Kur'an Okumaları Usûle Dair

Kâinat Şahitliğinde Kur’an Okuma Denemeleri: Tekasür Suresi-3

Kâinat Şahitliğinde Kur’an Okuma Denemeleri: Tekasür Suresi-3 | Ha-Mim

ثُمَّ لَتَرَوُنَّهَا عَيْنَ ٱلْيَقِينِ

102:7. “Yine and olsun, onu gözünüzle kesin olarak göreceksiniz.”

ثُمَّ لَتُسْـَٔلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ ٱلنَّعِيمِ

102:8. “Sonra o gün, size verilmiş bütün nimetlerden hesaba çekileceksiniz.”

Naim kelimesi nimetle aynı kökten gelir. Mutluluk, huzur, ferahlık ve rahat bir hayat yaşama manalarını ihtiva eder. Her insana hayattayken sonsuz nimetler verilir. Var olmanın kendisi başlı başına sonsuz bir nimettir. Bu durumda, hesaba çekilmek ne demektir? Varlığımı ben var etmedim ki, ne hesabı diye sormak akla gelebilir. “Tus’elun” ifadesi sorguya çekilmek demektir. İnsanın, kendisine verilmiş olan her şeyden dolayı sorguya çekilmesi veya şu an var ediliyor olmasının hesabının sorulması anlamına gelir. İnsanı Var Eden, ona verdiği sonsuz özellikleri nasıl kullandığının hesabını soruyor. Neden bu sorgulamaya tabiyiz? Bu sorunun cevabı insanın içindedir. Örneğin, her tür ihtiyacı karşılayacak biçimde donatılmış bir evde birkaç gün misafir edildiğimizde, oradaki eşyayı ihtiyacımıza göre kullanırız. Önümüze gelen her şeyi tutup da çöpe atmayız. Evdeki her şeyi çarçur eden ve amacı dışında kullanan birine bir daha bu evin anahtarı verilmez, misafir de edilmez. İnsana yakışan, evdeki bu eşyaları amacına uygun ve temiz biçimde kullanmaktır. Her şeyi sadece kendisi için bencilce kullanıp bir kenara atmak ve başkasını düşünmemek doğru değildir. Her misafir insaniyeti ölçüsünde buradaki eşyaları amacına uygun biçimde kullanmak ve tekrar geriye teslim etmekten sorumlu olduğunu bilecek özellikte yaratılmıştır. Eğer bir kişi bu evrende misafir edildiği halde, ev sahibini görmediği için kendisini ev sahibi sanıp “evdeki eşya benim, istediğim gibi kullanırım” derse ev sahibi de bunun hesabını sorar. İnsan bu duyguyla yaratılmıştır, ki yaptığının yanlış olduğunu kendisi anlasın.

İnsana verilmiş olan her özelliğin varlık kaynağı sorgulanmalıdır. Bu dünyada her insan kendinden sorumludur. Yaratılışına aykırı bir şey yaptığında vicdanen rahatsız olur. Yaratılışına uygun bir şey yaptığı zaman da huzur duyar. Sorgulamanın ilk adımında insan kendini incelemelidir. İnsana verilmiş özelliklerin tümü amacına uygun biçimde kullanılmalıdır. Din bu noktada rehberlik eder. Fakat insanın varlığını ve varlık kaynağını dikkate almayan, Yaratıcıyı inkâr eden veya taklidi din anlayışı insana rehberlik etmek bir yana, sorularına cevap bile vermez. Bu nedenle her insan, hayatının ve varlığının manasını açıklayabilecek bir varlık anlayışını ve sonra da varlığını anlamlı kılacak bir din anlayışını aramak, bulmak ve tanımakla mükelleftir. İnsandaki tüm özellikler ihtiyaç niteliği taşır. İnsan bu ihtiyaçların karşılığını var edemez. İnsanın en temel ihtiyacı ebedi mutluluktur. Bu ihtiyacı Var Eden, onun karşılığını da var eder. Var etmeyecek olsa bu duygunun bir anlamı olmaz. Eğer insan “bu ihtiyaçlar doğal olarak oluşmuş” derse, doğanın bu ihtiyacı karşılaması lazım. Doğanın kendisinde bu ihtiyaçların varlık kaynağı olma ve sonra da onları karşılama özelliği var mıdır, diye sorgulamak gerekir. İnsan bu ihtiyacın farkındadır fakat nasıl karşılanacağını bilemez. Öyleyse bu ihtiyacı karşılayanı tanıması gerekir. Öncelikle bu ebediyet duygusunun kaynağı nedir? Bu duyguyu insan nasıl oluyor da hissediyor? İnsaniyetindeki özelliklerin varlık kaynağı nedir? İnsanın kendisi bunları var edebilir mi? Devamlı değişikliğe mahkûm edilen “doğa” ebedi olabilir mi? Buna benzer soruların cevabını arayan her insan vicdanının şahitliğiyle anlar ki, bütün bu özelliklerle birlikte kendisini Var Eden kim ise bunların karşılığını da var edecek olan O’dur. Ebediyet hissini veren, ebedi olmalıdır.  Bütün insanlara şefkat duygusunu veren, sonsuz şefkatli olmalıdır. Sevme hissini veren, seven olmalıdır. Mükemmellik hissini veren, mükemmel olmalıdır. İnsaniyetteki sonsuz özelliklerin hepsinin Varlık Kaynağı, onları Var Edendir. Onları ihtiyaç duyulacak biçimde Var Eden, bütün ihtiyaçların karşılığını da var eder. İnsanı bütün varlıklarla uyumlu biçimde bu kâinat şartlarında Var Eden, kendisinin kurduğu düzen içerisinde onun varlığını yine bir düzen içerisinde devam ettirendir.

İkinci adımda varlık kaynağı sorgulanmalıdır. İnsanın kendisi ve diğer tüm varlıkları var eden kaynağı veya var oluş biçimini araştırması ve kendisini ikna edebilecek cevaplar bulması gerekir. İnsanı yaratan, bu sorgulamaları yapabilecek özellikleri vererek yaratmıştır. Herhangi bir varlığın var edilmesi için insan aklına gelebilecek dört izah biçimi vardır. İlki varlığı var edenin sebepler, yani varlığa neden olabilecek başka varlıkların olması, ikincisi kendi kendine sonsuz olarak var olma, üçüncüsü “tabiat” veya “içgüdü” diye adlandırılan eşyanın bizzat kendisinin özelliklerinin kendisini var etmesi ve dördüncüsü de bu evreni bütünüyle birlikte var eden ve dolayısıyla buradaki varlıklar gibi olmayan bir Yaratıcının her şeyi var etmesidir.

Kâinat şartlarında çeşitli sebepler sanki sonuçların ortaya çıkması için etkili oluyor gibi gözükmektedir. Bunlar itme, çekme ve bir arada tutma kuvveti diye insanların adlandırdığı, varoluşta gözlemlenen yaratma tercihleridir. Bu bizim “sebepler” dediğimiz yaratılma kuralları üzerinde dikkatle düşünülürse, aslında bunların da yaratılmak, düzen içerisinde bir konuma yerleştirilmek ve orada var olmak zorunda olduğu anlaşılır. Başka türlü var olmayı seçme özellikleri yoktur. Örneğin gezegenler arasında çekme ve itme “kuvveti” dediğimiz bir yaratılış türü vardır. Bu kuvvetlerden bahsedebilmemiz için gezegenlerin var olması gerekir. Çünkü ancak gezegenlerin yaratılış biçimindeki bilinçli programı gözlemlediğimiz için bu programa “sabit” peşin hükmü ile bakarız ve ancak ondan sonra “hep böyle var oluyor” diye ona “kuvvet” veya “kanun” adı veririz. Ancak, böyle bir “kanunun” ayrı, kendine ait bir varlığını görmek veya göstermek mümkün değildir. Çünkü bu “kanun” dediğimiz şey, “eşyanın bir düzen içerisinde yaratılması sonucundaki gözlemlerimizden ibarettir.  Özetle, bu “sebep”, dediklerimiz ve aslında yaratıldıktan sonra ortaya çıkan “sonuçların” hepsi belli bir düzen dahilinde var edilmek zorundadır. Ne “sebepler” ne de “sonuçlar”, bir düzen kurma ve sonra da o kurdukları düzene uyma kabiliyetine sahiptir. Sebepler ve sonuçlar dediğimiz her şey var edilmeye muhtaçtır ve var edildikleri gibi var olmak zorundadır. Kendi kendilerini var edemedikleri için varlıklarını devam da ettiremezler. Öyleyse “sebepler” de “sonuçlar” gibi var edilmeye muhtaçtır ve başka bir varlığa varlık veremezler.

Varlığı izah etmenin bir diğer yolu ise insan aklına ters olan, sonsuz biçimde kendi kendine var oluştur. Bu kâinat şartlarında kendi kendine var olma ve varlığını devam ettirebilme özelliklerine sahip hiçbir bir zerre dahi yoktur. Bunu fark edebilmek için onların sürekli biçimde değişikliğe tabi tutulduğunu anlamak yeterlidir. Kendilerinin bulunduğu pozisyonda hiçbir değişiklik yapamazlar. Aksi yönde kimse bir delil gösteremez, çünkü yoktur. Varlıkları nasıl verilmişse öyle olmak zorundadır, başka seçenekleri yoktur. Kâinatta kendi varlığının kaynağı olabilecek hiçbir varlık yoktur. Kendi kendine var olabilen bir varlık olsaydı, kâinattaki zerreler adedince bu türden varlıklar görürdük. Böyle bir durumda da şimdiki gözlemlediğimiz şartlarda birbiriyle tam bir ahenk içinde görev yapan varlıklarla dolu bir evren mümkün olamazdı. Hiçbir delile dayanmayan, tamamen spekülasyonlardan oluşan ve evrenin evren cinsinden olmayan bir Yaratıcısı olduğu gerçeğini kabul etmemede direnen bir çaresizlik çabasının ürünü olan bu türden varlık izahlarının, gözleme ve mantığa dayalı hiçbir delilini görmüyoruz, hatta düşünemiyoruz bile. Bu anlayışın delilsizliği ve mantıksızlığını, özgürce düşünen her insan rahatlıkla anlar. Evrenin parçacıklarının ancak bir başka Kaynağın kendilerine bu şartlarda varlık veriyor ve onları her an belli bir görevi yerine getirecek şekilde görevlendiriyor olması gerektiğini anlamak için yalnızca hür düşünceli, peşin hükümlerden uzak bir muhakeme yapmak yeterlidir. Eğer kendi kendini var edebilme yeteneğine sahip bir varlık olsaydı mutlaka kâinatın mevcut düzeni değişir ve bozulurdu. Oysa kâinattaki düzen hiç değişmeden devam ettirilmektedir. Varlığı böyle bilinçli, tercih edilmiş bir düzende Yaratanın bize verdiği imkânlar içerisinde bilim dediğimiz araştırmaları yapabiliyor ve O’nun kurduğu düzenin müsaade ettiği kadarıyla belirli sonuçlar elde edebiliyoruz.

Varlığı açıklamanın bir diğer yolu da onu “tabiat” denilen bir kavrama dayandırmaktır. Bu yaklaşım aslında, haklı olarak kendi kendine varoluşa aklı yatmayanların başvurdukları bir yoldur. Bu tezi savunanlar “tabiat” dedikleri kavramı adeta sonsuz ilim ve irade sahibi bir yaratıcı olarak görüp her şeyin varlığını ona dayandırırlar. Fakat tabiatın kendisi bu kâinat düzenine uyan ve kâinat türünden var edilmeye muhtaç olan varlıkların belli bir düzen içerisinde var edilmeleri nedeniyle insanların “kanunlar” diye kabul ettikleri bir yaratılış silsilesine verilmiş isimden başka bir şey değildir. Bir matbaanın kitap sayfaları basacak biçimde yapılmış olması, onun kitaptaki bilginin kaynağı olduğu ve o bilgiyi düzenli kelimeler ve cümlelerle ifade etme özelliğine kendiliğinden sahip olduğu anlamına gelmez. Kitabın bir bilinçli yazarının o bilgilerin kaynağı olması gerektiğini anlamak için şartlanmamış bir insan olmak yeterlidir. Matbaa, maddi biçimde gözlemlenemeyen bir bilgiyi insanların anlayabilecekleri bir forma sokmak için insanları tanıyan bilinçli bir varlığın, evrenin yaratılış düzenine uyarak yaptığı bir düzenektir. Tabiat da tıpkı matbaa gibi, Yaratıcının biz insanların faydalanmasına imkân verecek şekilde evreni bir düzen içerisinde var etmesine verilmiş bir isimden başka bir şey değildir. Tabiatın, varlık kaynağı olduğunu iddia etmek için evrenin içinde kendine ait bir varlığı olduğunu göstermek zorunludur. Evrendeki bir şeyin tam yerli yerinde var olabilmesi için bütün evreni bilen ve onu devamlı değişik bir şekilde yaratmasına rağmen bu düzenliliği bozmayan sonsuz irade ve ilme sahip bir Yaratıcısı olması gerektiği, insanın mantıken ulaşacağı tek sonuçtur. Kâinat türünden olan hiçbir şey bu özellikte değildir. Öyleyse “tabiat’ kavramı ile ne kastediliyor ise onun kendisi de var edilmek zorundadır. Var edilmeye muhtaç olan, varlık kaynağı olamaz. Bir resim tablosundaki sanatın varlığını izah etmek için o resmin yapılmasında kullanılan boya ve malzemeleri sanatın “tabiatı” olarak adlandırıp, o sanatın sanatkârını veya ressamını inkâr etmeyi hiçbir mantık sahibi onaylayamaz. Fakat bir insan ısrarla ben sanatkârı kabul etmiyorum, yalnızca resim tablosunun maddesini laboratuvara alıp inceleyebilirim ve sanatkâr benim alanım dışındadır diyebilir. Sanatkârını laboratuvarda inceleyemediğim için böyle bir sanatkârın varlığını izah edemem. Bu konu, “teoloji” denilen bir bilim dalına aittir diyebilir. Dahası ben bilimle uğraşıyorum, ancak laboratuvar şartlarında gözlemleyebildiğim tablonun maddesinde bir sanat görüyorum, dolayısıyla şu sonuca ulaşıyorum: “Bu boyaların ‘tabiatında bir sanatçı olma özelliği varmış” diye açıklama yapabilir. İşte varlığı tabiat veya doğa ile açıklama iddialarının temel mantığı budur. Bu şartlanmış bakış açısıyla elde edilen sonuçların adı bilimsel de olsa mantıklı değildir.

Günümüzde varlık kaynağını düşünmek ve kendi varlığını izah etmeye çalışmak çeşitli çeldiriciler nedeniyle daha da güçleşmiştir. Bunların başında eğlence, tüketim ve bilimsellik iddiasındaki kendi kendine tesadüfler sonucu oluşmayı savunan “evrim” yorumudur. İnsan, kendi varlığı hakkında düşündüğünde varlığını madde ile açıklayamadığından çaresizlik ve karamsarlığa sürüklenir. Bu noktada evrim yorumu, bir çıkış yolu olarak “tesadüflerle bu hale geldik, düşünmenize gerek yok” sonucunu ileri sürerek insanları rahatlatmaya çalışır. Fakat insan mantığının gereği, bu evrenin tümünü Yaratan kim ise her şeyin O’nun bilinçli tercihiyle var edilmesi gerektiğini anlamak hiç de zor değildir. Kâinatta her bir varlığın anlamlı bir hedefe ulaşmak üzere en uygun biçimde var edildiğini görüyoruz. Varlıklar, kendi kendilerine çevreye uyum sağlama özelliklerini var edemez. Maddenin böyle bir tercihi yapma özelliği olduğunu kimse gösteremez. Bu yorumla, insanların düşünerek bir anlam aramalarının yolu kapatılmış görünüyor. Sonuçta çaresizlikten, bu düzenli yaratılışa mantıken onaylanması imkânsız olan bir ad takılmıştır: “Rastlantıların neticesinde oluşan evrimleşme”. Bu anlayışı savunanların, kendilerini “bilim uzmanı” olarak tanımlayıp evrenin düzenli yaratılışını “rastlantı” sonucuna indirgeyen kişisel yorumlarını, “evrenin gerçeği budur” iddiasıyla topluma dayattıklarını görüyoruz.

Böylece, insanlara hiçbir şey düşünmeden sadece zevk alınan şeyleri yaparak anı yaşamak ve eğlenmek kalıyor. Özellikle sanal eğlence ortamları bu doğrultuda insanları uyuşturma görevi görüyor. İnsanlar, zor şartlarda çalışarak elde ettikleri kazançlarını yeni teknolojik ürünlere, gerçekten ihtiyaç olup olmadığını düşünmeden kolayca feda edebiliyorlar. Daha da ötesi, uzun vadeli büyük borçlar altına girerek sürekli çalışmaya zorlandıkları için düşünmeye vakitleri olmuyor. Hep yorgun ve meşgul biçimde yaşamak zorunda kalıyorlar. Bu tüketim çılgınlığı ve iç mutsuzluk kısır döngüsüyle yaşamak insanın psikolojisini de bozuyor. Sağlığı bozulan insan, bu defa büyük sermaye sahiplerinin ayrı bir kazanç sahası haline gelmiş sağlık sektörünün, acımasız kâr elde etme hırsıyla kurduğu hastanelerine müracaat ediyor. İnsan bu sarmaldan kurtulabilirse kendisini var edenin, evrenin Varlık Kaynağı, Bilinçli, yarattığı evren koşullarında tasavvur edilemez olan Yaratıcısı ile varlığını algılama ve böylece anlamlı bir şekilde varlığından emin, O Yaratıcının bu dünyada misafir ettiği bilinçli bir yaratık olma onuruyla yaşamından zevk alacaktır. Değilse anlamsız, rastlantı sonucu oluşan bir “şey” olarak yaşamak zorunda kalacaktır. Ne zaman geleceği belli olmayan ölüm endişesi ve korkusu ile günlerini geçirecektir. Anlamsız bir şekilde oluşmuş hayatının sonucunu da anlamsız bir ölüm ile noktalayacak ve yok olup gidecektir.

Kâinat Şahitliğinde Kur’an Okuma Denemeleri: Tekasür Suresi-3 | Ha-Mim

Kâinattaki apaçık deliller insana varlık kaynağının mutlak olması gerektiği mesajını taşırken bilimsellik yaftasıyla şartlanmış bakış açısı bunu anlamaya engel olur. En küçük bir varlıktan en büyük olana kadar her varlığın var edilmeye muhtaç olduğu ve bir Yaratıcısı olması lazım geldiği açıktır. Ancak bunun yerine günümüzde kendi kendine oluş ve değişimin kişisel yorumlarla ulaşılmış sonuçları, varlığı bilimsel ve tarafsız biçimde açıklayan tek yaklaşımmış gibi sunuluyor. Üstelik bu yaklaşım, özellikle okumak ve sorgulamak isteyen insanlara bilimsellik adı altında dayatılıyor. İnsaniyetini kaybetmemiş insanlar bu dayatmaya değer vermez. Çünkü bu düşünceyi kabul etmek bütün bir kâinatın kendi kendine ne yapacağını ve ne olacağını bilen, sonsuz bilgi ve kudrete sahip olduğunu tasdik etmek demektir. Oysa hiçbir şey kendi kendine var olma özelliğine sahip değildir. Bu iddianın hiçbir fiziki ve mantıki delili yoktur ve bu nedenle insan aklına terstir. Adına ister doğal ister evrim ister değişim ve isterse oluşum, her ne dersek diyelim böyle bir varlık kaynağı olduğunu kabul etmek insan mantığına sığmaz ve sonsuz mutluluk arzusuyla kıvranan insani duygularca da onaylanmaz. Bu anlayış, kitaptaki anlamlı kelimelerin, cümlelerin, paragrafların, yani bütün bir kitabin milyarlarca yıl veya daha uzun bir süre içinde çevreye uyum sağlayabilen mürekkep izlerinin rastlantı sonucu oluşumu ve değişimiyle ortaya çıkmış olacağını düşünmek gibi anlamsızdır. Bu fikir, aynı zamanda kitabın da kendi kendine oluşması veya yazılmasını kabul etmek demektir. Milyarlarca yılın geçmiş olması bu imkânsızı mümkün kılmaz ama sanki uzun süre geçince böyle bir varoluş mümkünmüş gibi hayali benzetmelerle insanlara anlamsızlık dayatılmaktadır. Varlıkların varlık kaynağını kâinat türünden varlıklarla açıklamaya çalışmak mantıken çelişkilidir. Kendisi var edilmek zorunda olan bir varlık, nasıl var edebilir? Velev ki bu varlık dünya veya paralel bir evrende olsun yine değişen bir şey olmaz. Her durumda varlıkları var eden, ancak ve ancak kâinat türünden olmayan mutlak bir Varlık Kaynağı yani Yaratıcı seçeneği, insan mantığının kabul etmek zorunda olduğu tek seçenektir.

Sorgulama sürecinin ilk adımında insan kendi varlığını incelemeli, ikinci adımında varlık kaynağının nasıl olması gerektiğine odaklanmalıdır. Üçüncü adımda ise varlığı sorgulamak için kendisine verilmiş özellikleri nasıl kullanacağını öğrenmelidir. Din, bu noktada insana rehberlik eder. İnsana bu özellikleri vererek var eden Yaratıcının, bunların yaratılış gayesine uygun biçimde kullanılıp kullanılmadığını hikmeti gereği sorması lazımdır. İnsan, kendisine verilmiş olan bütün duygular ve özelliklerle ebediyet arzusunun kaynağını sorgulamazsa bu sonsuz mutluluğu arayan özellikleri de anlamsızlaşır ve ümitsizlik içinde ölümü bekler. İnsanın varlık kaynağı kâinatta olamaz çünkü bu varlıkların hepsi var edilmek zorundadır. Verilen sonsuz özellikler dünyadayken ziyan edilirse Varlık Kaynağı bunları bir daha vermez. Okuması için kendisine verilmiş kitapların anlamsız, rastlantı sonuçlarıdır anlayışıyla hiçbirinin yüzüne bile bakmayan, ders araçlarını kırıp döken ve kullanmayan bir öğrenciye bunları yeniden vermek eğitimin amacına uygun düşmez. Böyle bir öğrencinin derse devam edebilmesi için insani davranışlarının gereklerini öncelikle öğrenmesi gerekir. İşte insani olmayan davranışları düzelterek insana kendi gerçeğini görmesine imkân sağlama sürecine cehennem denir. Yapılan iyiliklere nankörlük edilmesini insan vicdanı kabul etmez. Nankörlüğün yanlış olduğunu insanın, bizzat tecrübeyle ögrenmesi gerekir. Kıymetli bir eşyayı hediye olarak verdiğiniz kişi o hediyeyi gözünüzün önünde “rastlantı sonucu bir şey” diyerek çöpe atarsa, o kişiye bir daha hediye verir misiniz? Yaratıcının insana verdiği bu duygu, yaratılış maksadını anlasın ve ona göre kendisine hediye olarak verilen varlığının ve hayatının kıymetini bilsin diye gönderdiği bir mesaj veya mektuptur. Bu duygunun kaynağı “doğa” veya “rastlantı” olarak kabul edilirse, o zaman karşılığını da “doğa” veya “rastlantı” vermelidir. Böyle bir beklenti mantığa uymaz.

İnsan, ebedi cezaya mahkûm olmak istememe duygusuyla yaratılmıştır ama varlığının gerçekliğine aykırı hareket ederse bu yola girer. Hür iradesini kullanarak bu hayatta seçimler yapabilecek özelliklerle donatılmıştır. Kasıtlı bir şekilde, bilinçli bir tercih sonucu var edilmiş olduğunu kabul etmeme özgürlüğü tanınmıştır. Ama bunun sonucuna da katlanmak zorundadır. Eğer insanın bir Yaratıcısı yoksa, tesadüfen oluşmuş ve bu hayattan sonra ebediyen yok olacağını düşünüyorsa, öldükten sonra ruhuna böyle bir varlık anlayışının hâkim olması gerektiğini insan mantığı ve duyguları anlar. Fakat insan, hem kendisine rehberlik eden insani duygular hem de evrenin yaratılış biçimindeki delillerle birlikte yaratılmıştır. Eğer bu delilleri değerlendirmez ve spekülasyonların peşinde giderek ölürse kimsesiz, sahipsiz, yol yordam bilmez halde, sonsuz bir karanlığa düşer ve nereye gideceğini ne yapacağını bilmez olur. Dünyadayken varlığını inkâr ettiği ölümden sonraki var oluş, ona yokluk biçiminde tezahür eder. Cehennem, insanın içini yakan bu sıkıntılı halin adıdır. Bu hale düşmemek için insanın kendisiyle çelişmemesi ve kasıtlı olarak var edildiğini kabul edip varlık kaynağını tanıması gerekir. Varlık kaynağının mutlak olması gerektiğini anlayan bir insan, O’nun adaletinin ve şefkatinin de mutlak olması gerektiğini anlar. İnsanı cezalandırmak için fırsat kollayan bir varlık kaynağı, Yaratıcı olamaz. Özellikleri mutlak olan bir Yaratıcı neden fırsat kollasın ki? Zaten insanın varlığı O’nun elindedir, var etmeyi dilemezse yaratmaz. Yaratılışımızda gözlemlediğimiz rahmet eseri sınırsız sayıdaki düzenlemelerden anlıyoruz ki O, her şeyi Rahmetiyle var etmektedir. Kendi gerçeğimizi kabul etmemiz için ihtiyaç duyduğumuz şeyleri bazen verir, bazen de vermez. Böylece sanki istediğimiz her şey otomatik olarak bize verilmeli şeklindeki hayal ve zannımız reddedilir. Yaratıcı bize, bunlar Benim Rahmetimdendir, bak istersem vermeyebilirim ve sen onları rastlantı sonucu elde edemezsin mesajını verir. Varlığımızın anlamsız olduğunu fısıldayan delilsiz zannın, gerçek olmadığını bize öğretir. Bu da O’nun Rahmetinden yarattığı bir eğitim türüdür. Ama izlerini evrenin yaratılış biçiminde gözlemlediğimiz mutlak adalet, ilim, hikmet ve şefkat gibi özelliklerinden dolayı Yaratıcı, insanın bu hayattayken kendi seçimlerini yaparak ölümden sonraki var ediliş biçimini kendisinin seçmesini ister. Bu hayattayken insan, kendisine verilmiş iradeyi kullanarak neyi isterse o yaratılır. Cennet veya cehennem, insanın tercihlerinin toplam sonucudur. İnsana varlığını vererek sonsuz ikramda bulunan Yaratıcının merhameti sonsuz olmalıdır. O’nun merhametinden ümit kesenler ancak kendi gerçekliğini inkâr edenlerdir. İnkârcılar, kendisine hediye olarak verilen bir demet çiçeği fırlatıp atanlar gibi insaniyetini kaybetmiş olanlardır. Kur’an, cennetin kapılarının herkese açık olduğunu, cehennemin kapılarının ise ancak zorlanarak açılacağı mesajını verir (39:70-73). İnsanları bu kapıyı zorlamaktan uzak tutmaya çalışır. Gerçekten de her insan, cenneti temsil eden iyiliğe, güzelliğe ve merhamete meyillidir. Cehennemi hatırlatan yalan, kötülük ve çirkinlikleri ise bizzat kendini zorlayarak tercih edebilir. Kendi Varlık Kaynağının ebedi mutluluğu var edecek özellikte olduğunu anlamak istemeyebilir. Böyle bir varlık biçiminden ümidini keser. Bu anlayış insana ölene kadar keyfince yaşa, ölünce her şey bitiyor mesajını verir. Yaratıcı ise yarattıkları varlıklar, rehber öğretmen ve eğitmen olarak gönderdiği peygamberler ve kitaplar ile insana, içindeki ebediyet duygusunun varlık kaynağının mutlak olması gerektiğini anlayarak O’nu tanıması mesajını verir. Bu tanıma gayreti ölçüsünde insana, ebediyet duygusunun karşılığı verilir. Örneğin sevdiğimiz bir yiyeceği yerken aldığımız lezzetin sürekli olmasını isteriz. Hatta lezzetin yemekten kaynaklandığını düşünerek, bu lezzet biraz daha sürsün diye gereğinden fazla yersek çeşitli sıkıntılar yaşayabileceğimiz o an pek aklımıza gelmez. Bu sıkıntılar, ebedi lezzetin burada karşılanmayacağını gösterir. Aldığımız lezzeti var eden Yaratıcımız, onu ebedi biçimde de var edebilen olmalıdır.  İnsanın buradaki esas görevi, kendisine ebediyet duygusunu vererek yaratan, mutlak özellikleri olan bir Yaratıcısı olduğunu tasdik etmek ve O’nun özelliklerinin yansımalarına şahitlik etmektir.

*Islam From Within Youtube kanalında yayınlanan “Quran-Universe Parallel Reading: Chapter Takathur – Part 3 –03/20/19” başlıklı video kaydı çalışılarak hazırlanmıştır.

Yazar hakkında

Yunus Erkan

Yorum yazın