Müzakereler Risale-i Nur Okumaları Usûle Dair

Âfâkî Malûmat – Enfüsî Malûmat

Âfâkî Malûmat – Enfüsî Malûmat | Ha-Mim

Afaki Malumat- Enfüsi MalumatMehmet Ali – Mesnevi’deki yanda verdiğim prensip çok hoşuma gitti. Sizlerle paylaşmak istedim. Bu çok hakikatli ve temelli bir prensip. O kadar ki, tüm Risale-i Nur’lar bu prensip üzerine yazılmış.

İlgili paragrafın tamamı şu şekilde:

İ’lem eyyühe’l-aziz! Âfâkî malûmat, yani hariçten, uzaklardan alınan malûmat, evham ve vesveselerden hâli olamıyor. Amma, bizzat vicdanî bir şuura mahal olan enfüsî ve dahilî malûmat ise, evham ve ihtimallerden temizdir. Binaenaleyh, merkezden muhite, dahilden harice bakmak lâzımdır. Mesnevi-i Nuriye, Habbe.

Aslında sizler de biliyorsunuz bunu; adını koyamamış olsanız bile. Risale-i Nur, imanî mevzuları anlatırken nasıl bir üslup izliyor diye sorun kendinize; işte o verdiğiniz cevap, bu prensipte gizli. Temsiller verilir ya hep; ve o temsiller hep insanın kendisinden başlar, yani kendisine yakın olan hislerinden, şuurundan, aklından, tecrübelerinden. Yani merkezden başlar dışarıya doğru gider.

Örneğin, Allah merhametliymiş; bizi seviyormuş. Bu âfâkî bir malûmattır. Yani ben Allah’ı görmedim ki beni sevdiğini nereden bileceğim?

Kur’an’da da geçse, hadiste de geçse bunlar hep dışarıdan (âfâktan) gelen iddialardır.

Ancak, Said Nursi, imanî mevzuları hiç böyle anlatmıyor. Yani mesela, “meleklerin varlığına inanmak imanın şartlarındandır, inanmayan kâfir olur” diye bir argümanı hiç yok Üstad’ın. Ama geriye kalan neredeyse tüm müslümanlar bu şekilde yaklaşıyorlar imana. “Kur’an’da yazıyor, o halde inanman lazım.” Böyle diyorlar hep.

Üstad böyle demiyor. Nasıl diyor peki? Şu merhametli olma üzerinde düşünelim mesela. Ben diyor, birisini seversem ona hediye veririm. (Enfüsî) Hediye demek karşılığını beklemeden vermek demek; yani karşılığında para isteseydiniz o hediye olmazdı; satış olurdu. Karşılığını beklemeksizin verdiğine göre muhakkak onu sevdiğini gösterir bu davranış diyor. Ve ben kendi nefsime (enfüsî) bakıyorum ve diyorum ki, hakikaten de öyle. Hediye verdiğim kişiyi ben sevdiğimden dolayı vermişim onu.

Bu kavram o kadar basit ve o kadar kolay anlaşılabilir ki, bunun için herhangi bir konunun havassı olmaya falan gerek yok. Çocuğa sorsanız bile evet diyecek. Peki diyor ondan sonra Üstad, “madem” böyledir, o zaman Allah beni seviyor olmalı ki bana bütün bu nimetleri karşılıksız olarak vermiş.

Bu argümana insanın hayır demesi mümkün değil. Kendini inkâr olur çünkü bu. Mümin ve müslüman olmana bile gerek yok. Ateist olsan bile bu argümanı bu haliyle kabul etmen gerek çünkü senin insaniyetindeki hassalar bunu doğruluyor. Kaçış yok. Zorla ve inatla reddetmen lazım bunun böyle olmadığını ki ona da vicdanın elvermez. Yani basit ama müthiş etkili bir yöntem.

Bir başka örnek: Meleklere iman. Üstad nasıl başlıyor argümanına? Dikkat ettiniz mi hiç? İlk cümlesi şu: “Hakikat gerektirir ki…”

Allah Allah?! Ne garip bir adam bu yahu? Meleklerden yani gözle görünmeyen şeylerden bahsedecek ama diyor ki ilk önce gözlerini aç ve içinde bulunduğun gerçeğe bak. Nedir o? Mesela, güzel bir şey varsa, ona bakan ve takdir eden de birisinin olması lazım; değilse, o güzelin güzelliği heba olur, israfa gider. Bir ressam eser yapsa ve onu saklasa bir yerde ve hiç kimseye göstermese, ne kadar abes olur değil mi?

“Aynen onun gibi”, kainatın bizim göremeyeceğimiz nice yerlerinde olan güzellikleri de müşahede edecek ve ne güzel yapılmış diyecek birileri lazımdır.. Buyurun, melek bahsi bitti.. Bu kadar…

Allah bu garip adamdan binlerce kez razı olsun; değilse, bu devirde halimiz harap idi…

O yüzden, bana sorsalar, Risale’den nereyi altınla yazalım diye; ben bu prensibi seçerdim…

Ali Hoca’nın “Olaylara Allah katından bakmayacaksınız” diye sıklıkla tekrar ettiği bir prensip var. O da aynı şey aslında.. Ben buradan bakacağım, kendimi ve âlem-i şehadeti kullanacağım ve onu ilk basamak yapacağım. Ondan sonra Allah ile ilgili vardığım sonuç benim imanım olacak. Tersinden başlamak usûl hatasıdır.

– “Allah insanları sever.”

– Nereden bildin? Allah’ın yanına çıkıp sordun mu? Allah katından konuşma.

– Peki, nasıl olmalı?

– Bana bütün bu nimetleri verenin beni seviyor olması lazım. Başka türlü izahı mümkün değil çünkü.

İlk önce eşhedü sonra iman. Tersi, iman değildir; taklittir. Yani ben bu şekilde bir gerçekliği kendi dünyamda yaşayıp tetkik etmedim ama herkes öyle dediğine göre ben de öyle diyeyim bakalım…

– “Allah insanları sever.”

– Nereden bildin? Allah’ın yanına çıkıp sordun mu? Allah katından konuşma.

Bunun bir pratiğini yapalım isterseniz.

– Hz Muhammed asm, Habibullah’tır yani Allah’ın en sevdiği zattır…

Benim sorum şu: Nereden bildin? Cevap vermek isteyen var mı?

Zafer – Onun ile gelen mesajın sonsuz ihtiyaçlarıma cevap verdiğini, yani o mesajdan daha büyük bir hediyenin olamayacağını kendi dünyamda tecrübe edersem, o hediyenin O’na verilmesinden, O’nun en sevilen olduğu sonucuna varabilirim.

Mehmet Ali – 

Kur’an’da da geçse, hadiste de geçse bunlar hep dışarıdan (afaktan) gelen iddialardır.

105:1 elem tera keyfe: feale rabbu-ke bi ashâbil fîl

Rabbinin, fil sahiplerine ne yaptığını görmedin mi?

Hangi fil sahiplerinden bahsediyorsun? Şu âfâktaki yani bilmem kaç yılındaki yaşanmış savaştaki fillerden bahsediyorsan eğer, hayır, onları görmedim ve de görmem de mümkün değil zaten.

Ama enfüsî bir sürü filler bulabilirim.1Bakınız: Rabbin Fil Sahiplerine Ne Yaptığını Görmek

Kur’ana muhatabiyette, olmazsa olmaz bir usûl — bence….

– “Allah insanları sever.”

– Nereden bildin? Allah’ın yanına çıkıp sordun mu? Allah katından konuşma!

Bir başka örnek:

18:50 وَإِذْ قُلْنَا لِلْمَلَائِكَةِ اسْجُدُوا لِآدَمَ فَسَجَدُوا إِلَّا إِبْلِيسَ

“Meleklere Adem’e secde edin deyince onların hepsi secde ettiler ama iblis etmedi.”

– Ne diyor bu ayette?

– Allah, meleklere Adem’e secde edin demiş; onlar da etmişler ama iblis etmemiş.

– Ne demek bu peki?

– Söylüyor ya işte; melekler secde etmiş; iblis etmemiş. Anlamı gayet açık.

– Nereden bildin?

– Allah öyle diyor ya işte bu ayette.

– Sen Allah’ın yanında mıydın bunu dediğinde?

– Değildim.

– O halde, Onun yanında imiş gibi konuşamazsın. O Allah’tır ve kendi katından konuşur. Biz kendi katımızdan dinlemeliyiz.

Yani: “Melekler Âdem’e secde ettiler” afaki bir malumattır ve dahi bir darb-ı meseldir. Biz enfüsiden başlamalıyız ve de bizim zaviyemizden yorumlamalıyız/ders çıkarmalıyız. Tersi bir yaklaşım doğru değildir. Bir diğer deyişle, ‘Zamanın birinde, cennette, melekler sıraya girmişler ve Âdem’in önünde namaz kılar gibi secde etmişler’ demek, mitolojik bir masaldır. Ha eski Yunan mitolojisi anlatmışız, ha Arap ya da Ortadoğu mitolojisi; hiç bir farkı yok.

Sonuç: Kendimi ve âlem-i şehadeti kullanarak (enfüsî) Allah’ın kendi katından konuşmasını (âfâkî) anlama çalışmasına girmem lazım. Kur’an’daki Allah’ın konuşması ancak bu şekilde tasdik edilebilir — ki hepimizin bildiği gibi Kur’an tasdik ister.

Değilse, bizim kendi gözümüzle görmediğimiz, kendi kulağımızla işitmediğimiz bir olayı tasdik etmemiz mümkün değildir. En fazla taklit ederiz. Yani, “Melekler, Âdem’e secde etmişler” demek taklittir; daha doğrusu hiç bir anlam ifade etmez. Nereden biliyorsun diye sorarlar insana? Bu soruya da, “Allah öyle diyor ya işte” diye cevap verilmez. Allah’ın konuşması kendi katındandır; bizler asla o zaviyeden konuşamayız. Ayetler, Allah’ın konuşmasıdır (Kelamullah).

O halde, ben bu ayeti okuduğumda, Yaratıcım burada bana ne demek istiyor diye kendime ve kendimin içinde bulunduğu âlem-i şehadete bakacağım ve yorum ile sonuç çıkartacağım — şöyle diyor olmalı diye…

İşte bu sebepledir ki, her Kur’an okuma bir yorumdan ibarettir; her tefsir o tefsiri yapanın yorumudur. Mutlak olan Kur’an’ın sonsuz sayıda yorumu/tefsiri olur. Demek ki, dünya hayatı ebedi olsaydı, ebede kadar sonsuz sayıda Kur’an tefsiri yazılacaktı.

Meleklerin Adem’e secde etmesi konusuna gelecek olursak, bence buradaki anlatım, insanın yaratılıştaki melekût boyutunu okuması durumunda Allah’ın emrine uymuş olacağını yani yaratılış amacına uygun hareket edeceğini ifade ediyor.

Eşyadaki bu melekûtiyeti, mana boyutu (=melekler), insana bu dünyada yapması gereken amacı gerçekleştirmede hizmet eder yani bu demektir ki melekler Âdem’e secde eder. Çünkü biz Âdemoğulları ancak İkra emrine uyup bu anlamları okuyunca insan gibi insan oluruz.

Ama, Âdem’e secde etmeyen bir yön de var bu yaratılışta. Bizim ona dikkat etmemiz ve o yönde seçimlerde bulunmamamız lazım. Bu yüzden İblis cehennemliktir. Biz de cehennemi sonuç verecek yanlış seçimlerden kaçınmalıyız yani bizim amacımıza hizmet etmeyen (=secde etmeyen) şeyler yapmamalıyız. Bizim amacımıza hizmet etmeyen seçenek, meleklerin olmadığı yani eşyaya manay-ı harfi yönüyle bakılmayan, eşyanın melekûtiyetinin (melek yönünün) okunmadığı yani eşyanın müekkel meleklerine muhatap olunmayan seçenektir.

Yazar hakkında

Mehmet Ali Akgün

Dini, insanın kendi gerçeği olarak tanımlamayı doğru buluyorum; dolayısıyla din ve getirmiş olduğu her türlü tanım, hayatın üzerine ekstradan konulan aksesuarlar değil, aksine, olmazsa olmaz kavramlardır demek çok insani bir tavır ve bana çok tatmin edici geliyor. Hal böyle iken, İslamiyet'i de insanın kendi gerçeğini teslim etmesi olarak tarif etmek mümkün. Böylece dinin neden fıtrat dini olduğu ortaya çıkıyor. Bu bağlamda yapılan "dini" sohbetlerden hoşlanan birisi olarak katıldığım ortamlarda dikkatimi çeken bazı noktaları bu sitede ilgilenenlerin dikkatine sunmaya çalışacağım. İnşallah yararlı olur.

Yorum yazın

2 Yorum