Ateizmin Meydan Okuması
103:1. “Asra (uçup giden zamana) yemin olsun ki!”
Bu kâinatın varlığını nasıl açıklarız?
- Kâinatı, varlık verebilen bir Kaynağa atıfta bulunarak izah edebiliriz.
Önyargılı olmayan herhangi bir insanın mantığı yukarıdaki cevabı kabul eder. Bugünkü dünyada Hristiyan ilahiyatçıların ateist fikirlere karşı Varlık verebilen Kaynağı izah etme çabaları yetersiz kalmaktadır. Bununla birlikte Hristiyanların faaliyetleri ile karşılaştırıldığında, günümüz Müslüman dünyası genellikle dinlerinin ne kadar üstün olduğunu anlatmakla meşgul. Müntesibi olduklarını iddia ettikleri dinin esasını teşkil eden Tevhid inancını insanlığa tanıtmakta çok gerilerde kalmaktadır. İmani esasları bir tahlile tabi kılmayı tehlikeli bulurlar. Oysa din, sorgulamaların sonucunda tesis edilir. Peşin hükümle, doğru kabul edilen düşünceler insana yol gösterecek nitelikte olamaz. Hele ki, ilk emri oku olan ve her fırsatta insanı varlıkların var edilmesi üzerine tefekkür etmeye çağıran İslam dini peşin hüküm ve dogmatik anlayışlara dayanıyor olamaz.
Ateizm “bilimsellik” kisvesi altında yayılıyor.
Müslümanların bilimsel açıklama kılığına girmiş ateist fikirlere karşı neden bir farkındalıkları yoktur?
- Bilimsel açıklamalar yanıltıcı bir dil kullanır. Örneğin, bilim deneye tabi tutulabilen gerçekleri gösterir. Doğaüstü varlık verme yeteneği olan bir varlık deneye tabi olamaz ve fiziksel olarak gösterilemez. Bu nedenle bu kavram, bilimsel yaklaşıma uygun değildir iddiası ile peşinen reddedilir.
- Bazı dini gelenekler ateist fikirlere meydan okuyamazlar çünkü onların geleneklerinde Tanrı inancının kabulü, delillendirilebilen bir temele dayanmaktan çok bir peşin hükümdür. Kabul edilen bu anlayışla, bilimsel görünümlü ateist fikirlere karşı çıkılır ve dolayısıyla bu kimseler Allah’a inanmazlar diyerek reddedilir. Çünkü dini gelenek herhangi bir varlık için bunu Tanrı yaptı der. Burada, Tanrıya inanç peşin hüküm olarak kabul edilir ve asıl mesele şudur: “Tanrı fikrine nasıl ulaşılıyor ve Tanrı nasıl tanımlanıyor?” türünden temel sorulara esaslı bir cevap verilmiyor.
Bu duruma karşılık, Kur’an farklı bir yaklaşım sunar:
- İlk önce Tanrı’nın varlığını peşinen kabul etmeyin.
- Tarafsız bir insan olarak, sadece evrenin varlık Kaynağını açıklamaya çalışın.
Kur’an, okuyucularından önce Allah’a inanıp sonra bu dünyada dinin ibadet ve muamelata dair hükümlerini öğretip ne yapmaları gerektiğini açıklamaz. Peki, Kur’an’ın usulü nedir?
Kur’an, evrenden gelen delillere dikkat çeker ve ardından bu evrenin, evreni yaratmak için bilinçli, akıllı, güçlü bir Kaynağa ihtiyacı olduğu sonucuna varılması gerektiğini bildirir. Bu sonuca ulaşan kişilere nasıl bir hayat yaşamaları gerektiğini ana hatlarıyla bildirir.
Temel formül: “La ilahe illa hu” yani evrende, onu Var Edenden başka hiçbir şey yaratma özelliğine sahip değildir.
İlk önce, peşin bir inancı gerektirmeyen ve yalnız her bir insanın tefekkürü sonucu ulaşabileceği “la ilahe” yi tesis eder. Kâinatın içinde bir Yaratıcı olmadığını tespit etmekle başlar. Ondan sonra kâinatın Varlık Kaynağının kâinat türünden olmaması gerektiği sonucuna ulaştırır.
“Evren kendi kendini rastlantılar sonucu düzelten bir faaliyet içindedir” ifadesi bilimciler tarafından kullanılır. Başlangıçta evreni yaratan bir Faile inanmaya ihtiyaç varsa da bu ateist bilimcileri pek rahatsız etmez. Bilimsel yaklaşım, evreni şimdi var olduğu gibi incelemeye odaklanır. Başlangıçta evreni yaratan bir Fail olmasının pek bir önemi yoktur. Evrenle ilgili açıklamalarda bir hata yapılsa bile, ileride bu hata düzeltilecek ve izah edilecektir. Bu bir zaman meselesidir. Bilime göre yeni keşifler, evren anlayışımızın bir güncellemesidir. Bu anlayış, evrenin varlık alemine gelişi ve evrende gözlemlenen akıl almaz incelikler, düzenlemeler, anlamlı ve maksatlı bir şekilde varlıkların yenilenerek düzenin bütünlüğü bozulmadan sürdürülmesi için gerekli İrade, İlim, Bilinç, Hikmet, Kuvvet vb. gibi özelliklerin evrenin içinde rastlantı sonucu gelişmiş olduğunu ve de evrimleşerek gelişmeye devam ettiğini iddia eder.
Geçmiş tarihte Batılı bilimciler astronomi, tıp, müzik, matematik (örneğin sıfırın işlevi) alanlarında evrendeki düzeni (yani işlerin nasıl yürüdüğünü) keşfeden Müslüman bilimcileri takdir ediyorlardı. Ancak her şey (tüm bilimsel buluşlar), teolojik yönlere atıfta bulunulmadan bu evrenin koşulları içinde açıklanıyordu. Yani açıklama, olayların bir düzen içinde gerçekleşmesi ve bir Yaratıcıdan yoksun bir düzenin keşfedilmesi biçimindeydi. Evrendeki her eylem, bir sonraki eylemin varlık nedeni olarak nitelendiriliyordu. Örneğin, bitkiyi sulamak onu büyütür. Bu, gözlenebilen bilimsel bir gerçektir. Böylece su, bitkinin büyüme eyleminin kaynağı oluyor. Nasıl yani? Bilim, su olmadığında bitkinin büyümediğini ve suyun bitkinin büyümesini sağladığını söylüyor. Öyle mi? Cevap evet ise, bu fikre karşı çıkmak bilim dışı görülür. “Su, bitkinin büyüme sebebidir.” İfadesi bilimsel bir yorumdur. Yani, bizim sorguladığımız şey. Su, bitkinin büyüme sebebi olabilir mi? Hayır, çünkü suda büyütme gücü, iradesi, canlandırma veya herhangi başka gerekli özellikler görmek veya göstermek mümkün değildir. Su kâinattaki düzeni kuran Biri tarafından bitkinin büyümesi sürecinde görevlendirilmektedir. Su, tesis edilmiş düzene uymaktan geri duramaz. Bu düzen, kâinattaki her eylemde işler.
Esas olarak, varlıkları ve kâinattaki düzeni Varlık Kaynağına atfetmek suretiyle Hıristiyan teolojinin bu çağı istila eden ateist fikirleri çürütmeye yönelik girişimleri takdir edilmelidir. Mevcut eğitim sistemi ateist felsefeye dayalıdır ve bu anlayış üç yaşından başlayıp yüksek öğrenime kadar zihinlere aşılanıyor. Bu eğitim anlayışı dünyaya hakimdir. İlginçtir ki, din bile çoğunlukla dünyevi bir anlayışla öğretilirken, dini metinleri de dünyevi bir yaklaşımla okuma geleneği yaygınlaşıyor. Bu hususa da dikkat edilmeli ve bunun nasıl gerçekleştiği görülmelidir.
Hıristiyan teoloji, ortalıkta dolaşan ateist fikirlere karşı hassastır ve Tanrı’yı sürece dahil etmeyen bilim yorumunu çürütmeye çalışır. Bu noktada Kuran’ın öğretileriyle iş birliği yapmak ve ‘la ilahe illa hu’ fikrini savunmak daha etkili olabilir. Bu yaklaşım belki Hristiyanların amaçlarına uygun olmayabilir, ancak dünyanın içinde bulunduğu durumu iyileştirmek için düşünmeye değer. Şeylerin kendilerine veya başka bir şeye varlık verecek niteliklere sahip olup olmadıklarını sorgulamak. Örneğin, su, güneş ışığı ve bitki arasındaki ilişki. Kur’an öğretilerine göre su, Yaratanın tüm niteliklerini yansıttığı yerdir. ‘Arşını su üzerine kurmuştur.’ (Kur’an, 11:7). Su aracılığıyla, hayatın her alanında Yaratıcının fiillerini görüyoruz. Yani su ile hayat arasında bir ilişki vardır. Ancak gerçekten önyargısız insanın sorusu şudur: Su ve onun hayatla ilişkisi, Bilinçli bir Yaratıcıya dayanmadan tesadüfler sonucu oluşmuştur diyebilir miyiz?
- Su, hayatın varlık kaynağı olabilir mi?
- Hayatta belirli özellikler görüyorum. Su bu özelliklerin varlık kaynağı olabilir mi?
Her eylem aşamasını Allah inancını peşinen kabul ederek açıklama şekli, insanın yaratılışla ilişki kurma biçimine aykırıdır. Önce delilleri görmek, sonra bir sonuca varmak insan aklının onaylayabileceği bir akıl yürütme biçimidir. Ancak, böyle bir akıl yürütme ile varlığın, bu evren türünden olmaması gereken, Zorunlu Bir Varlık tarafından verilmesi gerektiği sonucuna varılabilir. Ayrıca O, evrenin varlığının da kaynağı olmalıdır. Örneğin bir bilgisayar klavyesindeki bir tuşa basıldığında ekranda bir değişim olur. Bakın, tuşa basıldığında ekran değişiyor. Herhangi bir tuşa basılmadığında ekranda değişme olmaz. Böylece tuş, değişim yapar veya değişimin Varlık Kaynağıdır. Bu cümle anlamlı mıdır? Bir çocuk için olabilir ama bir yetişkin için asla ikna edici olamaz? Ekranı değiştiren tuş mudur? Tuşun bağımsız bir gücü veya özelliği yoktur, ancak tüm sistemi yapan mühendis tarafından bilgisayara yerleştirilmiştir. Bilgisayarda, tamamı mühendis tarafından ayarlanmış ve seçilmiş pek çok bağlantı vardır. Tuş, sistemden ayrı düşünülemez ve ekrandaki değişimin kaynağı olamaz. Zira o plastikten yapılmış, iradesi, gücü, bilgisi ve aklı yoktur. Ekrandaki değişimin varlık kaynağı olduğu nasıl söylenebilir? Değilse, akıllı bir mühendis tarafından oraya yerleştirilmiş ve çalıştırılmaktadır. Bilgisayar örneği, insan kurgusu bir örnektir. Mühendis evrendeki düzeni takip eder ve uygular. Bu akıl yürütmeyi evrene de uygulayabiliriz. Yani insan, düzeni var edemez. Evrendeki düzen, onu kuran Birinin iradesine göre işlemelidir. Düzeni kuran bu Biri, ne kurduğu düzenin bir parçası ne de mahkumu ve bağımlısıdır. Bu, insan mantığının ulaştığı sonuçtur.
Bir noktalar kümesini, evrendeki bir dizi olay gibi düşünelim. Peşin hükümlü bir inanca göre, bu noktaların her biri “Tanrı tarafından yapılmaktadır”. Tanrı, her bir nokta üzerinde çokça çalışmakla meşguldür. Buna rağmen, ilk bakışta görüldüğü kadarıyla bu dünyada gerçekleşen olaylar bir sürekli noktalar dizisi değildir. Tecrübe ettiğimiz şey, kesintisiz bir sabit sürekliliktir. Süreklilik içindeki bir şeye nokta olarak atıfta bulunursak o zaman bir andan diğerine geçişi yakalamış gibi oluruz. Oysa bu mümkün değil. İnsanlar iki “an” arasında geçen küçücük zamanı ölçemez veya elde edemez. Sıfır ile bir arasında sonsuz çoklukta sayı vardır. Bu aralıkta birbirine yakın iki sayı bulmakla daha küçük aralıklardaki sayıları da bulmuş olmayız. Aralığı ne kadar küçültürsek küçültelim sayıların sürekli biçimde devam etmesine engel olamayız. Tıpkı çok küçük iki zaman dilimi arasında geçen zamanın kesintisiz ve sürekli olması gibi. Sayı ve zaman kesintisiz biçimdedir. Benzer şekilde, dünyadaki ve kâinattaki varlıkların varlığında da bir kesinti olmadığını görüyoruz.
DNA yapısında bazısı işleyen bazısı da işlemeyen milyarlarca kombinasyon vardır. Araştırmacılar şu an kullanılmayan bazı kombinasyonlar olduğunu söylüyorlar. Bu kombinasyonların neden kullanılmadıklarını anlamak zor. Tek Tanrılı dinler tarihi, bilim ve din tarihi, evrenin bir Yaratıcısı olması gerektiğini söyler ve argümanlarını yaratma eyleminin tanıklığına atıfta bulunan vahye dayandırır. Dindeki mesaj tutarlıdır ve kendi kendini düzeltmez. Bilim için kendi kendini düzeltiyor demek zorundalar çünkü zaman içinde ilerledikçe yaratılan olaylar sürecinde yeni keşifler yapılıyor ve öncekileri düzeltiyorlar. Oysa dinin mesajı, insan aklından evrenin varlığını incelemesini ve her olayın varlığını açıklamak için Mutlak bir Varlık Kaynağına ihtiyaç olduğunu gözlemlemesini ister. Dinin bu sonucuna asla itiraz edilemez. Bu yüzden din kendi kendini düzeltmez.
İnsan ve farenin DNA yapısı, yüzde birlik küçük bir fark dışında neredeyse aynıdır. Dolayısıyla bilim, bunların çok benzer olduğunu ve bu nedenle milyonlarca hatta milyarlarca yıl boyunca gerçekleşmiş olabilecek bir sebep-sonuç bağlantısına sahip aynı atalardan gelmeleri gerektiğini ileri sürüyor. Bu küçük farkı, hücre yapısının adaptasyonu gibi bir ifade kullanarak yani aslında hücreye bir miktar bilgi, güç, zekâ atfederek ve kendini “uyum” konumuna getirme yeteneği vererek açıklıyorlar. Bir şeyin veya eylemin Varlık Kaynağı asla sorgulanmıyor. Bazı Hıristiyan ilahiyatçılar ve Müslüman bilimciler de varlığın kaynağını sorgulamayarak ve her olayın Allah tarafından yaratıldığı gerçeğini ıskalayarak aynı şeyi yapıyorlar.
Kur’an, kâinatı inceleyerek herhangi bir şeyi var eden bir sebep olup olmadığına bakmamızı ister. Ve evrende böyle bir sebebin bulunamayacağını iddia eder. Evrende varlık kaynağı olmadığı iddiası şu anda evrende hiçbir varlık kaynağının işlemediği sonucuna da götürür. Evrende bir varlık kaynağı olmadığına göre evren dışında bir Varlık Kaynağı olmalıdır. Çünkü varlıklar sürekli değişen bir konumda var ediliyor. Herhangi bir şeyin kendini var edecek yeterlikte ve güçte olduğuna dair hiçbir delil bulunamaz. Örneğin, bir telefon uygulaması için güncellemeler yayınlanır. Bu güncellemelerin kendi kendilerine geliştiğini veya uyarlandığını iddia edebilir miyiz? Varlıklardaki benzerlik, bir şeyin diğerinin var olmasına sebep olduğu anlamına gelmez. Uygulama örneğindeki güncel sürümün varlık nedeni ilk baştaki sürüm değildir. Güncel sürüm de bir mühendisin var olması gerektiğine işaret eder. İnsan yapısı araçlar, evrenin kurulduğu düzene bilinçli tercihlerle uyarak üretilirler. Peki ya evrenin mühendisi? Evrende, bir failden bağımsız herhangi bir eylemi gerçekleştirmeyi tercih edecek bir özelliğe sahip bir varlık var mıdır? Düzene tabi olmayan herhangi bir fiil var mıdır?
İnsan zihni bir şeyin yapıldığı sonucuna vardığında, otomatik olarak o şeyin bir yapıcısı olması gerektiğini de bilir. Örnek: Beden kendi kendini tedavi eder mi? Kendi kendine bunu yapamaz. Beden, düzene uymak zorunda kalacak şekilde var edilmiştir. Bedenin her zerresi düzene uyar. Hiçbir zerrenin bağımsız bir varlığı olamaz.
Peygamberden bir rivayet: “Dağlar bizi sever.” Diğer bir deyişle, var olan her şey Bilinçli Bir Varlığın eseridir.
Bugünün evreni bir düzen içinde var edilmektedir. Dünün evreni, bugünün evreninden çok az bir farklılıkla var edildi. Bu durum, bugünkü evreninin var olmasına dünkü evreninin sebep olduğu anlamına gelmez. Bugünkü ben ile dünkü ben aynı değildir. Dünkü bedenim bugünkü bedenime varlık veremez çünkü bedenimdeki hiçbir parça Varlığın Kaynağı olma özelliğine sahip değildir. Bugünkü ben, dünküyle benzer olsam da bedenim düzene tabidir ve varlığımın sonraki halinin yapıcısı olamaz. “Zaman”ın bir insan kurgusu olduğunu ve hem zamanı hem de mekânı aynı anda yaratan Varlık Kaynağının yarattıklarına tabi olmadığını unutmamak gerekir.
Evrendeki eylemler süreklidir, sonsuz küçük aşamalar veya noktalar değildir. Eylemlerde boş yer, boşluk veya kesinti yoktur. “Kun fe Yekun!” (Ol der ve olur!) Kur’an’ın yaratma eyleminin tarifidir. (Kur’an, 36: 82; 16: 40; 2: 117; 40: 68; 6: 73; 19: 35).
Tasavvur edilebilen hiçbir nokta sabit değildir. Kâinat sadece zerrelerden ibaret değildir. Aynı zamanda zerrelerin özellikleri ve birbirleriyle etkileşimleri de var edilmektedir. Örneğin, iki parçacığın birbirini çekmesi yani manyetizma özelliği adı verilen bir düzenli yaratılış vardır. Yani, iki parçacıkla birlikte bunların birbirini çekme özelliği de yaratılır. Bu yaratma, genellikle ateist bilimcilerin gözüne görünmez. Ateist bilimciler, genellikle “doğasında var” veya “doğa” gibi terimlerle varlığa gelişin izahını yaptıklarını iddia ederler. Fakat hiçbir delile dayanarak “doğa”nın ne olduğunu tanımlayamazlar. “Eşyanın kendisindedir” anlamında kullanırlar. Eşyanın kendisinde olan özelliğin varlık kaynağı, onlara göre, eşyanın kendisidir. Zaman içerisinde kendi kendini geliştirmiş iddiasıyla, eşyada bilinçli tercih yapma özelliği varmış gibi açıklamalar getirirler. Her bir zerre kendi kendine değil, kâinatı var eden Birinin iradesiyle hareket etmelidir. Örneğin bir elma yiyoruz ve yediğimiz elma bedenimizde zerrelere dönüşüyor. Nasıl? Elmanın zerre haline gelmesi kendi kendine gerçekleşen otomatik bir süreç midir? İnsan mantığı elmanın varlık alemine gelmesi, bize ulaşması ve sonrasında bedenimizin zerreleri ile buluşturulması dahil hiçbir sürecin kendi kendine gerçekleştiğini kabul edemez. Çünkü bu süreçlerin tamamı mutlak bir iradeye bağlı ve kasıtlı olarak bize fayda verecek biçimde var ediliyor. Ne elma ne de zerrelerin bu seçimi yapacak irade ve bilgisi vardır. Öyleyse evreni bu işlemler ile birlikte var eden Mutlak bir irade Sahibi olmalıdır. Varlık Kaynağı Mutlak yani Sonsuz olmazsa ne zerre ne de kâinat bir an var olamaz. Kâinatta Varlık Kaynağı olabilecek bir varlık yoktur. Fakat kâinat, tasavvur edilemeyecek bir ilahî (Mutlak) kudret, irade ve nitelikler vasıtasıyla, yani “La ilahe illa hu” ile var edilmektedir. Evrene varlık veren Fail, bu evren türünden olmamalıdır. Çünkü evrendeki her şey var edilmeye muhtaçtır. Var edilmeye muhtaç olan, var edemez.
“Kun” yani “ol” emrini Allah açısından değil, kendi açımızdan anlamalıyız. Bu, Kur’an ile etkileşime geçebilmek için temel bir ilkedir. Örneğin, bir binaya biri geliyor ve bu binanın mimarı benim diyor. Sadece onu görerek iddiasını teyit edemem. Binaya bakıp bu binanın bir mimarı olması gerektiğini söylerim. Bu sonuç, herhangi bir insan için geçerlidir. Mimar, Kur’an dilinde “Hu” yani “O” olarak ifade edilir. “Kun”, ol, emrini sadece evrenin Yaratıcısının “İrade” etmesi olarak anlayabiliriz. Bu, yaratılmaya muhtaç birinin bir şeyi istemesi veya emretmesine benzemez. Bütün kâinatı kuşatan bir isteği ifade eder. Kâinatın noktalar kümesi değil de bir bütün olarak aynı anda, sürekli ve bir anda var edilen bir varlık olarak anlaşılması gerektiğinin sebebi budur. Kur’an dilinde bu özellik “Kayyum” yani Kendi Kendine Var Olan, Varlığı Kendinden Olan ile ifade edilir. Eğer bu varlığın başka bir var ediciye muhtaç olması söz konusu ise o yaratıcı olamaz. Onun varlığının kendinden olması zorunludur, O bağımlı olamaz, dolayısıyla O’nun fiilleri de bağımlı olamaz. Mantığın zorunlu olarak ulaştığı bu tanımlar, bizi evrendeki boşluksuz eylemlerin kaynağının Mutlak olması gerektiği mantıki sonucuna ulaştırır. Mutlak olanın kısımları, parçaları olmaz.
“Lem yelid ve lem yuled.” Yani Yaratıcı, özelliklerini hiçbir şeyden almaz ve Onun özellikleri hiçbir şeye geçmez. Diğer bir ifadeyle O, doğmamış ve doğrulmamıştır (Kur’an, 112: 3). Evrene bakarak şu sonuca varabilirim: Evrenin Mutlak bir Yaratıcısı olmalıdır. O halde vardığım sonuca sadık kalmalıyım. Ben Yaratanımın İradesine bağlıyım. Bedenim ve hücrelerimin hepsi Yaratıcımın İradesine göre işler. Öyleyse, Mutlak bir Varlığa ait olduğumu bilerek hareket etmeliyim.
*Islam From Within Youtube kanalında yayınlanan “Chapter Asr – Part 3 – 12/05/18” başlıklı videonun transkriptinin çevirisidir.