Küçük yaşlarda öğrendiğim bir İslam ve Müslüman tanımı vardı, seneler sonra hatırladığımda, “yanlış değil ama ne kadar da içi boş bir tanım” deyip güldüğüm: “Hz. Muhammed’in getirdiği dine İslamiyet, bu dini kabul edenlere de Müslüman” denir. Tamam da, Hz. Muhammed nasıl bir din getirmiş, bu dinin varlık yorumu nedir, bu dinin açıklamaları benim insanî ihtiyaçlarımla örtüşüyor mu, örtüşmüyor mu gibi hususlara dair hiçbir ip-ucu yoktu, bu tanımda. Neredeyse yarım asır öncesine giderek bu tanımı daha doğrusu tanımdan çok klişe cümleyi tekrar hatırlamamın sebebi, hafta sonu yapılan müzakereli derste (https://www.youtube.com/watch?v=dJg3YrNK3_Q), okunan metinle bağlantılı olarak İslamiyet’in tanımı yahut mahiyeti ile ilgili kıymetli müzakereleri dinlemem ve istifade etmem oldu.
Miracın semerât ve meyvelerinin işlenmeye devam edildiği derste, ikinci meyve olarak anlatılan paragrafın ilk cümlesi şu: “Sâni-i mevcudât ve Sâhib-i kainat ve Rabbü’l-Âlemin olan Hâkim-i Ezel ve Ebed’in marziyât-ı Rabbâniyesi olan İslamiyet’in, başta namaz olarak, esasâtını cin ve inse hediye olarak getirmiştir ki, o marziyâtı anlamak o kadar merak âver ve saadet âverdir ki tarif edilmez”. Paragrafın son cümlesi de şu şekilde: “İşte o zât-ı Ahmediye (asm) yetmiş bin perde arkasında o Sultan-ı Ezel ve Ebed’in marziyâtını doğrudan doğruya miraç semeresi olarak hakka’l-yakîn işitip beşere hediye etmiştir” (Sözler, 31. Söz, Dördüncü Esas).
Ben ilk cümlenin çağrışımları bakımından miracın, bizim için, “kainatta, kainatın mânâsını anlama yolculuğu” olarak tanımlanmasını da dikkate alarak şunu düşündüm: Derecesi ne olursa olsun böyle bir yolculuğa çıktığımda, aleme yansıyan özelliklerin alemin kendinden değil de “mutlak”ın yansımaları olduğunu gördüğümde, Onun sonsuz kudret, hikmet, rahmet, cemal tecellilerine karşı insaniyetimin gerektirdiği “hayret, hamd, tesbih, alkış, sena” gibi mukabeleye ihtiyaç duyuyorum ya da duymam gerekiyor. Ayrıca, kendimin Onun tarafından nasıl sayısız imkanlara kavuşturulmuş olduğumu anladığımda da Ona teşekkür etmek, minnet ve memnuniyetimi dile getirmek istiyorum. İşte Hz. Muhammed (asm) miraç ile hem bana bu yolu açıyor hem de bu bağlamda başta namaz olmak üzere İslamiyet’teki diğer esaslarla, Ona nasıl insanî mukabelede bulunacağımı gösteriyor, diye anladım.
Başka bir müzakereci, ilk cümlede geçen “marziyât-ı Rabbaniyesi olan İslamiyet” ifadesi ile paragrafın son cümlesinde geçen “hakka’l-yakîn” kavramlarını da birbiriyle bağlayarak şöyle bir müzakere ortaya koydu: “Metin, İslamiyet’i Yaratıcının marziyâtı yani arzuları, memnun olduğu şeyler olarak anıyor. Aynı müellif başka bir yerde İslamiyet’i ‘insaniyet-i kübra’ yani ‘en büyük insaniyet’ diye tanımlıyor. Önce şunu söyleyeyim: Bir şeyi yapanın arzusunu, yaptığı o şeyin tam anlamıyla, en mükemmel şekilde kullanılması, değerlendirilmesi olarak anlarım. Yani bir şeyi yapmış, bana sunmuş ise, ben de en güzel şekilde onu kullanırsam, değerlendirirsem o şeyi yapan, ‘işte yaptığım şey, -neyse o- işe yaradı, yerini buldu’ der. Yaptığından memnun olduğu gibi, yaptığı şeyi en iyi değerlendirenden de memnun olur, takdir eder, razı olur. Bu, konunun temel taşlarından birisi, diğerleri de ‘hakka’l-yakîn’ kavramını nasıl anlamam gerektiği ile ‘İslam’ın insaniyet-i kübra olduğu’ meselesidir…”.
Müzakere şöyle devam ediyor: “Bir ders öncesi okunan birinci meyvede, ben Onun sıfatlarının tezahürünü görerek Onu gözle görür gibi onaylamıştım ya, şimdi ikinci meyveye geçiyorum. Tamam, Yaratıcıyı yarattıklarının hakikati üzerinden tanıma imkanına sahip oldum, olduk, olabildiğimiz kadarıyla. Bunu gerçekleştirdikten sonra ben şimdi ne yapacağım? İnsaniyetimi en üst seviyede nasıl kullanacağım? Diğer taraftan metinde geçen ‘hakka’l-yakîn’ kavramı benim için ne ifade ediyor? Bunu anlamaya çalışmalıyım. Ben muhatap olduğum şeyin hakkaniyetini ne kadar müşahede edebilirim? Elbette kapasitem kadar. Benim, kapasitemin dışında hakka’l-yakîni müşahede etmem mümkün olmaz ki. Benim kapasitem sınırlı. İnsaniyetinin kapasitesini en mükemmel şekilde kullananın hakka’l-yakîn’i müşahedesi, o oranda en mükemmel olacak. Peki bunun gereği ne? Tek kelime ile, o ihtiyacı hissetmek!…”.
“Bakıyoruz, Resulullah (asm) alim mi idi? Hayır! Eğitim bile almamış. Sanatçı mı idi? Hayır! Şu muydu, bu muydu? Değil, değil, değil. Ya nedir? Mağaraya çekilip ‘neyin nesidir bu alem, ben kimim?’ diye çırpınıp duran bir insan. Yani insanî ihtiyacını zirvede hisseden, bu soruların cevabına susayan bir kimse! Bundan dolayıdır ki şu kainatı yaratan, kainatı değerlendirmek üzere şuur sahibi olarak yarattığı insanlara, temel insanî ihtiyaçlarını karşılamayı öğretmek üzere, ‘gel, Ben sana bunu yani Benim bu alemi ne maksatla yarattığımı ve senden ne beklediğimi göstereyim’ diyor. İnsan mantığı bunu gayet de makul bulur. Herkes bunu böyle yapar. Ben olsam ben de böyle yaparım. Mesela bir öğretmen bir dersi, en güzel şekilde anlayacağını düşündüğü kimseye anlatmayı tercih etmez mi? Fıtrat buna şahittir. O takdirde ne yapacak? İnsaniyetinin kapasitesinde bu insana Kendini tanıtacak, eğer o da tanımak için gayret gösterirse bunun yollarını gösterecek, Onu tanır ve inanırsa, Ona nasıl mukabelede bulunması gerektiğini talim edecek. Yani ben, hakka’l-yakîni en mükemmel kapasiteye ulaşmış kişiye Onun talimatını gerçekleştirmesi olarak anlıyorum. Bu bağlamda İslamiyet, insaniyet-i kübra ihtiyacının en zirvede fark edilmesi halinde, o ihtiyacın giderilmesinin plan ve programının Yaratıcı tarafından en güzel şekilde sunulmasıdır…”.
Müzakere şöyle sonlanıyor: “O halde tekrar vurgulayalım ki İslamiyet, yaratılış maksadının en mükemmel şekilde gerçekleştirilmesinin yoludur. Bunun zirvesini -benim anlamak için çırpındığım bir mesele-, içinde ‘secde’ olan namaz teşkil eder. Diğer bir ifadeyle, insan dikkat ettiğinde bunu ancak namazda fark edebilir. İşte başta namaz olmak üzere İslamiyet’in bize öğrettiği esaslar, Yaratıcıya nasıl mukabele edileceğinin talimatlar bütünü olup, ‘şunları şunları yaparsanız, insaniyetinizi en güzel şekilde gerçekleştirmiş olursunuz’ demeye gelir. İslamiyet ekstra bir iş yapmak değildir. İslamiyet adı altında yer alan eğitim programı insanın üzerine bir yük değildir, olmamalıdır. İnsanın kendisi, çevresi, varlık alemiyle Varlık Kaynağının maksadına uygun şekilde davranma programıdır; İslamiyet. Buna ‘marziyât-ı ilahiye’ denir. Niye? Bu kainatı yaratanın maksadı bu kardeşim! O halde bu programı en güzel şekilde uyguladığım zaman yaratılış maksadımı en güzel şekilde gerçekleştirmiş olurum. Beni Yaratan da benden razı olur. Eğer bir kişi bana ‘Allah senden razı olsun’ diye dua ederse, ben bunu şöyle anlamalıyım: Senin insaniyetini en mükemmel şekilde kullanman için Rabbimiz sana yardım etsin”.
Dersten sonra, çocukluğumda duyduğum İslam tanımının içini dolduran, bunu hayatımda uygulayabileceğim bir zemine oturtan ve bana gayet tatmin edici gelen şu ifadelerin tekrar tekrar altını çizdim: İslamiyet, insaniyet-i kübradır, İslamiyet yaratılış maksadını gerçekleştirme yoludur, İslamiyet kendim, çevrem ve alemle ilişkilerimi Varlık Kaynağının arzuları istikametinde yerine getirme eğitimi veren programının adıdır.