Hadis Okumaları Kur'an Okumaları Müzakereler Usûle Dair

Tekâsür ve Kabirleri Ziyaret Etmek

Tekâsür ve Kabirleri Ziyaret Etmek | Ha-Mim

Mehmet Ali – 

Tekâsür 102: 1-2

Tekâsür ve Kabirleri Ziyaret Etmek | Ha-Mim

“Çoklukla övünmek sizi o derece oyaladı ki, nihayet kabirleri ziyaret ettiniz.”

Ben nasıl kabirleri ziyaret ediyor olabilirim? Hangi halimle? Örnek aklına gelen varsa paylaşabilir mi?

Şuna ne dersiniz? Ben çok şey elde etmek istedim/istiyorum ama elde etmek istediğim şeyleri hep eşyanın kendisinden bekledim. Eşyanın kendisinde hayat yoktur; eşyanın kendisinden beklediğim için tahiyyattan uzak kaldım = kabirleri ziyaret etmiş oldum. İçinde ölü olan yerlerden bekledim hayattar olan isteklerimi.

Ali – elha+kum, burada, “sizi oyaladı” manasında, fakat “lehv” kelimesinden türeyen “elha” sanki sizi boş boş işlerle, “lehv”lerle doldurdu, meşgul etti… gibi anlamak daha doğru.

“al-takasur” işe çoğalttıkça çoğaltmak, devamlı çoğaltma ile meşgul olmak anlamına gelirse, “boş boş, lehviyatı çoğaltacağım diye uğraşıp durdunuz,” hayatınızı sizin varlık maksadınıza ulaştırmayacak boş işlerle öylesine geçirdiniz ki,

Mezarlarınıza gidinceye, girinceye, ölünceye kadar, biz bu boş işlerle (lehviyyat ile – Risalelerde geçen “lehviyat” aslında bize buradaki tabiri öğretir) hep uğraştık durduk ama bunların bir hakikati var mıdır, diye hiç oturup düşünmedik.

Ayetler devamlı “Bir gün gelecek anlayacaksınız ki, bunların hepsi boşmuş!” diye hatırlatıyor. Şimdi Yaratıcımız bize bunu bildirmek suretiyle “İş işten geçmeden burada oturup bir sorgulayın kendinizi” diyor.

“Bu toplayıp durduğum, yaratılış maksadıma hizmet etmeyen, mal, mülk, ilim, itibar, meslek, makam, kuvvet… acaba bunların hakikati nedir, neden ben hep makamımı yükseltmek için çalışıyorum, bu duygunun aslı ne ola ki, neden bana böyle bir duygu verilmiş olmalı ki, her konuda birşeyler öğrenmek için bir merak duygusu var bende, acaba bu merak duygusu neden bana verilmiş olmalı ki, ondan ben nasıl faydalanmalıyım, nerede ve nasıl (Onların hakiki Sahibi kim? O’nu bulup O’nun adına, O’nun izniyle) kullanmalıyım onu…” diye düşünmemiz gerektiğini hatırlatıyor bu ayetler.

“Mal artırıp artırmamak değil mesele, yalnızca malın miktarının artması ile meşgul olup da, o mallar ile ben ne yapacağım ki, bu mallar (emanetler) bana neden emanet ediliyor, bu emanetleri nasıl değerlendirmeliyim, yaratılış maksadı ne olmalı ki” vb. soruları sorup cevabını araştırmamız gerektiğini haber veriyor bu ayetler bize.

(Online derslerimizde 30. Söz‘ün 1. Makamı’nı bu “emanet”i nasıl değerlendirmemiz gerektiğini anlamak için okuduk ve üzerinde tartıştık, hatırlıyorsanız.)

“Cehim’i” (yakıcı ateş) gözle görürcesine hissedecek, anlayacaksınız. Yani, iyi dikkat ederseniz yanlışınızı hemen farkedersiniz. Bu bize verilenlerin birer “emanet” olduklarını ve dolayısıyla, hakiki bir Sahibinin olduğunu, ebedi olan âleme hazırlık yapmak için, o fani emanetlerin ebede bakan yönünü hesaba katmadan, düşünmeden toplayıp durdunuz, eğer bir düşünecek olursanız, onların elinizden alınacağını kesin bilecek, farkedeceksiniz ve yüreğiniz yanacak. O zaman yanlış yaptığınızı anlayacaksınız, Yani, Allah’a, hakiki Sahibine teslim etmeyerek, Onun adına kullanmamanın sizin yüreğinizi “yaktığını” bizzat bu dünyada hissedeceksiniz.

Eğer bu toplayıp durduklarınızın hakikatini düşünmezseniz, ne gibi bir gerçeğe delalet ettiklerini araştırmazsanız, bu size verilen “emanet” nimetlerden dolayı hesaba çekileceksiniz.

İlginçtir, bu hesaba çekilme mutlaka yalnızca ahirette olacak değil, önce burada olmalı ki, bu “hesaba çekilmenin” sonunda yanlışımızı anlayalım. Yoksa, buradan gittikten sonra anlasak da bir faydası olmaz. Yaratıcımın bana böyle bir olaydan bahsetmesinin nedeni olmalı. Eğer ben bu olaydan bu dünyada bir fayda sağlamazsam benim için bir faydası olmaz ve Yaratıcım da bana boş yere konuşmuş olur. Yani, bu dünyada iken ben yanlışımı anlayabilmem lazım. Bu yanlış bana bildirilmeli. Eğer dikkat edersem bu bana verilen “emanet” nimetler üzerinde bir düşünecek olursam, yani bir soracak olursam kendime “bunlar bana niçin verilmiş ki” diye, anlarım ki bunların bir veriliş maksadı var. Eğer bu maksada teslim olur ve bu nimetleri o maksat ile kullanırsam ne ala!

O maksada sırtımı çevirir, anlamamazlıktan gelir, yalnızca “anlık” zevkime, “hevama” kapılırsam, akıbetimin ne olacağını, bu inkarcı halimde görürüm, anlarım. Fakat hakikata teslim olup olmamak bize verilmiş bir seçimdir. Ya teslim olur, selameti buluruz, ya inkar eder kendimizi anlık zevkte “hapsederiz”. Cehennem hapsinin bu dünyada küçük ve de sınırlı bir örneğini tadarız. Bu da Rahmet-i İlahinin bir ikazıdır ki, yaptığımız tercihin yanlışlığını bize Rahmeten haber veriyor.

Çok manalar yüklü bu gibi sureleri okuyunca insan, Rabbimizin bize Vahiy ile ne de güzel Rehberlik yaptığını, bizi eğittiğini anlıyor, elhamdülillahi ala ni’met’il-Kur’anı ve’l-imanı ” dedirtiyor.

Kur’an ile her imkânda başbaşa olmak ve ondan faydalanmak temennisiyle:

Ömür biter Kur’an hakikatları bitmez!

Mehmet Ali – Bu ayetler hakkında tefekkürünüzü paylaştığınız için teşekkürler.. Aynı şekilde düşünmeye devam etmek istiyorum. Çünkü bu sure şu an bana bir hayli ilginç göründü.. İlginç görünmesinin arka fonu da şu: Ayetin mealini okudum, “kabirleri ziyaret edenler” şeklinde. Sonra dedim ki kendi kendime, ben şu an nasıl kabirleri ziyaret ediyor olabilirim. O tefekkürümün sonucudur burada söylediklerim:

Mezarlarınıza gidinceye, girinceye, ölünceye kadar, biz bu boş işlerle (lehviyyat ile – Risalelerde geçen “lehviyat” aslında bize buradaki tabiri öğretir) hep uğraştık durduk ama bunların bir hakikati var mıdır, diye hiç oturup düşünmedik.

Arapça ifadelere çok vukufiyetim yok; o yüzden ihtiyatla yaklaşmak istiyorum. Ancak, buradaki mananın ölünceye kadar olduğunu zannetmiyorum şahsen… Ayette geçen zürtüm-ül magaabir şeklinde söylenilenin, “kabirleri ziyaret etmek” şeklinde bir manası var diye anlıyorum ben… Bu, şu yüzden önemli: Ayette vurgusu yapılanın, ölünceye kadar lehviyatla uğraştık demekten ziyade, bu lehviyatla uğraşmanın mezarlara gitmek ile (ölü olarak değil) bir bağlantısı var diye düşünüyorum; o iki şey arasındaki ilişkiye dikkat çekip, oradan bize bir mesaj verilmek isteniyor diye anladım ben burayı.

Dolayısı ile, kabirleri ziyaret etme şeklinde ifade edilen metaforun, içi boş ya da ölü yani cansız bir şeyle uğraşmak şeklinde bir gerçeği dünyamıza getirmek için söyleniyor olması lazım gibi geliyor bana… Eşya ölüdür; onu canlı yapan şey üzerinde tezahür ve tecelli eden esma-i hüsnadır. Eğer biz, eşyanın kendisine yani cesedine muhatap edersek kendimizi, ayetin tabiri ile “kabirleri ziyaret etmiş” oluruz.

Zira bu ilk iki ayetin hemen akabinde, zaten “dikkat etseniz bunu bilirsiniz; evet bilirsiniz” diye vurguyla söylenmiş ayetler geliyor.. Öldükten sonra ahirette değil, hemen şu anda. İman gözlüğü ile baktığımızda ve insaniyetimizdeki duyguları kullandığmızda bu cehennemi içimizde hissediyoruz.

Değilse, baştaki kabre gitmeyi ölmek olarak anlarsak, bu farkına varmaklığın ancak ahirette mümkün olması gibi bir durum ortaya çıkar ki, sizin de dediğiniz gibi, o zaman iş işten geçmiş olacak. Kur’an bana şu an yani hayatta iken tecrübe edip göreceğim ve ders alabileceğim şeylerle muhatap olur ya da olmalı.

Bu arz ettiğim şekliyle yorumlamanın hakikatlı olduğunu sürenin sonundaki ayetlerden de sağlamasını yaparak anlayabiliyorum diye düşünüyorum.. Çünkü sure, sanki birden nimetlerden bahsetmeye başlıyor gibi oluyor — eğer baştaki kabirlerle ilgili benzetmeyi, bize verilen nimetlerin içindeki hayattar olan manaları anlamamak şeklinde yorumlamaz isek.

Yani zürtümül megaabir, kabre girmek yani ölmek ise, nimetlere nereden geldik birden bire?? O zaman, çoklukla uğraşıp durdunuz ve sonunda da oldunuz, bakın hayatınızı boşa geçirdiniz falan gibi birşey söylemesi gerekiyordu. Ancak en son ayet, “nimetlerden sorulacaksınız” diyor.

Demek ki, nimetlerin yanlış kullanılması söz konusu. Nimetlerin yanlış kullanılması da baştaki ayetlerde anlatılıyor. Bu yanlış davranışa işaret eden manayı içinde barındıracak olan sadece birinci ve ikinci ayetler var. Yani, çoklukla uğraştınız ve kabirleri ziyaret ettiniz.

Kabirleri ziyaret etmek eşittir nimetlerin yanlış kullanılması olsa gerek. Bir nimete nasıl bir şekilde muhatap olabiliriz ki, onun adına veya benzetmesine kabirleri ziyaret ettiniz diyebilelim? Soru bu…

Kabir, içinde ölülerin olduğu yer ise eğer yani hayattar şeylerin olmadığı yer anlamında, o zaman bu anlamı, nimetlere bakınca nasıl elde edebiliriz? Yani, nimete baktık ve bu bakış bizim için bir kabri temsil etti adeta yani içinde hayat olmayan bir yer.

Elma nimetine bakıp içinde hayat bulamamak (kabir) ne demektir o zaman??? Elma biolojik olarak hayattar olabilir ancak burada iman dersi edindiğimizden dolayı, iman terminolojisinde ne zaman bir şeye ölü denilir diye düşünmek lazım… Velhasıl, dönün başa, kabirleri ziyaret etmek demek, nimetlere hayattar olmayan bir gözle bakmak demektir...

Bu gözle bakınca da, sizin dediğiniz gibi, boş işle uğraşıyoruz anlamına gelir. Boş iş tanımı, Kur’an’a göre yapılmalı. Dolayısı ile, mesela, çok ünlü ve çok çalışkan ve çok üretken bir bioloji profesörü bu anlamda boş işle uğraşıyor demektir. Çünkü, eşyanın cesedine bakıp duruyor; cesed ölüdür; içindeki anlam canlıdır. (Melek bahsine de cross referans) Anlama muhatap olmadıktan sonra o eşyanın profesörü olsan ne olur, olmasan ne olur? Kabirleri ziyaret ettiniz işte.

Bilmem, zihnimdeki mantık örgüsünü tam ifade edebildim mi??

Ömer – Elhamdülillah, güzel bir açılım oldu. Demek şuur-u iman ile yaşamadığımız her an aslında kabirleri ziyaret ettiğimiz bir an oluyor. Nefsimiz “lehviyat” ile uğraştığından o anda farkında olmasa bile, ruhumuz boğuluyor.. Ve aslında nur-u iman sanki her yere bir anda hayat üflüyor gibi düşünülebilir. Vahiysiz medeniyetin sunduğu bütün ‘lehviyat’ın bu yönünü duyabilsek ve gösterebilsek… Çoğaltmakla geçen boş ve ölü anlar ve zamanlar, etraf cesed dolu… Kokuşmuş cesedler… Allah razı olsun.

Ali – Allah razı olsun Mehmet Ali Hocamızdan. Derinlemesine iman perspektifli bir yaklaşım ile hayatımızda önemli olan bir usulü gündeme getirdi: Dünyadaki nimetlerle ilişkilerimizi, ruhsuz cesetlerle olan ilişki haline dönüştürmememiz ve onların ruhu olan manalarını okumamız gerekir. O manalar ise, onlara Vücud Veren’in Özelliklerinin yansıması, Esma ve Sıfaat-ı İlahi’nin yansımadır. O nimetleri, “Cehim”, yüreğimizi yakan “ateş” haline dönüştürmemenin tek yolu, onlardaki mesajı okumak ve o mesaja göre o nimetlerle ilişki kurup, Mutlak olan Kaynaklarından getirdikleri “Saadet-i Ebediye” müjdesini ruhumuza taşımaktır. Nimet Veren Mün’im’in Mutlak özelliklere sahip, Ezeli ve Ebedi olduğunu anlayarak, onun Nimet Vericiliğinin sonsuzluğunu idrak etmektir. Buna da “imanı hayatımıza taşımak, yani, iman ile amel etmek” denir. MaşaAllah! Al-hamdülillah.

Bilmem, özetleyebildim mi? Çok güzel bir “istişare” oldu, faydalandım.

İstişarenin bereketini ihsan eden Rabbimize çok hamdediyoruz. Allah razı olsun.

Ömer – Bu faydalı istişareler bana şu manaları da düşündürdü.. Aslında çoğaltma isteği bir semptom, bir sonuç olarak düşünülebilir. Esas hastalık kainat ile ilişkide kainata mana-i ismiyle yani ceset yönüyle muhatap olmak. Öyle olunca hiçbir “ceset” ebed için yaratılan insani tatmin edemiyor.. Ve bu tatminsizlik insanı daha çok cesed ile muhatap olmaya itiyor, bir yalancı umut yeşertiyor ve insan çoğaltmaya yöneliyor… Ama bunu her yaptığında “cehim” ile karşılaşıyor. Sure bu kısır döngüye bir neşter vuruyor sanki..

Oysa insan nimetlerin mana-i harfiyle muhatap olsa, o zaman fıtri bir şekilde “cesed”lerden beklentileri azalacak, çünkü sonsuz Esma-i ilahiye ile muhatabiyet onu doyurup sonsuz muhatabiyet (saadet-i ebediyye) isteğine yöneltecek.. Belki şöyle diyebiliriz: Esas mesele çoğaltmak değil, nimetin sahibini tanıyıp tanımamakta yatıyor. Bu doyumsuzluğu kendimizde farkedersek, imanı tahkik edip şuur-u imaniyi nasıl arttırabileceğimizi düşünmemiz gerekiyor.

Senai – Hayy kalbine sağlık Mehmet Ali Hocam, nadide bir inciyi deldiniz, tekasür’le kesretle uğraşmış biri olarak açılımınızı okuyunca hop oturup hop kalktım. Şu anda içim kıpır kıpır… Hah şöyle ya diyorum.. Evet, evet, evet…. Kelimelerin kalbine hikmet koyan Rabbimize hamd olsun…

Dediğiniz gibi, “nimet”i nimet olmaktan çıkardığımızda, “ölü” bir şeyle karşılaşıyoruz. Nimet, demek verilen demektir ya; eşyayı in’am’a ve Mün’im’e bağlayarak muhatap olmaktır nimeti nimet bilmek.. Nimeti, Mün’im’den kopardığımızda geriye sadece “tekasür” kalır, çokluk, çoğaltma hırsı… Böylece eşyanın elçilik ettiği tahiyye’yi fark edemez ve bir “ölü” ile baş başa kalırız.. Eşya bize “kevser” değil “ebter” olur… Oysa bize kesintisiz ve bitimsiz bir kevser verilmiştir, biz ise o eşyayı Rabbimiz için secdeye durdurmamakla, (fesalli li Rabbik…) ve o eşyanın varlığını onu Veren adına kurban etmemekle (venhar) ebter (soyu kesik, devamsız, faydasız, cansız, meyvesiz, ölü) eyledik…

Bu durumda nimetle muhatap olmuyoruz, ölü ile muhatap oluyoruz. Ölü ise bize doyum vermediği için onu çoğaltmakla doyum alacağımızı sanıyoruz.. Çoğalttıkça çoğalttıkça, tıpkı susamak için içtiğimiz tuzlu suyun bizi daha çok susatması gibi, daha çok çoğaltılacaklarla karşı karşıya geliyoruz, daha bir yoksul hissediyoruz kendimizi. Kabirlerin sayısını artırarak onlardan hayat bekliyoruz, ah! Bu da cehennem yapıyor hayatımızı.. Karşılığı cehennem olan bir yangın yeri oluyor yüreğimiz…

Diğer taraftan, meyvesiz ve faydasız işlerle/sözlerle uğraşmayı Rabbimiz zaten “ölü” diye zikrediyor… Hucurat, 49:12’ye bakalım. Gıyabında konuştuğun kardeşine, kardeşinin gıyabında konuştuklarını dinlettiğin kardeşlerine dair sözler “ölü” sayılıyor. Yani canlı ve hayatlı bir ağzın, dilin, dudağın, nefesin, sesin “ölü” bir söze dokunması ayıplanıyor.

Bir de surenin son ayeti bu yüzden geleneksel olarak anlam sapmasına uğruyor… “O gün nimetlerden hesaba çekileceksiniz!” diye anlamamak gerek diye düşünüyorum. Zira Kur’an’ın hiçbir yerinde “naim” olumsuz anlamda kullanılmaz… Naim’i naim bilen zaten hesaba çekilecek değildir. Nimet’i nimet bilmeyen hesaba çekilir.. Öyleyse son ayet şöyle de anlaşılabilir: “O gün, nimet neymiş anladınız mı diye sorulacak size…” Siz cesetlere sarılmıştınız dünyada, ceset çoğaltmak için koşturup durmuştunuz, bakın “hayat” neymiş, şimdi gördünüz mü?

Senai – Mustafa İslamoğlu’nun mealinden “elhakumuttekasur”deki “elha” fiiline dair dipnotu paylaşarak başlayayım:

lehve: değirmen taşı boşa dönmesin diye ağzından çıkanı geri içine koyarak taşı oyalamaktır. “Faydalı veya faydasız bir işle meşgul olmak” anlamındaki şuğl’den farklı olarak, sadece faydasız işler için kullanılır. Burada kınanan çok mal değil, mal az da olsa malı çoğaltma tutkusudur. (Demek oluyor ki, az mal sahibi olmakla çoğaltma tutkusundan kurtulmuş olamazsın, çok mal sahibi olmak da seni çoğaltmaya tutkun yapmayabilir) Cüneyd-i Bağdadi’nin ‘fakr” tarifi işte bu noktada “çok mal” ile “malı çoğaltma tutkusu” arasındaki farkı ortaya koyar: “Fakr hiçbir şeye sahip olmaman değil, dünyalara sahip olsan da hiçbir şeyin sana sahip olmasına izin vermemendir.”

Şimdi daha iyi anlıyoruz değil mi, Alemlerin fahrinin neden fakr’la fahirlendiğini… Alemlerin kendisiyle övündüğü Peygamberin kendisiyle övündüğü fakr ne ola? Sorun, malın çokluğu-azlığı değil, mal ile aramızdaki “ilişki”…

Summe letüs’elunne yevme izin anin nâim: Nihayet o gün, ebedi nimetlerden vazgeçip (geçici nimetlere yönelmenizden) dolayı hesaba çekileceksiniz.

Zımnen: Nimeti nimet olarak göremeyip nimet’in ardında saklı Mün’im’e tanışmadığınız için nimet nimet yapmanın biricik yolu olarak onu çoğaltmayı tercih ettiniz. Oysa nimet az da olsa ardında bir Mün’im’in öldüğünü bilmek size o nimeti çok yapacaktı.. “nihayet o gün, nimet neymiş sorulacak size…”

Ali – Konunun üzerinde düşünürken Rabbim şu hadisi hatırıma getirdi: “Lezzetleri acılaştıran ölümü sıkça hatırlayın.”

Her bir olayın, her bir şeyin “fani yönünü” hatırlayın, ki o yönünü siz sevmeyeceksiniz, yani, fıtratınız reddecek. Dünyadaki eşya ile olan ilişkilerinizde, “ölüme giden yönü”, “fani yönü” sizi tatmin etmez ve hemen ondan vazgeçersiniz. Böylece acaba “eşyanın bizzat kendisinden kaynaklanan bir özelliği yoktur, o eşya beni tanımaz, bilmez, bana lezzet vermeyi irade edemez” vs. manasında “lailahe” demiş mi oluyoruz? Eşyanın bizzat kendisine bakan yönü ile alakalı olmanın, benim için hiç de sevilebilecek bir şey olmadığını anlamak için, “o eşyanın bizzat kendisinin ölüme gidişini” hatırlamamızı tavsiye ediyor, Rasulullah savs.

Eşyanın bizzat “mana-yı ismisi” ile yani yaratıcısına değil kendisine bakan yönü ilgilenmem, sahte, geçici, kalbi ve ruhu tatmin etmeyen bir davranıştır. Ancak eşyanın bizzat kendisinin faniliğini, yani ölümünü hatırlamak suretiyle, o eşya ile bana gönderilen mesajı almaya hazır hale gelmiş olurum. Onun için “ölü” olan yönüne çok dikkat etmemi tavsiye ediyor, Rasulullah savs. Fani, ölü olan yönü de bana “acı” geleceğinden, kaçacağım o yönünden ve ancak bu kaçıştan sonradır ki, o eşyanın bana veriliş maksadını araştırmaya başlayabilirim.

Bu şey kendisi ölümlü, kendisinin varlığını kendisi sağlayamaz, öyleyse, bu şey ile beni tatmin eden kim olabilir ki? Bu şeye bu özellikler nereden ve kim tarafından verilmiş olabilir ki? Bu sorular fıtri sorulardır, ancak, eşyadaki özelliklerin, o eşyanın kendisinden olmadığını farkettikten sonra sorulan sorulardır bunlar. Bu soruların cevabını bulmak için yaptığım araştırma beni, “illallah”a ulaştırır. Eşyayı Yararatanın bana o eşyayı yaratarak Kendisini tanıtmak istediğini anlamam mümkün olur. Yani, eşyayı “mana-yı harfi” ile okumam mümkün olur.

“Eşyanın kabire giden, yani ‘ölü’ olan yönü sizi oyalamasın” diye anladığımız (Tekasür 102; 1-2) ayetlerin uygulamasını bu hadis gösteriyor, diye düşündüm.

Anlamaya çalıştığımız ayetler ile bu hadisi kaynaştırdığımızda: “İlişkiye geçtiğiniz bir şey’in ölü olan yönünü her zaman hatırınıza getirin ki, hemen o eşyanın fani yönüne değer verip, eşyanın kendisini çoğaltmaya çalışmaktan vazgecesiniz. Çünkü siz eşyanın ölüme giden, fenaya giden yönünü sevmeyecek şekilde yaratıldınız.” diye açıklamak doğru olur mu dersiniz?

Said –  Çok güzel manalar. İnsaniyeti dirilten manalar. Rabbim kelamın ne güzel!

Demek ki O’nun kelamına yaklaşımda da “canlı” “cansız” yaklaşımı geçerli oluyor. Çünkü ben her Kur’an anlama çalışmasında bu dirilişi yaşayamıyorum! Kur’ana da mana-yı harfi ile bakmak gibi birşey.

Yazar hakkında

Müzakereler

Çeşitli imani konular üzerine yapılan e-posta yazışmaları Müzakereler kullanıcı ismiyle yayınlanmaktadır.

Yorum yazın