Maun suresinin dikkat çektiği din kavramı, hayatı anlamlandırma ile ilişkilidir. Geleneksel birtakım ritüeller ve taklidi davranışlar bu manada dine karşılık gelmez. Sadece inanç olarak bazı düşünceleri zihinde taşımak da Kur’an’ın tarif ettiği din kavramıyla uyuşmaz. Kur’an, iman ve salih amel birlikteliğine sıkça vurgu yaparak inancın bir düşünce, bilgi değil de bu bilginin deliller ile onaylanması yani tasdik edilmesi neticesinde ulaşılan emniyet duygusunun (iman) fiilen desteklenmesi gerektiğini ifade eder. Fiilen desteklenmeyen inanç zamanla zayıflar ve etkisizleşir. Bundan dolayı Kur’an ayetleri iman edip salih amel işleyenlerin hüsrana uğramayacağını ifade eder. Yani bu dünyada insaniyetinin beklediklerini mutlaka gerçekleştirecek olan o duygularının Yaratıcısını tanıtan iman, o kişiyi ümitsizlik ve anlamsızlık hüsranına uğratmaz. Dünya hayatının varlığının maksadı olan ebedi hayatta ise o beklentilerin gerçekleştiği bir yaratılış ile hüsran değil sınırsız bir mutluluğa bedenen de ulaşılır. İnandığını iddia edenin bu inanca uygun yaşaması gerekir. İslam’da iman ve salih amel birlikteliği kaçınılmazdır. Aksi halde sadece sözde Müslüman olup fiiliyatta başka türlü yaşamak söz konusudur. İman ve salih amel birlikteliğini hayata aksettirmek için Peygamber (SAV) ve Kur’an rehberliğinde iman eğitimine girmek gerekir.
İmanın şartları, dinin pratik hayata uygulanma biçimi olan İslam’ın şartlarından farklıdır. İmanın esasları Allah’a, meleklere, peygamberlere, kitaplara, ahirete iman etmenin sonucu olarak kaza ve kader ile hayır ve şerrin Allah tarafından yaratıldığından emin olmaktır. İslam’ın pratik hayata uygulanma biçimi olan ilkeler ise öncelikle kelime-i şehadet ile gerçekleştirilmesi gereken temel ritüeller yani namaz kılmak, oruç tutmak, hac ifa etmek ve zekât vermektir. Müslümanın esas görevi hayatın tamamını kuşatan kuralları kendine tatbik ederek yaşamak yani salih ameller işlemektir. Şahitlik etmek, bir amel çeşidi olmaktan çok kalben, aklen, fikren kısacası tüm insani özelliklerle kâinatta var etme özelliği olan hiçbir varlığın olamayacağına, bütün varlıkları var eden Tek bir İlah olduğuna ve Muhammed’in (SAV) bu hakikati hayatında yaşayan, tebliğ eden bir abd ve elçi olduğuna ikna olmak demektir. Bu sonuç, kelime-i şehadet (Eşhedü en la ilahe illa Allah ve Eşhedü enne Muhammeden abduhu ve resuluh) ile ifade edilir. Bu hakikate şahit olan bir insan bizzat kendi yaşadığı tecrübelerin sonucu olarak, ben şahitlik ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur ve yine şahidim ki Muhammed (SAV), O’nun abdi ve resulüdür, demiş olur. Böylece, Hz. Muhammed’in (SAV) getirdiği ve önceki tüm peygamberlerin getirmiş olduğu mesajları da kapsayan İslam dini ile kendisine gelen haberi delilleriyle tasdik ettiğini ilan eder. İman ve İslam’ın her ikisinin de temeli Allah’a iman esasına dayanır. Allah’a iman hem fikir ve hem de uygulamanın esasıdır. İmanın şartları birbiriyle bağlantılıdır. Biri diğerini gerektirir. Bu ilkelerin pratik hayattaki uygulanış biçimi ise İslam’ın şartları biçiminde tezahür eder. Allah’a, meleklere, peygamberlere, kitaplara, ahirete, kaza ve kadere iman eden bir insan bu imanını şahitlik, namaz, oruç, hac ve zekâtla fiilen hayatına uygular ve ilan eder. İman ve İslam ayrılmaz bir bütündür.
İnancın esası, varlığını izah edebilmek için bir dayanak noktası bulmaktır. Dünyaca meşhur ve eski zamanlarda yaşamış bir bilgin, bana bir dayanak noktası gösterin dünyayı yerinden oynatayım demiş. Bir dayanak noktası bulabilen her insan, bu sözün doğruluğunu kendi dünyasını baştan sona değiştirerek teyit eder. Dünyada bir cismin yerini değiştirebilmek için kurulu düzene uymak ve bir desteğe dayanmak gerekir. Fakat dünyayı bir cisim gibi yerinden oynatabilmek için gerekli olan, dünyanın dışında bir dayanak noktası kâinatta yoktur. Buradan anlamalıyız ki, kâinat ve ondaki düzenin dayandığı varlık kaynağı bu kâinatta aranmaz. Düzenin Varlık Kaynağı, düzen cinsinden olamaz ki düzenin içinde aransın. Kâinattaki her şey, kâinatın tabi kılındığı düzen ile var edilmektedir. Düzen dışı var olan bir varlık ancak düzenin kurucusu, her şeyi düzen ile yaratan olabilir. O da düzene tabi tutarak yaratan ve Allah ismiyle anılandır. Kur’an, özellikle her varlığın var edilmeye ve bir dayanak noktasına muhtaç olduğuna vurgu yapar. Kâinatın Varlık Kaynağı kâinatta olamaz fakat bu Varlık Kaynağı ancak kâinattaki düzenin var edicisidir. Düzeni Var Eden, bu düzene tabi olmak zorunda olmayandır. Çünkü düzen var edilmek zorundadır. Oysa Var Eden, var edilmeye muhtaç olamaz. İşte sadece böyle bir Varlık Kaynağı kâinatın dayanak noktası olabilir. İslam’a girişin ilk adımı bu istinat noktasını onaylayıp ilan etmektir. La ilahe illallah, her bir varlıkta, Kendisinin sonsuz özelliklerini yansıtarak ilan edenden, yani bütün varlıkları Var Edenden başka var edici olamaz manasına gelir. Kâinat, var edilmek ve bir düzene tabi olmak zorunda olduğu için bu varlığı ve düzeni var eden fakat bu kâinat gibi var edilmeye muhtaç olmayan bir Varlık Kaynağı olmak zorundadır. Aksi halde ne varlık ne de düzen, insan mantığına uygun biçimde izah edilemez.
Kâinattaki her varlığın var edilişindeki temel prensip, her şeyin kendi nitelikleriyle birlikte varlık sahnesine çıkarılmasıdır. Bir varlıkta olması gereken nitelikler ona sonradan tutturulmuş değildir. Varlığın yaratılışı, onun olması gereken tüm nitelikleriyle birlikte var edilmesini ifade eder. Varlıklardaki nitelikler, onların var ediliş kanununu temsil eder. Birtakım teolojik ifadelerde yer aldığı gibi herhangi bir varlığın ‘öz’ ve ‘araz’ gibi iki ayrı boyutu yoktur. Yani bir ‘öz’ var idi de o ‘öz’e birtakım nitelikler takıldı değildir. Nitelikler, ayrı bir varlığa sahip olduğu sanılan şeyin özüne ait değildir. O şey, zaten nitelikleriyle birlikte var edilmiştir. ‘Öz” ve ‘araz’ ayrımını insanlar yapar, o şey ise her özelliği ile bir şeydir. ‘Öz’ dediğimiz şey olmazsa ‘araz’ da olmaz. ‘Araz’ dediğimiz şey olmazsa ‘öz’ de olmaz. Bizi insan yapan özellikleri içimizden çıkarıp atsak geriye ne kalır? Hiçbir şey. Her ne kadar hayattaki olayları maddi boyutumuz olan beden vasıtasıyla tecrübe ediyorsak da yaşadıklarımız, kâinat şartlarındaki var edilme kanununun tezahüründen başka bir şey değildir. Bizim bağımsız bir varlığımız ve bize iliştirilmiş olan bazı özelliklerimizin de ayrı bir varlığı yoktur. Atomu oluşturan tüm özellikleri ondan çıkarırsak geriye hiçbir şey kalmaz. Sanki varlığın bir özü var ve sonra ona bazı arazlar veya nitelikler veriliyor değil. Eski zaman alimleri Allah’ın zatı ve sıfatları üzerinde tartışmışlar ve Allah’ın zatı ile sıfatları birbiriyle aynı mı yoksa bunlar ayrılabilirler mi diye düşünmüşler. Burada da aynı şekilde, öz ve araz gibi suni, insan yorumu bir ayrıma girmeden varlığın tüm özellikleriyle tek bir varlık olduğunun farkına varmalıyız. Bir Allah var ve bir de Onun özellikleri var değildir. Mesela, sonsuz kudreti olmayana Allah denmez. Sonsuz kudreti olana Allah denir. Kudret ve Allah’ı birbirinden ayırarak düşünemeyiz. Dolayısıyla Allah’ın zatı ile sıfatlarının aynı mı yoksa ayrı mı olduğunu tartışmanın hiçbir manası yoktur.
Yaratıcıyı ancak kâinatta yansıyan özellikleri üzerinden tanıyabileceğimizi anlarsak diğer tüm varlıkları da bu şekilde kavrayabiliriz. Yani bu evrende bir esas varlık (cevher) bir de ondan ayrı olan özelliklerin (araz) varlığı yoktur. Allah’a inanıyorum demek bu kâinatta sergilenen varlıklarda yansıyan özelliklerin kaynağı olan bir Mutlak Varlık olduğunu tasdik ediyorum demektir. Bu varlığı dünya terimleriyle ve evrende yansıyan özelliklerin yansımış şekliyle tanımlayamadığımız için Onu Mutlak diye tanımlamak zorundayız. Yansımalar sınırlı, sonlu olduğu için onların varlık kaynağı sınırsız olmalıdır. Mutlak bir anlamıylaa “sonsuz”, diğer bir anlamıyla da “tanımlanamaz” demektir. O Mutlak olan burada yansıyan özellikler ile tanımlanamaz. O Mutlaktır ve kâinatta mutlak yani sınırsız olan yoktur. Yansımalar, yansıttığı özelliklerin Kaynağının varlığından haber verirler. Fakat hiçbir surette yansımaların kaynağı, yansımalar gibi olamaz. Yansıma yalnızca bir yansımadır, onların Kaynağı ise yansıma cinsinden olmayan bir gerçek varlıktır. Bu yaratılmış alemde yalnızca yansımalar görülür. Kâinat aynasındaki yansımaların varlık kaynağı kendisi değildir. Fakat aynada yansıyanlar ancak gerçek bir varlığın var olmasını aklen kabul etmeyi zorunlu kılar. Bu temsilde şu noktayı da gözden kaçırmamak gerekir. Ayna ve ondaki görüntüye dikkat edelim. Önce ayna var sonra da ondaki görüntü var demek ayna temsilini yanlış anlamak demektir. Ayna temsili yalnızca ayna ile onda yansıyan görüntü arasındaki ilişkiyi anlamak için kullanılır. Oysa, ayna dendiğinde hem aynanın cismi hem de onun görüntü yansıtma özelliği akla gelebilir. Böylece sanki aynanın varlığı sabit (cevher), yansıyan görüntü ise ona sonradan eklenmiş bir özellik (araz) diye anlaşılırsa hataya düşülür. Bu tarz ikili (düalist) varlık anlayışı ile kâinata bakmak, varlığın maddi boyutunun ebedi olduğunu savunan materyalist bir anlayışa yol açar. Materyalistler en az bir atomun maddi olarak var olduğunu ve diğer tüm atomların ve varlıklardaki özelliklerin ondan türediğini iddia eder. Fakat bu yaklaşım, ilk atomun nasıl var olduğunu açıklamaya yetmediği gibi ilk atomu veya sonradan yaratılan atomları atom yapan özelliklerin nasıl var olduğunu da izah edemez. İlginçtir ki ikili varlık anlayışı, Allah’a inandığını iddia edenler tarafından da ortaya atılmıştır.
Ayna temsili ile biz aynada yansıyan özelliklerin ancak bir yansımadan ibaret olduğunu anlarız ve biliriz. O halde, bu yansıyanların asıl kaynağı nedir diye düşünmeye başlarız. Sonuçta kaçınılmaz olarak bir gerçek varlığı olan bir varlık var ki bu aynada onun görüntüsünü (yansıması) görüyoruz deriz. Örneğin, bir aynayı elimize alıp bir eve karşı tuttuğumuzda biliriz ki, aynada yansıyan evin görüntüsünün kaynağı aynanın kendisi olamaz. O halde bu yansıyanın kaynağı ne olabilir diye düşünmeye başlayınca, kesinlikle gerçek bir evin var olması gerektiğini mantıken anlar ve onaylarız. Bu temsilin değerlendirilmesinde bizim dikkat edeceğimiz bir nokta daha var. Ayna kâinatın tümünü temsil eder. Biz kâinatı temsil eden bu aynanın içindeyiz. Onun dışında bir varlığımız yoktur. Biz de ayna gibi bir varlığız. Kendimizi kâinatın dışında tutup da düşünemeyiz. Bunun içindir ki biz, yalnızca aynada yansıyanın mutlaka gerçek bir varlığı olmalıdır, sonucuna mantıken ulaşırız ve tasdik ederiz, yani inanırız. Kur’an’ın “gayba iman” dediği mesele budur.
Öte yandan ayna yani içinde biz insanları da kapsayan kâinat, Bir Gerçek Varlığın (Yaratıcı) özelliklerini kendi kapasitesinde yansıtmasından ibarettir. Temsilin bu yönüyle kâinat ancak bir yansımalar bütünüdür. Bu yansımalar ise gerçek bir Varlık Kaynağının varlığını gösterir, bildirir. Bu gerçek Varlık Kaynağı hiçbir surette yansıma cinsinden olamaz. Örneğimizdeki ev, hiçbir surette aynada yansıyan bir ev görüntüsü gibi olamaz. Demek ki, bir yansımalar alemi var ve bu alem şahitlik yapıyor ki, kendisinin var olması zorunlu olan bir de Gerçek Varlık var. Bu varlığın Kur’an’daki ismi Allah’tır. Bu durumda iki tür varlık var. Birisi, yalnızca yansımalar alemi olan kâinattır ve yaratık olarak vardır ve biz insanlar da bu yaratık alemin içindeyiz. Diğeri ise, bu yansımalar alemi olan kâinatın varlığına şahitlik ettiği Bir Gerçek Varlıktır. Özellikleri Mutlak olan bu Zat’a Kur’an, Allah der. Bu iki tür varlık anlayışı ile öz ve araz ayrımı yapan ikili varlık anlayışını karıştırmamak gerekir. Birincisine göre bütün varlıkların Varlık Kaynağı, var edilemeyen, tek ve Mutlak Bir Yaratıcıdır. İkincisine göre ise varlıkların varlık kaynağı kendisi yani maddedir. Bu bakımdan taban tabana zıt iki varlık anlayışı söz konusudur.
Biz bu dünyadayız. Sonsuz özelliğin burada tecelli ettiğini görüyoruz. Evrenin varlığı devam ettikçe bu özellikler de sürekli olarak değişmektedir. Biz insanlar ancak evreni gözlemledikten sonra gördüklerimiz hakkında konuşabilir ve bir sonuca varabiliriz. Evreni bir parçacık ve onda tecelli eden özellikler biçiminde iki kategoriye ayıran düalist yaklaşım, atomun evrenin en küçük parçası olduğunu varsayar. Oysa bu en küçük parçanın ezeli olduğunu ve özelliklerinin ise değiştiğini tasavvur etmek imkânsızdır. Ancak atomun tek başına var olmasını gözden kaçırarak onun kendi etrafında hareket etmesi, dönmesi ve başka bir varoluş biçimine dönüşmesinden söz ediliyor. Halbuki atomun kendi kendine var olması ve varlığını tek başına sürdürmesi mümkün değildir. Bu gerçeği göz ardı edemeyiz. Atomun hareketlerinden söz etmek kulağa hoş geliyor. Fakat bu konuşmalar atomun varlık kaynağının ne olduğunu, hareketinin, dönüşünün veya genişlemesinin de varlık kaynağının ne olduğunu hiçbir şekilde açıklamıyor. Bu tür sözler hayal gücüne dayalı spekülasyondan başka bir şey değildir. Ciddi alimler, şu kâinatta şahit olduğumuz her şeyin onların Yaratıcılarının özelliklerinin birer yansıması olduğunu söyler. Kur’an, her şeyin Yaratıcıyı tesbih ettiğini sıklıkla vurgular. Her varlık, kendinde yansıyan özelliklerle Yaratıcısının mükemmelliğine şahitlik eder. Her varlığın kendi varlık diliyle Yaratıcısını tesbih etmesi, O’nun özelliklerinin mutlak olduğu ve kâinat türünden bir varlık olmadığını ilan etmesidir.
Bir kitabı kitap yapan verdiği mesajdır, taşıdığı anlamlı bilgidir. Kitap, kâğıttan ibaret değildir. Kitap dediğimiz şey taşıdığı bilgi ile tanımlanır. Değilse kâğıt yığını denir. Fakat unutmamak gerekir ki, kitap kelimesi kitabın varlık kaynağının kendisi olduğunu ifade etmez. Bilgi ve kâğıdın nasıl var olduğunu kitap kelimesi izah etmez de biz araştırınca kâğıdın varlığı ile bilginin varlığının kaynaklarının tamamen farklı olduğunu anlarız. Benzer biçimde, kâinatı da bir kitap gibi düşünürsek varlıklara ad vermek onların nasıl var olduğunu açıklamış olmak demek değildir. Kâinat bizim gördüğümüz ve bize göre madde dediğimiz yönüyle ve o maddede yansıyan özellikleri ile, yani buna manasıyla diyelim, hep birlikte bir bütündür. Manasını maddesinden ayıramayız. Mana giderse geriye bir şey kalmaz. Varlıklar, mana ve maddesiyle beraber vardır. Varlıkların özellikleri maddesinden ayrı birer varlık biçimi değildir. Madde de manayı yansıtan özelliklerden ayrı ve ezeli bir varlık değildir. Hem madde hem de onda yansıyan manevi özellikler aynı anda var edilmektedir.
Varlıklarda yansıyan özellikler görüyor isek o zaman her varlık kendindeki özelliklerin varlık kaynağı olabilir mi diye sormamız gerekir. Kâinatın kendisi var edilmeye muhtaçtır ve bir varoluş düzeni dahilindeki değişime tabidir. Kâinatın her parçası bu düzene uymak zorundadır. Bu düzen, kendi kendine var olamaz. Düzenin de bilinçli olarak düzenlenmesi gerekiyor. Ancak bir bilinçli tercihin sonucu olabilecek düzen, bilincin varlık kaynağı olamaz. Çünkü düzenin kendisinde bilinçlilik halini var edebilecek hiçbir özellik yoktur. Bilincin var olabilmesi için akıllı bir varlık kaynağına ihtiyaç vardır. Zira bilinç de evrenin bir parçasıdır, ona da varlık verilmesi gerekmektedir. Evrendeki hiçbir şey şuurun ve aklın kaynağı olacak nitelikte değildir. Hem bilinç hem de akıl, evrenin her parçası gibi, evrende tecelli eden ve bu evrenin Varlık Kaynağına işaret eden niteliklerdir. Tıpkı bir aynada yansıyan görüntünün var olması için bir ışık kaynağı olan güneşin var olması gibi varlıkların da bir Varlık Kaynağı olmalıdır. Güneşin bağımsız bir varlığı ve yansımanın da başka bir varlığı vardır. Bu varlık türleri aynı nitelikte değildir. Biri yansıyor, tezahür ediyor, yaratılıyor, diğeri ise aynada yansıyan bu görüntünün varlık kaynağı olan gerçek bir varlıktır. Ayna, ışığın geldiği kaynak olamaz. Bunu anlamak için insan olmak yeterlidir. Ayna kırılırsa güneşe veya ışığına bir şey olmaz. Çünkü güneş aynadan tamamen farklı bir varlıktır. Ancak aynadaki görüntü, onun varlık kaynağının aynadan bağımsız olduğunu gösterir. Kâinat bir ayna gibidir. Onda yansıyan özellikler aynada yansıyan ışığın sebep olduğu görüntüler gibidir. Bu görüntüler ve onlardaki özellikler kâinatın Varlık Kaynağını temsil etmektedir. O halde mantıken şunu sorabiliriz: Bu kâinat “aynasında” tecelli eden özelliklerin Varlık Kaynağı ne olabilir? Kâinat aynasında tecelli eden özelliklerin varlık kaynağı bizzat kâinat aynası olabilir mi? Bu özelliklerin varlık kaynağı, varlığın kendisi olabilir mi? Bu varlık kaynağı kâinattaysa onu gösterebilmeliyiz. Eğer kâinatın içinde olduğunu gösteremiyorsak o zaman kâinatın dışında olmalıdır. Dolayısıyla insan aklı bu varlık kaynağının kâinat türünden olmaması yani mutlak olması gerektiği sonucuna zorunlu olarak ulaşır. Mutlak olan Varlık Kaynağı tarif edilirken evrenle ilgili hiçbir terim kullanılamaz çünkü bu terimlerin hepsi mutlak olmayan özellikleri tanımlamak içindir. Bu nedenle dini metinler, kâinat türünden olmayanı ifade etmek için “Allah” kelimesini kullanır.
Varlığa ve onda yansıyan özelliklere bütüncül bir bakış açısıyla baktığımızda dini ritüeller ne anlama gelir? Mesela namazın, orucun, zekât vermenin, haccın özü nedir? Sanki bir ibadet bir de ona bağlı fiili hareketler varmış gibi görünüyor. Mesela Allah’a, meleklere, ahirete inanmadan ibadet yapılabilir mi? Bu uygulamaları anlamlı biçimde Mutlak Varlık Kaynağıyla ilişkilendirmeden yapmak mümkün değilse bu dünya nedir diye sormamız gerekir. Bu dünya geçici bir mekândır, halbuki onun varlığı Ebedi bir Kaynaktan geliyor olmalıdır. Dünyayı var eden, Ebedi Hayat Veren, Ebedi Adil, Ebedi Güçlü yani tüm özellikleri mutlak olmalıdır. Pratik hayat, inançtan ayrı biçimde soyutlanamaz. Mutlaka inançla bağlantılı olmalıdır. Aksi halde ya inanç ya da pratik hayattaki uygulamalar insaniyetle çatışır. İbadetler, inançla şekillenir. İslam’ın önemli inanç esaslarından biri, kişinin insan biçiminde yaratılmış olan bedenini yaratıldığı düzene uygun biçimde kullanması gerektiğini öğreten kadere imandır. Bir mümin Allah’a olan inancını, meleklere olan inancını, sonsuz hayata olan inancını bedenen de uygulamak ve ona göre hareket etmek durumundadır. Ritüelde inanç yoksa, bedenen yapılan ibadetin altı boş kalır. Kader inancı, yaratılan düzene uyarak hareket etmek suretiyle insanı ritüellere bağlar. Ritüelleri genellikle imandan soyutlamaya meyilliyizdir. İmanın fiziki uygulaması kader ile başlar. Kadere iman, kâinattaki her şeyin münasip, ölçülü bir oranda, miktarda, ölçü ve varlığı Var Eden tarafından belirlendiğini ifade eder. Kadere iman bilinci ile oturmak, secde etmek, ayakta durmak, rükû etmek gibi bedeni formların hepsinin Mutlak Varlık Kaynağı tarafından var edildiğinin farkına varılır. Bize bir beden verilmiş, görme, duyma, düşünme, muhakeme etme, hissetme özellikleri verilmiş ve bunların hepsi bu Kadere iman bilinciyle kullanılmalıdır. Bu farkındalığın algılanması ve anlaşılması gerekiyor. Aksi takdirde, ibadetler sanki insanın varoluş amacından bağımsız ve Varlık Kaynağına bağlanmadan gerçekleştirilen birer eylem haline gelir.
İbadetler veya başka fiilleri kendine mal etmek, şeytanın insana kazandırmak istediği bencilce bir anlayıştır ve hiçbir gerçekliği yoktur. İnsan hiçbir şeyi var edemez. Ameller insana verilen özgür iradeyi kullanmanın sonucunda yaratılır. Kur’an bu yapılan tercihlere “ameller” der. İnsanın iradesi karışmadan yaptığı diğer otomatik hareketlere Kur’an “fiiller” der. Bunlar bizim bilinçli tercihimizle yapmadığımız hareketlerdir. Mesela “görmek” bir fiildir. İrademizi kullanmadan göz görür. Fakat irademizle bir şeye kasıtlı olarak “bakarsak” Kur’an buna “amel” der. Eğer kasıtlı bakış iman bilinciyle yapılırsa Kur’an buna da “amel-i salih” der. Dikkat etmemiz gerekir ki tercih ederek yaptığımız amellere sahip çıkıp da “Ben yarattım” demememiz için Kur’an şöyle bir uyarıda bulunur: وَٱللَّهُ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ “Sizi ve yaptığınız amellerinizi Allah yarattı” (37:96). Görüyoruz ki, Kur’an bu uyarı ayetinde “amel” ifadesini kullandı. Zaten fiillerimiz konusunda bir iddiada bulunamayız. Bütün ameller ve filler ilahi bir kader çerçevesinde yapılır. İnsan ne yaparsa yapsın takdir edilen ölçüde yapabilir. Bu ölçülere biz “kâinatın yaratılış düzeni” deriz. Yaratıcıyı kasıtlı olarak inkâr edenler ise bu düzene “doğal kanunlar” der. Bu noktada insan, tercihlerinden sorumludur. Fiilin ve amelin yaratılması Yaratıcı tarafındandır, fakat bir amelin tercih edilmesi ve sorumluluğu ise insana aittir. Kültürel din anlayışı ibadetleri insanın gerçekliğinden ayrı ve yapılması borç veya zorunlu olan ameller olarak sunar. İnsan bu dünyada yaşarken din gelip ona kendinin ötesinde dışsal bir şey olarak ritüelleri öneriyor, değildir. İbadetler insanın varlığından bağımsız bir şey olmamalıdır. Çünkü bu kâinatta her şey birbiriyle bağlantılıdır. Öyleyse insanın ibadet etmek gibi bir gerçekliği olmalı ve bu ona yabancı olmamalıdır. Bu anlayışa ancak sağlam bir kader inancıyla ulaşılabilir. Kadere iman her şeyin temelidir. Kâinattaki ve insanın varlığındaki tüm düzen, evreni Yaratanın özelliklerinin yansımasıyla belirlenir. Varlık Kaynağının belirlediği ölçülerden bağımsız bir insan varlığından bahsedemeyiz.
فَذَٰلِكَ ٱلَّذِى يَدُعُّ ٱلْيَتِيمَ
107:2. “İşte o, yetimi itip kakar.”
Ayette geçen “yedu’u” kelimesi itip kakma, sertlik, kaba davranma anlamına gelir. Peki bu ayetteki yetim nedir? Kültürel anlayış yetimi, anne veya babası olmayan kişi olarak tanımlar. Bu tarif, yetimin bir desteğe ihtiyacı olduğu manasına gelir. Peki ya insan bedenindeki hücrelerin varlığının desteğe ihtiyacı yok mudur? Onlarla kim ilgileniyor? Bu hücrelere bakma, besleme ve onların işleyişini düzgün biçimde sağlamanın sorumluluğu kimdedir? Herhangi bir şeyin varlığını desteklemek ne demektir? Evrende hiçbir dayanak noktası yok ama evrendeki düzen hiç bozulmuyor. Bu düzeni kim veya ne, nasıl sağlıyor? Evrende tezahür eden niteliklerden herhangi birinin destek noktası kimdir veya ne olabilir? Her birimiz, varlığımızın devam ettirilmesi bakımından bir yetimiz. Her bir atom yetimdir. Bir desteğe ihtiyacı var. Yetime kim sert davranır? Mesela bu atom değersizdir, bu böcek işe yaramaz demek kimin tavrı olabilir? Varlığının var edilmeye muhtaç olduğunu inkâr edenler ve aciz olduğunu kabul etmeyenler böyle davranır. Varlığı izah edebilmek için bir dayanak noktası olması gerçeğini görmek istemeyenler böyle davranır. Örneğin, bir kişi aynanın görüntü kaynağı olduğunu düşünüyorsa “Dayanak Noktası”nın varlığını reddetmiş olur. Aynanın ışık ve dolayısıyla görüntünün kaynağı olamayacağı gerçeğinin üstünü örtmüş olur. Oysa ışığın ve görüntünün varlık kaynağı ayna değildir. Varlık Kaynağı, aynanın ötesindedir. Ayna sadece görüntünün yansımasına vesile olan ve var edilmeye muhtaç bir varlıktır. Yani, yansıma bir yetimdir. Gerçek bir varlık olan Yansıyanın varlığına muhtaçtır.
Bu hakikati inkâr eden ve herhangi bir varlığın gerçekliğini saklayan her türlü tutum, yetimin hakkını yemek ve ona kaba davranmak demektir. Kur’an’ın kelimelerini onun esas mesajı ve amacı dışında kültürel anlayışlara indirgemek ona hıyanettir. Annesi-babası ölmüş veya terk edilmiş yetim çocukların bakıma muhtaç olduğunu inansın inanmasın herkes bilir. İnsan bu duygularla donatılmıştır. Kur’an, Yaratıcısının insana verdiği özelliği ile anlayıp bulabileceği konuları bildirmek için değil o özelliklerin nasıl kullanılması gerektiğini öğreten evrensel bir mesajdır. Bu ayeti de evrensel boyutta anlamak zorundayız, ta ki Kur’an’ın nüzul maksadına uygun olsun. Yaratıcı, insana bilmediğini öğretir. Varlıkların özü veya arazı gibi kavramlarla uğraşmak bu noktada beyhudedir çünkü varlığı neyin yarattığından söz etmez. Bu nedenle, ilahi rehberlik insana geliyor ve hem kendisini hem diğer varlıkları Yaratıcıyla nasıl ilişkilendireceğini öğretiyor. Bu ayet, desteğe ve korunmaya muhtaç birer yetim gibi olan varlıkların bir Dayanak Noktasına ihtiyacı olduğu gerçeğini anlatıyor.
Islam From Within Youtube kanalında yayınlanan “Quran-Universe Parallel Reading: Chapter Maun – Part3 –04/10/19” başlıklı video kaydı çalışılarak hazırlanmıştır.