Ders Notları

Hadis Nakillerini Risaletin “Misyonu” Açısından Anlayıp Yorumlamak

Hadis Nakillerini Risaletin “Misyonu” Açısından Anlayıp Yorumlamak | Ha-Mim

Ha-mim’de geçtiğimiz hafta sonu (23. 10. 2022) yapılan “Mu’cizât-ı Ahmediye” dersinde (https://www.youtube.com/watch?v=9qhOy54AiSw), On Dokuzuncu Mektup’un okunmasına ve müzakeresine devam edildi. Bu Risalenin Resul-i Ekrem’in (asm) hasta ve yaralıların şifa bulmasına yönelik mucizelerinden bahsedilen On Üçüncü İşaret’indeki şu ilginç örnek üzerinde uzun ve önemli müzakereler gerçekleştirildi:

“Resul-i Ekrem (asm) namaz kılarken, hırçın bir çocuk namazını kat’ edip geçtiğinden Resul-i Ekrem (asm) “Allahümme ikta’ eserah” (Allah’ım, onun gücünü al) demiş. Ondan sonra çocuk daha yürüyememiş, öyle kalmış, hırçınlığının cezasını bulmuş” (Mektubât, İstanbul 2020, s. 138).

Bazılarının senet açısından “zayıf rivayet” diye bir kenara koyduğu, bazılarının “metin bakımından Peygamber algısıyla örtüşmüyor” diyerek reddettiği böyle bir rivayeti nasıl anlamak gerektiği, müellifin eserinde bu rivayete niçin yer verdiği konusunda moderatörün ve katılımcıların -kendi adıma- çok değerli paylaşımları oldu. Peygamber’in misyonu ve hadis nakillerini o misyona uygun olarak anlamak ve yorumlamak gerektiğine dair önceki müzakerelere de atıf yapılan derste, ortaya konulan tefekkürlerin tamamını ilgili kayda havale edip burada bir kısmına değinmek istiyorum.

Ciddi bir hazırlık yaptığı anlaşılan moderatör özetle şunları söyledi: “Ulaştığımız bilgiler göre Ebû Davud’da geçen bu rivayet, hadis kriterleri açısından bir râvisinin ‘meçhul’ olması dolaysısıyla ‘zayıf” kabul ediliyor. Bazıları zayıf rivayeti ‘mevzu’ yani uydurma diyerek reddediyor. Oysa hadis terminolojisi açısından zayıf demek ‘uydurma’ demek değildir. Peki müellif bu rivayeti neden buraya aldı? Nursi, Peygamber’in hasta ve yaralıların şifa bulmasıyla ilgili yedi misal verdi, ardından sekizinci misal olarak da altı veya yedi çocuğun ayrı ayrı şifaya kavuşmalarına dair örneklere geçti. Bu çocuklardan birisiyle ilgili olarak verilen bu örnek verilmese de hiçbir eksiklik olmazdı. En azından bazı insanların da kafası karışmazdı. Bana öyle geliyor ki müellifin hem bu rivayete yer vermesi, hem başka yerlerde hadis tekniği açısından zayıf da olsa bazı rivayetleri zikretmesi onun hadisler konusunda durduğu yer hakkında önemli ipuçları veriyor.”

Zira Peygamber bir referans noktasıdır. Dolayısıyla ondan gelen rivayeti yanlışa boyadığım zaman kendime ciddi zarar veririm. Müellif aynı yerin devamında bir rivayette kusur var gibi görünüyorsa bunun hadise değil, bize dönük olduğunu söylüyor; rivayet malzemesine güven duyduğunun altını çiziyor. Sonra da ‘Şimdi insafın varsa, bu on usûlü kemâl-i dikkatle düşündükten sonra, o aklın hilâf-ı hakikat gördüğü bir hadisin inkârına kalkışma. ‘Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tâbiri vardır’ de, ilişme’ diyerek son noktayı koyuyor.

“Risalet derslerinde daha önce çalışıldığı üzere, müellif Peygamber’den gelen nakillerle ilgili olarak her birine ‘asıl’ dediği on iki temel yaklaşım ve prensipten bahsediyor. Mesela Onuncu Asıl’ın son kısmında şöyle diyor: ‘… Sen, hilâf-ı hakikat ve katî muhâlif-i vâki gördüğün bir rivâyeti bahane ederek, ehâdîs-i şerifeye ve dolayısıyla Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın mertebe-i ismetine halel verecek itiraz parmağını uzatma!’ Görüldüğü gibi burada Peygamber’in ‘mertebe-i ismetine’ işaret edilerek onun hata ve kusuru olmayan, şayet hata ve kusuru olursa, anında düzeltme yapılan bir şahsiyet olduğu hatırlatması yapılıyor, ondan (asm) gelen rivayetlere itiraz parmağını uzatmamak gerektiğinin altı çiziliyor. Zira Peygamber bir referans noktasıdır. Dolayısıyla ondan gelen rivayeti yanlışa boyadığım zaman kendime ciddi zarar veririm. Müellif aynı yerin devamında bir rivayette kusur var gibi görünüyorsa bunun hadise değil, bize dönük olduğunu söylüyor; rivayet malzemesine güven duyduğunun altını çiziyor. Sonra da ‘Şimdi insafın varsa, bu on usûlü kemâl-i dikkatle düşündükten sonra, o aklın hilâf-ı hakikat gördüğü bir hadisin inkârına kalkışma. ‘Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tâbiri vardır’ de, ilişme’ diyerek son noktayı koyuyor. Nitekim kendisi de zayıf kabul edilen hadisleri eserlerine alıp bunları Peygamber’in ‘risalet görevine’ uygun olarak açıklıyor. Hatta mevzu kabul edilen rivayetler hakkında da ‘mevzu, hadis değil demektir, yoksa manası yanlış demek değildir’ diyerek mesela ehl-i tasavvufun dayandığı birtakım rivayetleri hakikatli bir şekilde yoruma tabi tutuyor.”

“Daha önceki derslerde üzerinde durulan bu hususları tekrar göz önünde bulundurarak ‘hırçın çocuk’ rivayetine dönersek, bana bunu şöyle anlamak uygun gibi görünüyor: Bu çocuk hırçın. Hırçınlık bir bakıma o çocuğun hastalığı hükmünde. Çocuğun şifası da onu hırçınlıktan korumak üzere ayaklarının devre dışı kalmasıdır. Görünüşte bu olumsuz bir durumdur ancak çocuğun manevi selameti açısından olumludur, onun lehinedir. İnsanların başına gelen nice olumsuzluklar vardır ki sonuçları bakımından olumlu olmuştur. Nitekim müellif Hastalar Risalesinin Beşinci Devasında buna denk düşecek açıklamalar yapıyor. Özetle, hastalıkların bazı kimseler için Allah’ın bir ihsanı olduğunu, zira bu çeşit kimselerin hastalık sebebiyle gafletten uzak kaldığını, ahireti düşündüğünü, ibadetlerine dikkat ettiğini söylüyor. Kişisel tecrübelerine değinerek böyle kimseler için hastalığın ‘sıhhat”, bazı kimselerdeki sıhhatli olmanın da ‘hastalık’ olduğunu belirtiyor. Ayrıca kısmî farklılıklar olmakla beraber Kur’an’da zikrolunan Hz. Musa ile ‘Allah’ın kendi katından ilim verdiği kişi’ arasında geçen kıssada da bu hususu teyit eden arkaplan sırlara işaret edildiğini hatırlamak lazım.”

Moderatörün kısmen uzun fakat faydalı ve kapsamlı müzakeresinden sonra söz alan bir müzakereci de şunları paylaştı: “Hadislere yaklaşım konusunda günümüzde iki uç anlayış olduğunu görüyoruz. İlki ağırlıklı olarak hadisler üzerinden din anlatımı, ikincisi hadisleri büyük ölçüde devre dışı bırakan -sözde- Kur’an temelli din yaklaşımı. İkincisiyle ilgili olarak ‘sözde’ diyorum; çünkü bilindiği gibi Kur’an çok açık biçimde Peygamber’in Kur’an’ın ‘mübeyyini’ yani açıklayıcı olduğunu (Nahl 16/44) ifade ediyor. Sözü getirmek istediğim yer şurası: Bu açıdan Risale-i Nur’a baktığımızda, -ifade edildiği gibi-, hadisler konusunda azami hassasiyet gösterildiği müşahede olunuyor. Fakat müellif gerek iman konularını gerekse ibadetlerin anlam ve hikmetlerini anlatırken hadislere çok da fazla yer vermiyor. Mevzuların başına bir ayet koymakla beraber daha çok kainat okuması yapıyor, insaniyete vurguda bulunuyor. Hatta yapılan bir çalışmada çoğu Resulullah’ın mucizelerinin zikredildiği 19. Mektup’ta yer almak üzere, -tekrarlar çıkartılırsa- 130 dolayında hadise yer verildiği belirtiliyor. Altı bin sayfalık bir Külliyat için bu sayının çok sınırlı olduğu ortada.”

Bunun üzerine moderatör kısaca şunları dile getirdi: “Risale-i Nur’da yer verilen hadis sayısıyla ilgili tespitler ve yapılan yorum doğru olmakla beraber, aynı husus Kur’an ayetleriyle ilgili olarak da geçerlidir. Mesela 25. Söz gibi özellikli Risaleler dışarıda tutulursa metin olarak yer alan ayet sayısı Külliyatın hacmine oranla çok sınırlı bir sayıda kalır. Hatta buradan yola çıkarak birileri Risale-i Nur’u bir tür ‘felsefe kitabı’ diye itham edebiliyor. Oysa Risale-i Nur, mesela Haşir Risalesinin başında tek ayet olduğu halde, -müellifin işaret ettiği üzere- yüzlerce ayetin ‘teraşşuhatından’ oluşuyor. Sonuç olarak hadis nakilleri konusunda müellif o kadar titizdir ki, hadis tekniği açısından sahih kabul edilemeyen bazı rivayetleri bile, -mânâsı doğru ise- hakikatleri açısından gayet makul ve faydalı yorumlara tabi tutuyor.”

Risale-i Nur neredeyse hiçbir zaman -istisnaları var mı, bilmiyorum-, ‘Kur’an böyle dediği için inanıyoruz’ diye bir şey söylemiyor. Daha açık ifadeyle Risale-i Nur asla ayet ve hadisleri imanın gerekçesi olarak göstermiyor. Risale-i Nur’un misyonu o değildir. Ama biz Risale-i Nur’dan şunu anlıyoruz: Kur’an’ı, Kur’an olarak, Yaratıcının bize konuşması olarak Kur’an’ın maksadı ne ise, ona uygun olarak okuruz, okumak zorundayız. Aynı şekilde hadisleri Risaletin yani peygamberliğin misyonu ne ise, o misyona uygun şekilde okuruz, okumak zorundayız. Bu okumaya bağlı olarak tevil edilmesi gereken rivayetleri tevil ederiz.

Başka bir müzakereci de şu katkıyı yaptı: “Son konuşulan konu ile ilgili olarak Risale-i Nur’da denge nerede duruyor? Bence Risale-i Nur’un maksadı ne ise, nerede ise, orada duruyor! Risale-i Nur’un maksadı insanları, Müslümanları, insanlıklarını reddetmeyen insanları kendi kapasitelerine göre iman bakımından tekraren değil, tasdiken delillendirmeye dayanır. Ben böyle anlıyorum. Risale-i Nur’un hedefinde, temellerini ortaya koyarak tasdik etmeye dayalı bir iman eğitimi var. Bunun için Risale-i Nur ayet metinlerinden yola çıkarak insaniyet düzleminde varlık okumaları yaparak hedefine yürür. Mesela ahirete imanın temellendirildiği Haşir Risalesi takriben elli sayfalık bir hacme sahiptir. Başında mealen şu ayet var: ‘Şimdi bak, Allah’ın rahmet eserlerine: Yer yüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor? Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir; zira O her şeye güç yetirendir’ (Rum 30/50). Ama Risale-i Nur bu elli sayfada insanın Kur’an’ın verdiği haberi onaylayabileceği bir tahkik usulü takip ediyor. Kur’an’ın verdiği küçük bir örnekten yola çıkarak nasıl bir kainat okuması yapmak gerektiğine dair de çok önemli prensipler sunuyor.”

“Risale-i Nur mesleği açısından bakıldığında şöyle bir prensip görüyoruz. Risale-i Nur neredeyse hiçbir zaman -istisnaları var mı, bilmiyorum-, ‘Kur’an böyle dediği için inanıyoruz’ diye bir şey söylemiyor. Daha açık ifadeyle Risale-i Nur asla ayet ve hadisleri imanın gerekçesi olarak göstermiyor. Risale-i Nur’un misyonu o değildir. Ama biz Risale-i Nur’dan şunu anlıyoruz: Kur’an’ı, Kur’an olarak, Yaratıcının bize konuşması olarak Kur’an’ın maksadı ne ise, ona uygun olarak okuruz, okumak zorundayız. Aynı şekilde hadisleri Risaletin yani peygamberliğin misyonu ne ise, o misyona uygun şekilde okuruz, okumak zorundayız. Bu okumaya bağlı olarak tevil edilmesi gereken rivayetleri tevil ederiz. Ama burada ‘tevil’ kelimesi kıvırtma, kılıfına uydurma değil, gerçek anlamına uygun olarak anlama ameliyesi içinde bulunma demektir. Keza Risale-i Nur’u da Risale-i Nur’un kendi mesleğine uygun olarak okuruz, okumamız gerekiyor.”

“Biz burada ilk bakışta insan için ‘Rahmet peygamberi nasıl olur da bize beddua gibi görünen bir hal sergiler?’ dedirtecek bir hadis rivayeti ile karşılaşıyoruz. Hadis rivayetlerinin yorumlanmasında Risale-i Nur’un takip ettiğini anladığım şu prensip hakim görünüyor: Bir rivayet madem ümmetin bilgisine ulaşmış, o halde ümmetin kafasının karışmaması için bu tür rivayetleri hemen ‘uydurmadır’ diye reddederek kısa yoldan çözüm aramak çare değildir. Rivayetlerin gerçeği olsun veya olmasın madem, duyulmuş, o halde mümkünse bunların Risaletin misyonu açısından yorumlanması gerekir. Böylece rivayetlerin uydurma olma ihtimaline binaen avamın İslam mirasına olan itimadını kırma yerine bunu yaratılışın maksadına uygun olarak te’vil etmeyi daha sağlıklı buluyor.”

“Nitekim, bahsi geçen rivayet bizim dünya görüşümüz ile Resullerin risalet misyonu arasındaki farka dikkat edilince hiç de hakikatsiz, zorlamalı bir rivayet olmadığı ve hatta bizim için çok öğretici bir yönünün olduğunu da fark ediyoruz. Biz yaratıkların maddi hayatımıza ve dolayısıyla bedenimize dönük yönünü önceleyerek değerlendirme yapma meylimize rağmen, Resuller bize yaratılışımızın maksadını önceleyerek değerlendirme yapmamızı öğretir. Risalet misyonunu doğru bir şekilde anlamamız için, bizim Kur’an’ı ve Peygamber’i örnek olmak ve böylece Kur’an’ın mesajını açıklamak için ifa ettiği misyonu ile bu kaynaklara yaklaşmamız gerekir.”

“Kur’an’ın maksadı bize kainatın şahitliği altında onun Yaratıcısını tanıtmak ve böylece kendimize bir hayat hedefi oluşturmaktır. Yani Yaratıcımız ile ilişkili bir şekilde yaşamanın ana çizgilerini vermek. Buna ‘ubudiyet’ diyoruz. Risalet görevinin maksadı ise bize bu ana çizgilerin hayatımızda pratik hale dönüştürülmesinin örneklerini sunarak Kur’an’ın mesajını açıklamaktır. Bu prensipleri esas alıp bahsi geçen hadis rivayetini okuduğumuzda olayın bir ‘beddua’ değil, bir ‘şifa bulma’ duası olduğunu görüyoruz. Ayaklarını ‘şehid’ ederek ruh hastalığı olma meylindeki ‘hırçınlığını’ tedavi edip ruhunu ‘hırçınlığın’ ebedi esaretinden kurtulma duasına mazhar olan çocuğun yaratılış maksadına ne güzel de ulaştığını görüyoruz.” Dersin devam eden bölümlerinde soru ve cevap şeklinde gerek genel anlamda hadis nakillerinin anlaşılması gerekse söz konusu rivayetin daha ikna edici şekilde anlaşılması istikametinde çok faydalı müzakereler cereyan etti. Klasik hadis şerhlerini aşan müzakereler dolayısıyla ben herkese teşekkür ettim, ediyorum. Allah razı olsun.

Yazar hakkında

İlyas Üzüm

Dünyalıyım. Güneş Sistemi sokağında oturuyorum. Yaşadığım Samanyolu galaksisi şehrini bile gezemedim. Yolda mıyım, emin değilim ama "yolda olmak, yolcu olmak" istiyorum; zaman ve varlığın sonsuz yolculuğunda.

Yorum yazın