8 Mart 2020 tarihli, online 96. Lemaat dersinde, aşağıdaki metin okunup müzakere edildi:
“İcad ve cem-i ezdadda büyük bir hikmet var; kudret elinde şems ve zerre birdir
Ey birader-i kalb-i hüşyar! Ezdâdın cem’indendir tecellî-i iktidar. Lezzet içinde elem, hayrın içinde şerri.
Hüsnün içinde kubhu, nef’in içinde dârrı, nimet içinde nıkmet, nurun içinde nârı, bilir misin ki sırrı?
Hakaik-i nisbiye sübut, takarrur etsin. Bir şeyde çok şey olsun; bulsun vücut, görünsün. Sür’at-i hareketle bir nokta bir hat olur.
Çevirmenin sür’ati yapar bir lem’a-i nur, daire-i nuranî. Hakaik-i nisbiye vazifesi dünyada daneler sünbül olur.
Kâinatın çamuru, revâbıt-ı nizamı, alâik-i nakşını odur teşkil ediyor. Âhirette bu nisbî emirler orada hakaik olur.
Hararette merâtip, ona olmuştur sebep tahallül-ü burudet. Hüsündeki derecat kubhun tedahülüdür; sebep, illet oluyor.
Ziya zulmete borçlu; lezzet eleme medyun; sıhhat marazsız olmaz. Cennet olmazsa belki Cehennem tâzip etmez. Zemherirsiz olmuyor.
Ger zemherir olmazsa, o da ihrak edemez. O Hallâk-ı Lemyezel, halk-ı ezdad içinde hikmetini gösterdi; haşmeti etti zuhur.
O Kadîr-i Lâyezâl, cem-i ezdad içinde iktidarı gösterdi; azamet etti zuhur. Madem o kudret-i İlâhî lâzime-i zâtî olur.
O Zât-ı Ezelîye hem zarure-i nâşie; onda zıddı olamaz, acz tahallül edemez, onda merâtip olamaz. Herşeye nisbeti bir; hiçbir şey ağır olmuyor.
O kudretin ziyasına güneş mişkât olmuştur. Bu mişkâtın nuruna deniz yüzü âyine, şebnemlerin gözleri birer mir’at olmuştur.
Denizin geniş yüzü gösterdiği güneşi, çîn-i cebînindeki katreler de gösterir; şebnemin küçük gözü yıldız gibi parlıyor.
Aynı hüviyet tutar; şebnem, deniz bir olur güneşin nazarında. Kudreti tanzir eder. Şebnemin gözbebeği küçücük bir güneştir.
Şu muhteşem güneş de küçücük bir şebnemdir. Gözbebeği bir nurdur ki şems-i kudretten gelir, o kudrete kamer olur.
Semâvât bir denizdir; bir nefes-i Rahmân’la çîn-i cebînlerinde mevcelenip, katarat ki nücum ve hem şümustur.
Kudret tecellî etti, o katarâta serpti nuranî lemeâtı. Herbir güneş bir katre, herbir yıldız bir şebnem, herbir lem’a timsaldir.
O feyz-i tecellînin küçücük bir aksidir o katre-misal güneş. Eder mücellâ camını o lümey’a zücâce dürri-misal parlıyor,
O şebnem-misal yıldız lâtif gözü içinde, bir yer yapar lem’aya, lem’a olur bir siraç, gözü olur zücâce, misbâhı nurlanıyor.”
Diğer Lemaat metinlerine göre nispeten uzun sayılabilecek olan metin, birbiriyle bağlantılı iki konuyu bütünlüklü biçimde ele alıp işlediği için, günümüz Türkçesine aktarıldığında özellikle ilk bölümünün kolaylıkla anlaşılır olduğu görünüyor. Nitekim derste de moderatör ilk bölümü kısa kısa meallendirerek açıkladı ve katılımcılardan soru soran, görüş beyan eden olmadı. Ancak metnin ikinci bölümü müzakereye daha elverişli olduğu için katkılar ve açıklamalar bu bölüm üzerinde cereyan etti. Ben, en azından benim için müzakerelerden ortaya çıkan “hasıla”yı aşağıya alıyorum (her paragraf ayrı bir müzakereciye değil ayrı bir müzakere notuna işaret eder):
*Metin, “alem-i İslamî” için ittihadın hayatî derecede önemli olduğuna temas eden bir önceki metinle bağlantılı olarak, yaratılıştaki farklılıklara işaret ediyor ve bunun açıklamasını yapıyor. Dolayısıyla bu metni önceki metinde gündeme getirilen farklılıkların “yaratılıştaki” tezahürüne işaret eden bir açıklama olarak okumakta fayda var gibi görünüyor.
*Hitap cümlesindeki “kalb-i hüşyar” terkibi uyanık kalp veya düşünen kalp demek olduğuna göre metin, kalbi hakikate açık olanlara sesleniyor gibi gözüküyor ya da açıklamaları uyanıklık içinde anlamaya dönük bir telmih içeriyor.
*Başlıkta yer alan “icad ve cem’i ezdadda” ifadesindeki “icad” kelimesini “cem’i ezdadın icadında” diye anlamak gerekiyor. Diğer taraftan metin, başlığında, ele alacağı iki konunun özetini veriyor: a) Yaratılışta zıtların bulunmasında büyük bir hikmet vardır, b) Yaratıcı Mutlak Kudret olup Onun nazarında zerrenin yaratılması ile güneşin yaratılması eşit düzeydedir.
*Metin, iki meseleden ilkiyle ilgili olarak gayet açık bir şekilde alemde lezzet-elem, hayır-şer, güzellik-çirkinlik, nimet-nikmet, nûr-nâr gibi zıtlıklar bulunduğuna dikkat çekiyor ve bunun sırrının da “hakaik-i nisbiye”nin sübut bulması ve “vücudun görünmesi” olduğunu belirtiyor. Bakıldığında, gerçekten varlığın ortaya çıkmasının böyle bir süreci zorunlu kıldığı anlaşılıyor. Zira şer olmadığında hayrı, çirkinlik olmadığında güzelliği, soğuk olmadığında sıcaklığı anlamak mümkün değil. Esasında şer, çirkinlik, soğuk gibi “nisbî emirler” hayrın olmaması, güzelliğin olmaması, sıcaklığın olmaması anlamına geliyor. Fakat bu nisbî hakikatler hayrın, güzelliğin, sıcaklığın fark edilmesine yol açıyor!
*Biraz daha açmak gerekirse, “hakaik-i nisbiye”, kıyaslamalara bağlı olarak ortaya çıkan hal ve durumlar demek oluyor. Uzun, kısa, büyük, küçük, ağır, hafif dediğimizde “kime göre” sorusu akla geliyor. Şu adam uzundur, şu ağaç kısadır ya da şu kuş güzeldir dediğimizde hep bir kıyaslamanın sonucu olarak bunları söylüyoruz. Yani uzun, kısa, büyük, küçük diye bir şey yok. Fakat bu kıyaslamalarla “daneler” sümbülleniyor; zira var oluş ancak bu “kademeli yaratılış” ile fark ediliyor. Hilkatteki bu “kademli yaratılış” olmazsa biz mutlak kudreti tanıyamayız, diye anlaşılıyor.
*Metindeki, “ahirette bu nisbî emirler orada hakâik olur” cümlesi şöyle anlaşılabilir gibi gözüküyor: Bu dünyadaki maddi yaratılışın ahirine yani arkasına baktığımızda hakikati yani Yaratıcıyı görüyoruz. Mesela, çok güzel olarak nitelediğimiz tavus kuşunun da, nispeten “çirkin” yani az güzel diye andığımız karganın da sonuçta, yaratılışına baktığımızda Yaratanını, ayrıca Onun yaratmadaki “güzelliğini” fark ediyoruz.
*Yaratılıştaki zıtların hikmetine dikkat çektikten sonra metin, “O Hallâk-ı lemyezel…” diye başlayıp devam eden cümlelerde Yaratıcı’nın kudretinin zâtî olduğunu, bundan dolayı da, mesela kudretinde derece ya da mertebenin söz konusu olmadığını, olmayacağını belirtiyor.
*Metindeki bu ikinci meseleyi galiba şöyle anlamak gerekiyor: Aleme baktığımızda, yaratılışta “dereceleme” yani kademeli bir yaratılış olduğunu görüyoruz. Ama aynı zamanda bu yaratılışın her an ve her yerde devam ettiğini gözlüyoruz. Anlıyoruz ki yaratıklardaki bu özellikler onların kendilerinden kaynaklanmıyor. Onlara bu özellikleri veren bir Kaynağın olması gerektiğine ulaşıyoruz. Bu kaynağın yaratıklar gibi değişen, farklılaşan, arızî özellikler taşıyan birisi olmamalı diyoruz. Bu çıkarım bizi zorunlu olarak O Kaynağın mahlukat cinsinden olmaması gerektiği sonucuna ulaştırıyor. “O Kaynak Mutlaktır” diyoruz. Yani O Kaynak sınırlı, bağımlı, değişken birisi olmamalı, diyoruz.
*Kainattaki zıtlıkları gördüğümüzde ilk etapta, birinin varlığının diğerinin varlığına bağlı olduğunu anlıyoruz. Mesela sıcaklığı soğuk ile, keza soğuğu sıcaklık ile anlıyoruz. Ama baktığımızda her ikisinin de varlığını başka birisine borçlu olduğunu görüyoruz (çünkü gerçek anlamda biri diğerinin varlık sebebi olacak nitelikte değil). O zaman başka bir Kaynak olmalıdır, ayrıca bu Kaynağın varlığı başkasının varlığına değil Kendine ait olmalıdır, diyoruz. O kaynağın bütün özellikleri zatî olmalı sonucuna ulaşıyoruz. Kudret zatî ise yani Onun zatının özelliği ise buna “mutlak” diyoruz. Kudret “mutlak” ise yani sınırsız ise yetmezliğin ya da acizliğin zaruri olarak hiçbir şekilde Ona bulaşmaması icap ediyor!
*Bir şeyin özelliği zatî midir, yoksa arızî midir meselesini ayna ya da güneş örneği üzerinden anlamaya çalışabiliriz. Aynada yansıyan bir görüntü aynayı ikiye ayırdığımız zaman veya kırdığımız zaman aynanın her parçasında görünüyorsa, demek ki o görüntü aynaya ait değil, hariçten gelen bir görüntüdür. Yahut güneş hem cam parçalarında hem okyanusta aslî şekliyle görünüyorsa bu görüntü cam parçalarından ya da okyanusun kendisinden değildir. Zira okyanusta görünen yansıma suyun her kabarcığında da görülebilmektedir. İşte mahlukatta görünen özellikler de mahlukatın kendinden değildir. Yani mahlukata bakan yönüyle arızî, asıl Kaynağa göre zâtîdir. Zatî ise “mutlak” yani sınırsız olmak ve mahlukat cinsinden olmamak mecburiyetindedir.
*Bir kalemi ya da bir ağacı düşündüğümüzde o kalem ya da ağaç kendinden küçük olanlara göre kıyaslandığında “büyük”, kendinden büyük olanlara göre kıyaslandığında “küçük” olabilir. Eğer bir şey göreceli olarak hem büyük hem küçük ise ondaki o özellik zatî özellik değildir. Bütün yaratıklar için mukayeseli olarak büyük veya küçük nitelemesinde bulunabiliriz. O halde yaratıklardaki özellikler zatî değildir. Yaratıcı ise “mutlak” olmak zorundadır. Mutlakın özellikleri ise zatîdir. Zatî olduğu içinde kudretinde ve diğer özelliklerinde mertebe söz konusu değildir ve olamaz. Nursi’nin başka yerlerde söylediği üzere, Onun kudreti için çiçeği yaratmakla bir bahçeyi yaratmak, bir bahçeyi yaratmakla cenneti yaratmak eşittir. Ayette buyrulduğu gibi: “Sizin yaratılmanız ve tekrar diriltilmeniz (Onun mutlak kudreti karşısında) ancak tek bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir” (Lukman 32/28).