İsrailiyata ne kadar güvenebiliriz?
“Bütün İsrailiyat saçmadır” denmez. Çünkü Resulullah döneminde yahut ondan bir iki asır sonra Müslüman olmuş Yahudiler, Yahudilik mirasından getirdikleri bilgileri İslam alemi içerisinde yaydıkları zaman ne tekfir edilmişler, ne öldürülmüşler, ne de suçlanmışlardır. Hatta bu Yahudilerin naklettiği bilgiler o kadar fazladır ki İslam aleminin çok güvenini kazanmış İbni Abbas’tan gelen rivayetlerde bile bu bilgiler etkisini göstermiştir.
İbni Abbas’a izafe edilen söz mutlaka ona ait olmayabilir. İbni Abbas o dönemde duyduklarıyla birlikte Kur’an’ı yorumlama çabasının içerisine girmiştir. Resulullah’ın duasına mazhar olmuş bir kişidir ama ne peygamberdir ne de Allah adına konuşabilir. Ancak kendi adına konuşan, halis, muhlis, iyi niyetli, dikkatli âlim bir zattır. Yorum yaparken her şeyin hakkını vermemiz gerekir. İbni Abbas ne peygamberdir ve gaybtan haber verir, ne de kötü niyetli, İslamiyeti tahrif etmek için bir şeyler uyduran bir insandır. Bu zatın da çevresinde duyduğu İsrailiyat bilgilerini aldığı rivayet edilir. Biz bilemeyiz ama araştıranlar İbn-i Abbas’ta İsrailiyatın izleri olduğunu sonucuna varmışlardır. Demek ki İbni Abbas bile “İsrailiyat tamamen yanlıştır” diye reddetmemiştir. Çünkü Kur’an’da, Tevrat’ta, İncil’de hidayet ve nur vardır. Tevrat ve İncil muharref diye bildiğimiz metinlerdir. Bu metinlerde “Bazı yöneticiler işleri kendi lehlerine çevirmek için metinlere müdahale etmişler ya da yöneticilere yaranmak için bazıları bu şekilde anlama eğilimi göstermişlerdir” diyebileceğimiz izler görülüyor. Ama hepsi yanlış demek büyük haksızlık olur. Hepsinin mutlaka yanlış olmadığını bildiğimiz bir metni tamamen çöpe atmak yanlış olur. Onun için Said Nursi Sevr ve Hût meselesini izah ediyor.
Hz. Muhammed asv’ın muhatabının kapasitesine göre muhatap olurken takip ettiği usulde o kişinin soru sormadaki maksadına göre vermiş olduğu “dünya öküzün ve balığın üzerindedir” cevabı doğrudur. Çünkü o kişinin kapasitesine göre bu doğrudur. Peygamberin sözü olsun ya da olmasın İsrailiyattan geldiği şekliyle doğrudur. Zamanla anlaşılmadığı için bu hadis bize komik gelebilir. Çünkü yeryüzünün öküzün ve balığın üzerinde olduğunu söyleyen literal yani kelime kelime tercüme ederek yapılan bir okumanın ne vahyi anlamada ne de hadisleri anlamada doğru bir tavır olmadığını biliyoruz. “Yahudiler de böyle inanmış” diye alay etmemek gerekir çünkü o dönemde bir peygamber, muhataplarının anlayışına göre bu şekilde bir izah getirmiş olabilir.
Biz bu metni alıyoruz, Kur’an’ı anlamada eğitim görmüş aklın süzgecinden geçirdikten sonra gerekli cevabı veriyoruz. Resulullah da burçlardan anlayana dünyanın öküz veya balık burcunda olduğunu, burçlardan anlamayanlar için, insan hayatının nelerle kaim olduğu manasında açıklama yapıyor. “Hayatınız ne ile kaimdir?” sorusuna rızkımızı hangi kanaldan elde ediyorsak o şekilde cevap veririz. O dönemlerde toprak, öküz ile ekilip biçildiği için öküz rızkı kazanmada temsil aracı olarak kullanılmıştır. Karada yaşayanlar, öküz vasıtasıyla nimetleri elde ederler. Deniz vasıtasıyla rızkını kazananlar için de balık temsil aracı olarak kullanılmıştır.
Yakîn ve akide ilişkisi
Hadislerle ilgili diğer bir önemli nokta da şudur: “Hadis olsa da zaaf-ı ittisal için yalnız zannı ifade eden âhâddendir. Akideye dâhil olmaz. Zira yakîn şarttır.”
Bir tek kişinin nakliyle, bir kişinin gözleminden veya tecrübesinden geçmiş bir olayın naklinde, o kişinin özel durumunu bilmediğimiz için, hangi maksatla kiminle ne yaptığı, ne gibi bir konuşmada bulunduğundan haberdar olmadığımız için yani toplumun çoğunluğu tarafından nakledilen hadis olmadığı için âhâdî hadis denir. Bu durum akideye dâhil olmadığı ve yakîne bağlı olduğu için çok önemli bir konudur.
Bir konunun akide, iman gibi dinin temelleri ile ilgili olabilmesi için yakîn şarttır. Yakîn meselesini iki ayrı perspektiften ele almak zorundayız. Birincisinde, kaynaktan mutlak emin olmamız gerekir ki ya Kur’an’dan ya da Resulullah’tan geliyor diyebilmeliyiz. İkincisinde de bu sözün hak olduğuna dair bende emniyet peyda etmeli, güvenlik veren bir anlayışa ulaşmam gerekir. Bir hadis söylendiğinde, “Hangi şartlarda söyledi, Peygamber neyi kastederek söyledi, muhatabının kapasitesini nasıl gördü” gibi noktalarda yakînim yoksa arzın öküz ve balığın üzerinde olduğu haberi noktasında yakîne ulaşamamışım demektir. O halde benim itikada dair yani akideyle olan ilişkimi ilgilendirmiyor. Akideyle ilgili değilse ben bu konuda eksik kalıyorum ve bu konu beni ilgilendirmiyor. Eğer yakînimiz yoksa ve “Ben ona inandım” diye bir savunma yapıyorsak “Niye inandın?” sorusuna “herkes öyle söylüyor da ondan” dememiz yakînimizin olmadığı anlamına gelir. Yani yakînimiz yoksa o bizim akidemiz değildir, yakînim yoksa o konu benim imanî bir konum değildir.
Mesela Ashab-ı Kehf ile ilgili ayetleri ve rivayetleri okuyoruz ve Kur’an okuma ile ilgili eğitimimiz, hazırlığımız, ihtisasımız yok. Anlatılan rivayetlerde Ashab-ı Kehfin eşekleri çürümüş fakat kendileri çürümemiş. “Bunlar olacak iş değil kardeşim, eşekleri çürüdüyse onların da çürümesi gerekirdi” şeklinde açıklamalar yapıyorsam bu konuda yakînim yok, konuyu kavrayamadım, demektir. “Ya, evet mutlaka öyledir” diye akidem varmış iddiasında bulunmam yersizdir. Bu durumda ne yapacağım? Bu konuyu anlayamadığımı, kavrayamadığımı kabul edip, uzmanların görüşlerine başvurarak araştırma yapacağım. Ne sahte bir tavırla inandığımı iddia edeceğim ne de anlamadığım için hemen reddedip inkâr edivereceğim. Yapmam gereken tavır şu olmalıdır: “Bu konunun cahiliyim, anlamıyorum, bilmiyorum” diyerek konuyu askıda bırakacağım.
Yakînimiz varsa akidemiz vardır, yakînimiz yoksa akidemiz yoktur. Mesela önümüze bir hadis çıktığında sahih mi değil mi, bilmiyorum; ne dediği anlaşılmıyor; ulemadan çok âlimler de bu hadise mevzu demişler, yani bu hadisin pek sıhhatli olduğunu düşünmüyorlar. Böyle bir durumda ben şöyle davranıyorum: Bu kaynak hakkında yakînim yok, tam güvenim, emniyetim yok. O zaman beni itikaden ilgilendirmediği için, hadis diye nakledilen sözü bir kenara bırakıyorum. Yalan, göstermelik, kendimi kandırmak üzere bir tavır içinde ne tasdik ettiğimi iddia ediyorum ne de reddediyorum. Çünkü benim için belirsiz bir konu, bilgim dâhilinde değil, ihtisasım dâhilinde değil. Bu tür bir yaklaşım, Kur’an’ın veya hadislerin tercümesini anlamada önemli bir çözüm yoludur.
Bu açıklama şekli sadece Said Nursi’ye ait değil, İmam Gazali gibi birçok meşhur âlimin de tavrıdır. Ümmete mal olmuş bir söz İslam’ın malıdır ve ümmetin anlayacağı şekilde tevil edilmesi gerekir. Bir söz ümmetin anladığı şekliyle Kur’an’ın ve Resulullah’ın mesajına temelde aykırı ise yani akılla nakil birbiriyle çelişirse, akıl nakli tevil eder. Said Nursi ve İmam Gazali gibi âlimler, avamın kabul ettiği bu tür sözleri nasıl anlamaları gerektiği noktasında yardımcı olmuşlardır. Ayrıca İhya-i Ulumiddin içerisinde bazı hadisler vardır. Tamamen zamanla kayıtlı, sınırlı olan bu sözler o zamanın şartlarında avam tarafından kabul edilmiş ve yorumlanabilmiştir. Fakat o sözlerin başka bir zamanda yoruma tahammülü kalmadıysa ulema “bu noktada geçersizdir” diye karar verebilmişlerdir. Biz de gelen bir sözü “hadistir ya da değildir” iddiası ile değerlendirmekten daha çok, Kur’an’dan ve Resulullah’dan emin olduğumuz nakillerden faydalanarak, onların ışığı altında bu sözden nasıl faydalanabileceğimizin ve bu sözü nasıl değerlendirebileceğimizin yolunu bulmalıyız.
Said Nursi Muhakemat adlı eserinin Birinci Makalesinde literal okumayı terk edip tevil cihetine giderek ümmeti, kendi içinde tutarlı olabilecek bir anlayış ile baş başa bırakmamız gerektiğini anlatır. Madem halk böyle anlıyor o halde işin doğrusunu onlara öğretelim. O hadise tamamen yanlış demek ilim adamları seviyesindeki bir görüşü avama yanlış aktarmaktır.
Mesela fizik dalında onlarca akademik dergi yayınlanır. Bu konuda ihtisas sahibi olanların dışında kimsenin bu yayınlardan haberi yoktur. Bazı bilim adamları da akademik dergilerde yayınlanan teknik bilgilerle donatılmış olan yeni keşifleri avamın anlayacağı bir dille yani popüler kitaplarla halka anlatırlar. Hadis kriterlerine göre de, bir hadisin mevzu olduğunu söylediğimizde de ancak hadis konusunda ihtisas sahibi olan 5, 10 kişi bilgi sahibi olur. Bu kriterler avama ait değildir. Avamın anlayabileceği bir dille onların kapasitesi dâhilinde yayınlanan bu hadisler yayınlandığında halka mal olur. Halkın kültürel düzeyine ve ilgi alanına göre, o zamanın şartlarına göre o hadis toplum içerisinde bir anlayış kılıfına girer yani bir anlayış elbisesi giyer, sonra o elbise değişir, daha sonra yine değişir. İnsanların anlayışı değiştiği gibi toplumlar da değişir. Allah toplumları da devamlı yeniden yaratıyor. O yeni yarattığı toplumlarla da aynı şartlarda muhatap olamayız çünkü toplumları da devamlı değiştirerek yaratıyor. Dünyayı sürekli değiştiren Allah neden toplumları değiştirmesin ki! 30 yıl önceki gençlerin meşgul olduğu şeylerle, bugünün gençlerinin meşgul olduğu şeyler tamamen farklıdır. Bu bir yaratılış türüdür. Kasıtlı manipülasyonlar tabii ki vardır ama onların gerisinde de Allah’ın iradesi vardır. Biz yaratılışa tabiyiz, Yaratanın kararına göre hareket etmek zorundayız. Onun için Kur’an’ı da hadisleri de zamanın şartlarına göre anlama çalışması yapmak zorundayız.
Bir hadisin, kendi şartlarımıza göre açıklanmasına ihtiyacımız vardır. Teknik kelimelere boğarak avama anlatamayız. Said Nursi Muhakemat kitabında teknik yaklaşımı ön plana alırken, Lem’alar kitabında avamı muhatap almıştır. İslam toplumlarında genelde akide eğitimi yapılmaz, sadece nakil yapılıyor. İman edilecek konuların listesi yapılıyor, genel tarif yapılıyor ama hiçbir zaman insanların onlara nasıl inanması gerektiği noktasında Kur’an rehberliğinde bir eğitim yapılmıyor. Nursi tam bu eksikliği doldurur. Akide konusuna giren dallarda Kur’an metoduna göre avamın nasıl eğitilmesi gerektiğini anlatır. Sözler, Mektubat, Lemalar, Şualar kitapları, avama iman konusundaki eğitim usulünü öğretmek amacıyla yazılmıştır. (Bitti)
Ali abi Allah razı olsun. Çok istifade ettim. Bu konuyu biraz daha örnekler üzerinden devam edebilirsek, çok daha faydalı olacak kanaatindeyim.