi tekrar söz alarak marifetullah-muhabbetullah ilişkisi bağlamında şunları kaydetti: “Yaratılanı sevmeyen Yaratıcısını hiç sevmez, sevmiyor. Benim ulaştığım sonuç bu! Yaratılanı sevmek için de insanların sevmediklerini söyledikleri şeylerin -ki buna şer deniyor- neden yaratıldığını çok tutarlı, çok sağlam şekilde izah etmek gerekiyor. İnanç konusunda problem yaşayan insanların takıldığı problemlerden birisi budur. Hatta elimde bir istatistik yok ama inanmayan insanların kahır ekseriyeti bu nedenle inanmıyorlar. Bu gayet makul şekilde açıklanmadığı sürece bir adım dahi ilerlemek mümkün olmuyor. Hemen malum argümanı önümüze koyuyorlar: ‘Madem Allah var, kötülüğü neden önlemiyor? Kötülüğü önlemek istiyor da gücü mü yetmiyor. Öyleyse O güçsüz bir ilahtır. Yoksa gücü yetiyor da kötülüğü önlemek mi istemiyor? Öyleyse O iyi niyetli değildir. Hem güçlü hem iyi niyetli ise bu kadar şer, kötülük nasıl oldu da var oldu?’ Oysa önceki Ha-mim derslerinde ifade edildiği üzere bazı şeyleri sevmiyor olarak yaratılmamız da Yaratıcının bizim yaratılışımıza koyduğu bir özellik. Sevmediğimiz şeyler hem sayıca az, hem iyi şeylerin farkına varmamız için var olmaları zorunlu şeyler olup ebedi hayata hazırlık eğitimimizde, sınavdaki ‘çeldiriciler’ gibi birçok açıdan faydalı hususlar. Her ne ise… Konuyu burada uzunca yeniden ele almaya gerek yok. Şunu demek istiyorum. Bu ‘şer’ veya ‘kötülük problemi’ diye bilinen hususla yüzleşmemiz şart. Bunu beceremediğimiz takdirde inanmayanların oranı daha da artacak. Arkadaşlar beni gençler üzerinde, üniversitede yapılan bir araştırmadan haberdar ettiler. Bu araştırmada hiçbir dine inanmadıklarını söyleyen kesimin oranı %28.5. Bu ne kadar büyük ve ne kadar ürkütücü bir oran! Neredeyse toplumun üçte birine yakını sadece İslam’a değil, hiçbir dine inanmadıklarını belirtiyor. Hem de nerede? Batı ülkelerinin birinde değil Anadolu’da! Bu bir alarmdır, bir uyarıdır Rabbimizden diye düşünüyorum. Bu uyarıyı ben şöyle alıyorum: Bazı insanlar namazı terk ettiklerini söylüyor. Ben diyorum ki yahut Kur’an’dan öyle anlıyorum ki, ‘Hayır! Namaz onu yahut onları terk etti’. Bazı insanlar diyorlar ki ‘Ben dini terk ettim’. Ben diyorum ki, ‘Hayır, din onu terk etti’. Eğer bir aleti, verenin istediği şekilde kullanmazsak, o aleti veren ‘ben sana bunun için mi verdim bu aleti, bozdun, bozuyorsun bunu’ der ve geri alır. İşte Kur’an da, Kur’an mesajı da böyle sahipsiz kalınca, insanlar mesajı bırakıp da küçük konuları konuşmaya başlar, ‘şu caiz mi, değil mi, şu sevap mı, değil mi, şu kural olmalı mı, olmamalı mı’ boyutuna taşırsa, bu tür detaylarda boğulursa -Allah korusun, Allah bize şuur ihsan etsin- Kur’an biz terk eder gibi görünüyor. Onun için yana yakıla bunun tedbirini almak lazım diye düşünüyorum.”

Derste gerek “iman”dan “lezzet-i ruhani”yeye ulaşan aşamalarla ilgili açıklamalar gerekse Kur’an’ın ana mesajlarına karşı duyarsızlığın azalması halinde Kur’an’ın bizi terk edeceğine dair müzakereler hem çok faydalı hem de çok sarsıcı geldi bana. Allah razı olsun (Dersin kaydına şu linkten ulaşabilirsiniz: https://www.youtube.com/watch?v=I7cRalFFULc).

Yazar hakkında

İlyas Üzüm

Dünyalıyım. Güneş Sistemi sokağında oturuyorum. Yaşadığım Samanyolu galaksisi şehrini bile gezemedim. Yolda mıyım, emin değilim ama "yolda olmak, yolcu olmak" istiyorum; zaman ve varlığın sonsuz yolculuğunda.

Yorum yazın