Kainat ve İnsan Risale-i Nur Okumaları Usûle Dair

“Vakadan Vâhid’e” (Muhakemat Ders Notları-3)

“Vakadan Vâhid’e” (Muhakemat Ders Notları-3) | Ha-Mim

Kur’ân, olmayan değil, olan şeylerden bahseder

Elâ! Ey mantıksız miskin! Neredesiniz? Bakınız. Mantıkta mukarrerdir, mahsûsattaki vehmiyat bedihiyattandır. Eğer bu bedaheti inkâr ederseniz, size nasihate bedel tâziye edeceğim. Zira ulûm-u âdiye sizce ölmüş ve safsata dahi hayat bulmuş derecesindedir.

Burada herkesin bilgisi dahilinde olan bir usul vardır. Mahsûsat makulatın zıttı olan hallerdir. Makul ise aklın dahilinde, fiziki olarak tecrübe edilebilen, yakınımızda olan olaylardır. Mahsûsat’tan yani aklın süzgecinden geçmemiş veya aklın rehberliğine müracaat etmemiş duygulardan, hislerden vehimler gelir. Bu nedenle mantıkta mukarrerdir, mahsûsattaki vehmiyat bedihiyattandır (aşikardır). Görme, işitme gibi dış duyular vasıtasıyla elde edilen bilgiye vehim karışmaz. Elle tutup gözle gördüğümüz, bizzat varlığından emin olduğumuz şeylerdir.

“Ruhumuz var mı? Elimizle tutmuyoruz ki” gibi bir soruyu sormamamız gerekir. Çünkü bu mahsûsattan değil, makulattandır. Ölümle insanın cesedinden bir şey eksiliyor. Ruh çıkmadan önceki aynı ceset, ölümden sonra hiçbir fonksiyonunu gösteremiyor. Bu benim mahsûsatım, vehmim değildir. Bizzat görüyorum, biraz önce konuşan, yürüyen adam şimdi konuşmuyor, yürümüyor, hissetmiyor, duymuyor. Bir şey var ki, ben beş duyumla müşahede edemiyorum. Ruh ve hayat gözle görülür, elle tutulur şeyler değildir. Bunların varlıkları vehimden kaynaklanmaz, benim müşahedelerimin sonucunda vardığım sonuçlardır. İnsana bakıyorum yapısında et, kemik, su var; bu varlık düşünüyor, sorguluyor, konuşuyor. Ben konuşunca anlıyor ve bana tepki veriyor. Fakat bir saniye sonra ölünce bütün bu yaptıklarının hiçbirini yapamaz hale geliyor. Ceset aynı duruyor demek ki maddeden başka bir şey var. “Et parçası fikir üretir mi?” diye sorgulamak gerekir. Etten başka bir şeyin olduğunu bizzat tecrübe ediyoruz. Bunu inkar eden insanî özelliklerini kullanmıyordur.

“Eğer bu bedaheti inkâr ederseniz, size nasihate bedel tâziye edeceğim.”

Eğer bu kadar açıkça belli olan hakikati inkar edersek, “Hislerimiz bize yeter” diye itiraz edersek o zaman nasihat etmeye gerek yoktur çünkü bütün insani duygularımızı kapattığımız için ölüye yapılan taziye bize de yapılacaktır. İnsan olarak muhatap görülerek nasihat edilmeyecek artık ölü cesetler gibi muamele göreceğiz.

“Zira ulûm-u âdiye sizce ölmüş ve safsata dahi hayat bulmuş derecesindedir.” 

Yani herkesin her zaman yaşayıp bildiği adi bilgiler, adiyattan olan şeyler bizim için artık safsata haline gelmiş demektir. En basit şeyi dahi kabul etme özelliğimizi öldürmüşsek bize ancak ölü muamelesi yaparlar. Kur’ân’ın tarif ettiği gibi gözleri görmez, kulakları işitmez, kalbleri ve akılları var ama çalışmaz, insaniyetleri ölmüş kişiler oluruz.

Dördüncü belâ ki, ehl-i zahiri teşviş eder; imkân-ı vehmîyi, imkân-ı aklî ile iltibas ettikleridir. Halbuki, imkân-ı vehmî esassız olan ırk-ı taklitten tevellüdle safsatayı tevlid ettiğinden, delilsiz olarak her biri bedihiyatta bir “belki,” bir “İhtimal,” bir “şekke” yol açar. Bu imkân-ı vehmî, galiben muhakemesizlikten, kalbin zaaf-ı âsâbından ve aklın sinir hastalığından ve mevzu ve mahmulün adem-i tasavvurundan ileri gelir. Halbuki, imkân-ı aklî ise, vâcib ve mümteni olmayan bir maddede, vücut ve ademe bir delil-i kat’îye dest-res olmayan bir emirde tereddüt etmektir. Eğer delilden neş’et etmişse makbuldür; yoksa muteber değildir.

Ehl-i zahiri teşviş eder. Ehl-i zahir, yüzeysel davranışta bulunan, Kur’ân’ı literal okuyan, kainata bakmayıp geçiştirenlerdir. Ehl-i zahiri şüpheye, karışıklığa sokar. İmkân-ı vehmîyi, imkân-ı aklî ile iltibas ederler. Yani vehimden kaynaklanan şeyleri, olabilir gibi görürler. Fakat Kur’ân öyle demiyor. “Şu semayı Ben yarattım, arzı Ben yarattım, dağları, denizleri Ben yarattım. Bulutları Ben yürütüyorum. Denizdeki suya kaldırma özelliğini Ben verdim, üzerinden gemilerin yürümesine imkan verecek şekilde sıvı olma özelliğini Ben verdim. Yağmuru Ben yarattım. Bütün bunlarda deliller vardır” şeklinde Kur’ân bize uyarıda bulunuyor. “Ben her şeyi yaparım” diye delilsiz bir iddia ileri sürmüyor. Her gün müşahede ettiğimiz dünyadan ve kainattan örneklere yüzümüzü çevirerek, Kadir olduğunu söylüyor. Hatta his dünyamızdaki, hiç kimseye söylemediğimiz düşüncelerimizi, vakalarımızın bile O’nun iradesiyle gerçekleştiğini araştırmamızı söylüyor. Kur’ân olmadık bir şeylerden bahsedip de, olmayan bir şeyin Yaratıcısı olduğunu söylemiyor. Geceyi, gündüzü, yıldızları, semayı, deveyi, arıyı, insanın yaratılışını anlatır, sonra “Benim kudretim sonsuz” diye bir sonuca bağlar. İman tahkikten gelir, taklitten gelmez. Burada bahsedilen problemlerin hepsi takliden iman ettiğini söylemekten kaynaklanıyor. Taklitten doğduğundan dolayı da safsatayı doğuruyor. Delilsiz olarak “Belki böyledir, belki şöyledir” diye araştırma ve iman olmaz. “Allah şöyle de yapabilirdi, böyle de yapabilirdi” gibi vehmi konuşmalar çoğunlukla muhakemesizlikten, kalbin sinirlerinin zafiyetinden ve aklın sinir hastalığından ileri gelir. İnsandaki araştırma, inceleme, düşünme ve yakine ulaşmasındaki sorunlar, tahkik yapma damarının zafiyetinden, akıl sinir hastalığından kaynaklanır.

Eğer delilden neş’et etmişse makbuldür; yoksa muteber değildir.

Eğer bir delile dayanarak konuşuyorsan, delilin varsa makbuldür, delilsiz konuşuyorsan muteber değildir. Bu nedenle imanımız müşahedemize dayalı olacak yani “eşhedu” demek zorundayız. “Müşahedeme dayalı olarak şu sonuca ulaştım” demek zorundayız. “Şu delillerle müşahede ettim ve ‘Eşhedu enla ilahe illallah’ sonucuna ulaştım” diyebilmeliyiz. İkinci bölümü olan “ve eşhedu enne Muhammeden abduhu ve resuluhu” söylemiyorum çünkü bu kısma ulaşmak daha da zordur. Hangi müşahedeye dayanarak Hz. Muhammed (asv)’ım Allah’ın resulü ve abdi olduğunu söyleyebiliriz? “Ben Muhammed’e inanıyorum” deyip geçiştirmek kolaydır. Bütün bu sözler müşahedeye, delile dayanmayan konuşmalardır. Bunları delillendirmek için araştırmalar, incelemeler yapmak gerekir. Gayri müslimler de Hz. Peygamberin çok zeki ve topluma faydalı bir insan olduğunu söylüyorlar. Faydalı olmak, insanlara yararlı bir şeyler söylemek resul olmayı gerektirmiyor. Resul olmak, bu güzel özelliklerin ilerisinde bir durumdur.

“Aklın şe’ni burhan üzerine gitmektir. Evet, akıl her bir şeyi tartamaz; fakat böyle maddiyatı ve en küçük hâdimi olan basarın kabzasından kurtulmayan bir emri tartar. Faraza tartmaz ise, biz de o meselede çocuk gibi mükellef değiliz.”

Bu prensip altın harflerle yazılmalıdır. Aklımız çok dar, kainatı ihata edemez ama aklın hadimi olan, ona hizmetçilik yapacak yardımcıları vardır. Göz görerek, kulak işiterek, dil tadarak yardımcı olur. Aklın hizmetçileri gözünden, kulağından, dilinden kabzasından kurtulmayan bir emri tartar. Mesela akıl bütün her şeyi tartamaz ama gözün gördüğü bir sineğin sistematiğini anlayabilecek kapasitede olduğu için sorgulamakla mükelleftir. “Akıl her şeyi anlamaz” deyip hiçbir şeyi anlamaz anlamında aklı kullanmamak saçmalıktır. Aklın tartamayacağı bir şeyi anlayıp tasdik etmekle mükellef değiliz. Çocuğun gelişimi sürecinde aklı ermediği için bir hata yapsa sorumlu olmaz. Aklı olmayanın dini de olmaz. Ama bu kural çarpıtılmamalıdır. “Ben Allah’a inanıyorum” dediğimizde, delilimizi sorduklarında “Akıl her şeyi anlamaz ki” diyerek sorumluluktan kaçmayacağız. Bizim mükellefiyetimiz, elimize aldığımız bir kayısının tadına baktığımızda, şeklini gördüğümüzde, kokusunu duyduğumuzda, bu özelliklerin nereden kaynaklanabileceğini sorgulamaktır. Bunlar aklın kapasitesi dahilindedir. Sorgulamanın sonucunda ulaşılan nokta imandır. Allah’ın varlığı kesinlikle aklın kapasitesi dahilinde tasdik edilebilecek bir sonuçtur. Allah’ın vücudunu görmeyi, elini tutmayı kastetmiyoruz. O’nun Vacibul Vücud olduğunu tasdik edecek bir sonuca ulaşmanın aklın kapasitesi dahilinde olduğunu söylüyoruz.

Not. Fatma Özten tarafından hazırlanmıştır.

Yazar hakkında

Ali Mermer

Yorum yazın